Türk devlet sistemi kurulurken, Almanya ve Fransa'dan gelen faşist rüzgârlar etkili oluyordu.
İçeride, yer yer isyana varan Kürt itiraz ve tepkileri bastırılmış, kontrol altına alınmış ve her türlü muhalefet yasaklanmıştı.
Dağınık Türk halk toplulukları, belirli bir merkezi değerler sistemi çerçevesinde, yukarıdan aşağıya dayatılan zor politikalarıyla tek ulus, tek dil, tek din, tek parti ekseninde uluslaşma ve modernleşme sürecine tabi tutuluyordu.
Tarihten gelen katı merkeziyetçi ve şefçi devlet anlayışı, iç ve dış koşullarda yükselen faşizm benzeri ideolojilerle birleşince, ortaya çıkacak sonuç kaçınılmazdı.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı'nın kalıntılarının yeni koşullara uyarlanmasıyla hızla yapılaşma sürecine girdi.
Devletin örgütlenme modeli ve kuralları, 19'uncu yüzyılın katı merkeziyetçi yapısına sahip Fransız Üçüncü Cumhuriyeti'nden alınmıştı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları, Sultan II. Abdülhamid'in Alman eğitmenliğindeki Askeri Rüştiyesi'nde öğrenim gördüler.
I. Dünya Savaşı sırasında Alman askeri komutanlarla birlikte çalışmışlardı.
Eğitim sisteminin temel aldığı "kurtarıcılık" bilinci, Jön Türk hareketinin subay kadrosunu, Prusya ekolünün katı merkeziyetçi, bürokratik ve militarist etkilerine açık hâle getiriyordu.
Nitekim, başta Mustafa Kemal olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrosunda bu etkilerin derin izleri görülüyordu.
Bu etki altında, askeri kadro devletçi, elitist ve şefçi bir bakış açısıyla şekillendirildiğinde, faşizm ve benzeri kurumlaşma süreçleri, örgütlenme ve kurallara bağlanma mekanizmaları daha açık ve görünür hâle geliyordu.
İşte bu noktada, Sovyetler Birliği ile emperyalizm arasındaki çelişkinin, Türk devleti ve Kemalist kadro lehine yarattığı avantajlar kendini gösterecekti.
Mustafa Suphi şahsında, Komünist hareket daha rüşeym hâlindeyken kanlı bir şekilde tasfiye edilecekti.
Yurtsever bir köylü hareketinin önderi olan Çerkez Ethem, "kahredici" bir kumpasla "ihanet"e sürüklenecekti.
Varolma mücadelesi veren Kürtler, soykırıma varan nadir görülen katliamlarla tarih sahnesinden silinmeye çalışılacaktı.
Ermeni, Rum ve Laz toplulukları da benzer bir sona uğramaktan kurtulamayacaktı.
Yaşananlar, devletin başından itibaren önlenemez biçimde anti-komünist bir karaktere sahip olduğunu; sınıf mücadelesini ve Türkler dışındaki tüm halk topluluklarını inkar ve imha etmeye yönelik bir çizgi izlediğini ortaya koyuyordu.
Bu kanlı "faşizm ve benzeri" süreçleri dengeleyebilecek nitelikte bir ulusal-toplumsal muhalefet yoktu.
Özellikle dış konjonktürün Kemalist iktidar için elverişli koşullar sunduğu bir dönemde, süreç kendi mantıksal sonuçlarına hızla ulaşacaktı.
Bu koşullarda halkın seçmediği, plebisit gibi formalitelerin dahi gerek görülmediği, merkezden atanan ve günümüzde de uygulandığı gibi tamamen merkeze bağımlı yöneticiler iş başına getirilecekti.
Vali, Kaymakam, İl İdare Kurulları ve Ocak-Bucak gibi mülki idare örgütlenme biçimleri, Cumhuriyet Fransası örnek alınarak sahaya uygulanacaktı.
***
III. Cumhuriyet, Fransız proletaryasının devrimci tasfiyesine dayanıyor; lumpen proletaryayı ve köylülüğü yanına alarak zaten merkezi olan devlet modelini bu doğrultuda daha da geliştirmişti.
Ancak Fransa'nın 18'inci yüzyıl Aydınlanma kültürünün mirası vardı. Fransız proletaryası ve halkı, atılımcı ve isyankar bir devrimci geleneğe sahipti; "Eşitlik, özgürlük, kardeşlik" felsefesi yaşamın temel değerlerinden biriydi.
Bu nedenle Fransız halkı, iç dinamizminin sağladığı güçle III. Cumhuriyet'in katı merkeziyetçiliğini dengeleme yeteneğini hiç kaybetmedi.
Edilgen ve pasif bir halk değildi; hak ve hukuk ihlalleri karşısında ilk fırsatta ayağa kalkıyordu.
Türk devletine uygulandığında ise, farklı unsurlarla birleşerek "faşizm ve benzeri" bir yönetim biçiminin kabuğu hâline gelen bu kurallar, Fransız toplumsal ve siyasal gerçekliğinde esasen yalnızca kabuk olarak kaldı.
I. Dünya Savaşı sonrasında, IV. Cumhuriyet döneminde başlayan süreçte, son 30 yılda III. Cumhuriyet ile ilgili ne varsa büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.
Fransa gibi gelişmiş toplumsal ilişkilere sahip bir ülkede bile, III. Cumhuriyet'in katı merkeziyetçi kabuğu, yarı başkanlık sistemiyle yan yana gelince toplumsal dinamizmi sınırlayıcı bir etki yaratıyordu.
Fransız burjuvazisi yarı başkanlık sistemine geçince -krizin aşağı çekilmesine koşut olarak- bu kabuğu terk etmek zorunda kaldı.
Böylece devlet-toplum dengesi bir şekilde kurulmuş, yarı başkanlık sistemi tüm eksikliklerine rağmen belirli bir işleyiş kazanarak günümüze kadar ulaşmıştır.
***
Türkiye'de 1930'ların devleti, tüm merkezi kurum ve kurallarıyla varlığını sürdürüyordu; buna rağmen "merkezilik içinde merkezilik"ten öteye geçemeyecek başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinden söz edildi ve sonuç olarak, kendine özgü ilişkiler ve davranış kalıplarıyla açıklanabilecek bir başkanlık sistemi olarak adlandırılan tek adam rejimine yönelindi.
Belki 1930'lu yılların toplumsal ilişkileri, tek adam rejimini bir ölçüde taşıyabiliyordu.
Ancak aynı yapının -çok daha karmaşık mekanizmalarla donanıp baskı ve terörü derinleştirerek- günümüzün nispeten gelişkin toplumsal ilişkilerinde sürdürülmesi olanaklı değildir; buna rağmen sanki mümkünmüş gibi ısrarla devam ettiriliyor.
Bu denli ısrar, devletin toplumdan giderek kopmasına ve toplumsal meşruiyet zeminini kaybetmesine yol açıyor.
Devlet egemenleri, durumu kavrayıp yeni koşullara uygun bir şekilde "demokratikleşme" yolunu açmak yerine, her seferinde "devletin bütünlüğü" ve "ülkenin birliği" gerekçelerinin ardına sığınıyor; baskı ve terör üretiyor.
Bu da toplumdan kopuş sürecini hızlandırıyor. Ardından yeniden "terörizm" üretimi geliyor.
Öyle bir bataklık ki, çırpındıkça dibi bulmak kaçınılmaz hâle geliyor.
***
Sonuç olarak;
Toplumsal meşruiyetini yitiren bir devlet, çözümü toplumla barışı sağlamada ve sosyal dengeleri yeniden kurmada aramıyorsa, bu tutum, mevcut toplumsal eğilimlerden ve sorunlardan kopmayı tercih ettiği anlamına gelir.
Kürtleri, işçileri ve emekçileri bir kenara bırakalım.
Böyle bir durumda, yasama, yürütme ve yargı organlarında farklı küçük ve orta sınıf burjuva katmanlarının ve çeşitli toplumsal eğilimlerin dışlanması kaçınılmazdır -ve zaten oluyor. Buna paralel olarak, biçimsel çoğulculuk da kaybolacaktır; kayboluyor. Siyaset, tamamen devlet partisinin tekeline girecek- ve neredeyse girdi bile.
Kısacası, yaşanan budur.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish