Amaç ne? Halk sağlığını korumak mı? Yoksa gergin halkı daha da gerip eziyet etmek mi?

Ali Murat Güven Independent Türkçe için yazdı

Gerçi, söz konusu video kayıt sosyal medya ortamlarına düşeli birkaç hafta oldu. Ancak, benim o sıralarda böylesine "gülünç" bir videoya tepkimi gösterebileceğim, sınırlı takipçi sayısına sahip sosyal medya sayfalarımdan başkaca bir silahım bulunmadığı için, tepkimi gerçek anlamda ortaya koyabilmek, Independent Türkçe'de yazmaya başladığım bu haftaya kısmet oldu. 

Genç jandarma kardeşlerimiz kuş uçmaz kervan geçmez bir çayırlıkta, sabır ve metanetle çayırın en tepesindeki bir ağaca doğru yürüyorlar. Yakın çevrede, insan ya da hayvan, hiç kimse yok. Öyle ki gri renkli, kasvetli gökyüzünde uçuşan kuşlar görmek dahi imkânsız… 

Bir tek istisnâyla… Tepedeki ağacın dibinde bir insan silüeti ve yanında da birkaç kümes hayvanı hayâl meyâl fark edilmekte…

Derken, jandarmalar nefes nefese ağacın yanına ulaşıyor. Kamera "olay yeri"ne yaklaştığında, hedeflerinin, inlerin cinlerin top oynadığı o arazide birkaç koyun otlatan, kamburu çıkmış yaşlı bir kadın olduğunu görüyoruz. Anamız, hattâ ninemiz yaşında bir köylü kadını…

Ve işte o dakika, o noktada inanılmaz bir "idarî işlem" gerçekleşiyor. Jandarmalar, pek muhtemeldir ki hayatı boyunca 5 bin Türk Lirası'nı hiç bir arada görmemiş olan o yaşlı kadına "65 yaş üstü nüfusun pandemi sürecindeki belli saatlerde sokağa çıkması yasağı"nı ihlâl ettiği gerekçesiyle 3150 lira ceza kesiyorlar. 

Nine şaşkın… Hattâ, şaşkından da öte, ürkmüş durumda… Yüzlerce metrelik arazi boyunca kendisinden başka hiç kimsenin göze çarpmadığı bir çayırda, kendi köyünün hayvan otlatma çayırında, oğlu yaşındaki jandarmalar ona iki-üç tane koyuna tek başına çimen yedirdiği için hayatı boyunca görüp görebileceği en ağır para cezasını -herhangi bir vicdanî tereddüt sergilemeden- makbuzlayıp uzatıyorlar.

Ki muhtemelen o cezayı da hiçbir zaman ödeyemeyecek, Maliye en sonunda aynı ceza yüzünden kadıncağınızın evine haciz memurları gönderecek. 


Bir başka örnek… 

Geçen Kurban Bayramı, Çorlu'da bir aile babası kendi evinin bahçesinde, muhtemelen mangal yapmak için hazırlıklar içinde…

O bölgeden geçen bir polis aracı, adama, ne bayramın, ne de polisliğin ruhuna zerrece uymayan gayet kaba saba bir üslûp içinde "bahçeye -dahi- çıkmaması, derhal evine girmesi" talimatını veriyor.

Adam da haklı olarak müstakil evinin bahçesinin kısıtlanma alanına girmediğini, oraya en azından hava almak, çöp dökmek, bahçede aile kahvaltısı yapmak gibi gerekçelerle ara ara çıkmasında bir beis olmadığını anlatmaya çalışıyor.

Bu yasağın temel bilimsel tezi ne? Kişi, evinden ayrılıp kalabalıklara karışmasın, sosyalleşmesin, böylelikle -var ise- kendindeki Kovid-19 virüsünü başkalarına aktarmasın, başkalarındaki Kovid-19 virüsünü de almasın. Oysa, her iki vak'ada da bu tür bir tehlikenin esamesi okunmuyor.

Buna karşılık, Çorlu gibi sükûnetiyle, medenî halkıyla, hemen hemen sorunsuz asayiş ortamıyla ünlenmiş bir Trakya ilçesinin polis memurları son derece ali kıran baş kesen…

İncir çekirdeğini doldurmayacak bir mevzû, bir-iki dakika içinde memleketin o bayramdaki en büyük meselesine dönüyor.

"Dünya ağır sıklet kung-fu şampiyonu" olduğu anlaşılan (!) adamı "etkisiz hâle getirebilmek" (!) için telsizle destek ekipler isteniyor, "olay yeri"ne bir-iki dakika içinde 3 tane daha polis aracı geliyor ve sayıları askerlikteki bir müfrezenin sayısına ulaşan polis memurları, "şüpheli"yi Kurban Bayramı günü karısının, çocuklarının, anasının, babasının, komşularının gözleri önünde itiyor kakıyor, yerlerde sürüklüyor, kelepçeliyor, sonuçta bütün mahalleyi ayağa kaldırıyor.

İçlerinden bir tanesi de karşı balkondan olup biteni cep kamerasıyla çekmekte olan kişiye dönüp, "Çekme, yoksa fena olur!" diyerek tehditler savuruyor.

Bütün bunlar, Türk toplumu için en özel, en değerli bayramlardan birinde olurken, o mahallede yaşayan hiç kimsenin de zerrece ağız tadı kalmıyor. 

Pandemi dünya ve Türkiye gündeminin baş köşesine oturduğundan bu yana, ülkemizin görece bağımsız özel televizyonlarında neredeyse her akşam bu içerikte bir-iki haber paketinin görüntüleri yayımlanmakta…

Bunları hemen yalnızca TRT, TV Net, A Haber gibi "uysal" kanallar yayımlamaktan kaçınıyor.

Söz konusu kategorideki haberler diğer pek çok kanalda da o kuruluşların yönetimleri tarafından bütünüyle tersinden okumayla, olayın odağındaki vatandaşlar kötülenerek ve aşağılanarak sunulmasına rağmen, ezkaza birileri çıkar da bu haberlerden -tıpkı benim gibi- daha farklı, daha "insanî" bir okuma yapar ve bu vesileyle iktidarın üzerine bir toz konar diye ödleri kopan yandaş yayın organları bunlar… 

Görece daha özgür bir yaklaşım içinde yayın yaptığını varsaydığımız diğer kanallarda ise istisnasız her akşam bir "maskesiz dolaşma" ya da "sokağa çıkma yasağını ihlâl etme" itiş kakışı izleyip duruyoruz.  

Demokrasiyle yönetilen çağdaş ve uygar bir toplumda, irili ufaklı bütün cezalar, o toplumun mevcut uygarlık konumundan daha da yukarılara tırmanabilmesi adına verilir. Hem özgürlüğünden alıkoyma cezaları, hem de para cezaları…

Hattâ, suçluya, devletin yaptırım gücünü kullanarak belirli bir angaryayı belirli bir süre boyunca zorla yaptırmak da buna dahildir.

Sözgelimi, karısını sürekli döven bir adama bir kadın sığınma evinde birkaç ay boyunca paspasçılık yaptırılması gibi…

Devletin o sığınma evine paspasçı alacak ekonomik gücü elbette ki vardır, oradaki aslî ve öncelikli amaç, evinde dövülüp dışarı atılan koca kurbanı kadınların yuvalarının kapı eşiğini geçip de sokağa çıktıktan sonra neler yaşadıklarını şimdiye kadar bir dakika bile düşünmemiş olan duyarsız bir kocanın, kendi eşiyle aynı kaderi paylaşan yüzlerce kadının o kurumda yaşadığı derin yalnızlık ve hüzne birinci elden tanık olup, belki de bir vicdan muhasebesi yapmasının yollarını açmaktır.

Yoksa, devletin oraya asgarî ücretle profesyonel bir paspasçı bulmaya her durumda gücü yeter. 


Maske takmadığı için arkadan kelepçelenenler, yaşanan arbedede kafası zemine ya da duvara çarptırılıp hastanelik olanlar, polisle ağız dalaşına girdikten sonra "bir sivile karşı bir düzine polis" tadında meydan dayağı yiyenler…

Üstelik, bu gibi olaylar gözden ırak kasaba köşelerinde değil, memleketin yaz-kış turizm konukları ağırlayan popüler kent merkezlerinde yaşanıp duruyor.

Bizim, havada dolaşan tüyden nem kapıp bunu ânında gurur meselesi yapan toy kişilikli âsâyiş görevlilerimiz, kadın ya da erkek, genç ya da yaşlı demeden, basit bir kâğıt maske ya da sokağa çıkma yasağı ihlâli nedeniyle başlayan tartışmayı üç-beş atışma cümlesinin ardından "sıfır öfke kontrolü" ile "PKK'nın hücre evini basma" kıvamına dönüştürürken, çevredeki turistler de Taksim'de, Ortaköy'de, Bakırköy'de, İzmir'de, Ankara'da, Konya'da, Antalya'da, Trabzon'da bu birbirinden rezil arbede manzaralarını kameralarıyla güzelce çekiyor.

1978 yapımı "Geceyarısı Ekspresi" filminin küresel bilinç altında oluşturduğu o berbat Türkiye ve Türk polisi imajını temizleyebilmek için verilen bütün o geçmiş emekleri 42 yıl sonra sıfırlayarak, mâlûm filmi ta en başına sarıp sarıp duruyoruz.

Kamuda kadrolu memur ya da (vatanî görevleri nedeniyle) zorunlu hizmet görevlisi olarak çalışan hanımlar, beyler… Polisler, jandarmalar, belediye zabıtaları… 

Pandemi, yani küresel ölçekte hastalık salgını gibi olaylarda idarenin kamuya uyguladığı her türlü kısıtlama ve ceza, öncelikli olarak pandemiyi yavaşlatmaya, aşamalı bir şekilde durdurmaya yöneliktir.

Yasaklardan, kısıtlamalardan, kesilen bütün ekonomik cezalardan, hattâ kısa süreli gözaltı ve hapis cezalarından umulan temel fayda budur. Yoksa, devletin bu uygulamalardan zengin olmak, kasalarını doldurmak gibi bir amacı yoktur.

En azından uygar ve demokratik bir devletin böyle bir derdi yoktur. Bugüne kadar okuyup hatmettiğimiz eşek yükü ağırlığındaki hukuk kitaplarında biz bu işi böyle öğrendik. 

Kamunun güvenliği ve huzurundan sorumlu görevlilerimiz ellerine sıkıştırılan ceza makbuzu koçanlarıyla her gün sokaklara gönderilirken, onlara hukuktaki bu ince ayrımı öğretecek profesyonelce bir sosyal psikoloji eğitiminden geçirilmedikleri o denli belli ki…

Amaç kesinlikle bu olmamalıyken, sabah âmiri memuruna makbuz koçanını veriyor ve "Hadi aslanım, kaplanım, koçum, yiğidim, devletimizin şu zor zamanda çok paraya ihtiyacı var, iyi bir hasılat yap da gel" diyerek halkın arasına salıyor.

İyi bir hasılat getirmesi beklenen halk da, 2020 yılının kışından bu yana en az yüzde 30'u işini, aşını, rutin gelirlerini ve yaşama motivasyonunu yitirmiş, en nihayetinde aklını da büsbütün yitirmenin eşiğine gelmiş allak bullak durumda bir insan topluluğu…

Yani, devletin sokaktaki en öncelikli yüzleri olan polis, jandarma ve zabıta memurları, ruh sağlığı zaten son derece bozuk bir topluluğun üzerine üzerine gidiyor.

Adam/kadın, aynı günün akşamı evine belediyenin halk ekmek büfesinden alınmış 3-4 ekmek götürebilmenin derdine düşmüşken, aklını kafatasının içinde zorlukla tutabilen bir aile reisine maskeyi burnunun üzerine kadar nizâmî şekilde çekmediği gerekçesiyle, çalıştığı işteki yarım maaşı tutarında ceza kesiyorsunuz. En müreffeh AB ülkelerindeki ceza oranları kadar…

Ha, denilebilir ki, pandemi süreci polisleri, jandarmaları, zabıtaları falan germedi mi?
Elbette ki gerdi. Ama durumu olması gerekenden daha fazla sulandırıp "drama queen"lik yapmaya gerek yok.

İşvereni kamu olanlar, yani devletin emrinde çalışanlar bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de bu süreci en az hasarla atlatan kesim oldu.

Onların işlerini kaybetme tehlikesi bulunmuyor, fakat özel sektörde ücretli çalışan ya da kendi iş yerini ayakta tutmaya çalışırken yanında da 3, 5, 10, 50, 100 işçi çalıştıran emekçi ya da işveren konumundaki kişilerin yaşadığı ekonomik ve psikolojik yıkım, yakın bir gelecekte, tıpkı ABD'nin o meşhur 1929 "Büyük Ekonomik Bunalım" (The Great Depression) yıllarını anlatan düzinelerce klasikleşmiş roman ve film gibi, "Gazap Üzümleri" tarzı yeni yeni romanlar ve filmler doğuracak, buna hiç kimsenin kuşkusu olmasın. 


İnsanlar, gelecek kaygısıyla kafayı yemek üzere… Sokaklarda işe gidip gelen milyonlarca vatandaş birer barut fıçısı… Çünkü, o akşam işten çıkmış eve gidiyor, kredi kartında da henüz birkaç yüz lira daha limiti var. Ama ertesi sabah patrondan "Artık işe gelme, ara veriyoruz, kapatıyoruz" içerikli bir telefon almayacağının hiçbir garantisi yok.

Ruh hâli bu dalgalılık içinde seyreden biriyle, onu sokakta maskesi ağzında yeterince doğru biçimde durmuyor diye durdurup yaklaşık bin lira ceza kestiğinizde ortalık süt liman mı olur, yoksa durduk yere bir fıçı barutu mu ateşlemiş olursunuz?

Türkiye'de gerek polis, gerek jandarma, gerekse zabıta eğitimi, bu "hassas" mesleklerin sosyoloji, psikoloji ve sosyal psikoloji bilimlerinden nasibini alması bağlamında tek kelimeyle içler acısıdır.

Polisin sert bakışlı ve keskin nişancı olması, zabıtanın da bir pazar yeri harala gürelesinde öfkeli pazarcıları etkisiz hâle getirebilecek kadar iri kıyım olması beklenir.

Jandarma deseniz, o zaten zorunlu askerlik görevi içinde 20 yaşındaki çocukları boylarına poslarına, (sıklıkla toplum içinde boy gösterdikleri için) fiziksel gösterişlerine göre seçtikleri gelip geçici bir kolluk görevi…


1998 yılında, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Zabıta Müdürlüğü için bir tanıtım filmi çekmiştim. Bu filmin çekimleri sırasında mikrofonu uzattığım hemen her zabıta memuru ve âmiri, "Hayatımız tehlikede, bize de mutlaka polisler gibi silah taşıma yetkisi verilmeli" deyip duruyordu.

Bu çalışmanın kısa bir süre sonrasında ise İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde, yıllarını teşkilâta vermiş kalender bir polis müdürüyle gazetecilik faaliyetim kapsamında röportaj yaparken, laf arasında bu konuyu gündeme getirecektim: 

Müdürüm, zabıtalar 'Bize de silah verilsin' diye kıyameti koparıyor. Gerekçe olarak da gecekondu yıkımları, sokaklardan seyyar satıcıların tezgâhlarının toplanması gibi olaylarda yaşanan arbedeler gösteriliyor. Ne dersiniz, bu doğru bir yaklaşım olur mu?

Söz konusu polisiye söyleşiyi yaptığım sıralarda henüz saçlarıma ak düşmemişti; işine derin bir aşkla bağlı, heyecanlı bir muhabir gençtim.

Kalender tavırlı müdür, "Bak evlat" dedi, "Zabıtaların neredeyse her fırsatta tekrarladıkları bu absürd talepleri yerine getirilirse, Türkiye çok değil, bir ayda Teksas'a döner. Bu da ülkemiz için resmen bir felaket olur."


Bu kadar radikal bir cevaba doğrusu şaşırmıştım. Lâkin, polis müdürü, hemen ardından da cevabını gerekçelendirecekti:

"Zabıta dediğimiz görevlilerin belediyelerde nasıl seçildiğini biliyor musun? Bir kere, müthiş bir partizanlıkla belirleniyorlar. Partisine bakılmaksızın, istisnasız bütün belediyelerin zabıta kadroları, o partilerin seçmenlerinin yakınlarıyla dolduruluyor.

Üstüne, daha da fenası bunları alırken temel kriter, verilen emri sorgulamayan, emir kanunsuz bile olsa üstlerine sadâkat kuralı çerçevesinde onu tereddütsüz yerine getirebilen, düşünmeyi, analiz yapmayı, mantıksal çıkarımları fazlaca sevmeyen, kendilerine 'Dağıtın şu pazar yerini' denildiğinde sorgusuz sualsiz girip dağıtabilecek kafa yapısında tipolojilerin seçilmesi üzerine kurulu…

Hiçbir belediye, Goethe okuyan, Mozart dinleyen, Tarkovsky filmi izleyen zabıta memuru falan aramıyor. Emre itaat etsin, koşulsuzca laf dinlesin, iri kıyım olsun, fiziğinde görünür bir anormallik bulunmasın, bu kadarı yerel yönetimlere yetip de artıyor. 

Sen şimdi, devlet olarak, çalakalem bir oryantasyon programından geçerek sokaklara salınmış, çoğu kırsal kesimden gelme o genç adam ve kadınların bellerine dolu birer silah koyduğunda, bu ülkede neler olur düşünebiliyor musun?

Adım kadar iyi biliyorum ki, belediye zabıtaları ile esnaf arasındaki didişmelerde yurdun dört bir tarafında her gün en az 10-15 kişi zabıta kurşunlarıyla öldürülür. 
Zabıtaya asla silah verilmemeli...

Eğer ki onlar kendilerini görev sırasında tehdit altında hissediyorsa, bu iş bir telefonlarına bakar. Bizi arıyorlar, kanunsuz pazar yerlerini kaldırmaya ya da ruhsatsız bina yıkımlarına, risk potansiyeli taşıyan her mekâna gidip onlara çalışmaları sırasında destek oluyoruz. Bundan daha fazlası bu ülkeye büyük bir zarardır.

Biz, onca hukuk ve insan hakları eğitiminden geçirdiğimiz genç polislerimize, bellerindeki silahı kırk kez düşünüp bir kez kılıfından çıkarmaları gerektiğini öğretene kadar akla karayı seçiyoruz. Silahlı memurlar ordusuna bir de zabıtalar katılırsa, vay hâlimize!"


Yaşıyorsa kulakları çınlasın; polislik sanatını hücrelerine kadar sindirmiş o bilge müdürün bu anlamlı sözlerini 22 yıldır hiç unutmadım.    

Toplam 90 günde beline silah konulup halkın içine salınan gencecik bir adam ya da kadına, yetmişiki farklı etnisite, iki düzine dolayında farklı din ve mezhep, binlerce farklı ideolojik düşünüş ve son derece travmatik bir çocukluktan gelerek bugünlere ulaşmış yamalı bohça gibi bir toplumla nasıl "ayarında" konuşulacağına ilişkin hiç kimsenin en ufak bir eğitim verme kaygısı yok.

Tartıya çıktıklarında kilo tutuyor mu, boy pos tamam mı, yüzde sivilce ya da uçuk yok mu, anası babası daha önceden önemli bir suçtan sabıka almamış mı, tamam aslanım, sen artık devletin sokaklardaki yüzüsün. 

Bu iş elbette ki böyle olmaz. En azından, gerçek anlamda bir huzur, güven, âsâyiş, uygarlık ve demokrasiye bu kadarı yetmez. Toplumun, iş güvencesi açısından "en garantili" cephesini temsil eden kamu görevlilerinin, ki buna buhranlı zamanlarda "vergi dairesi memurları" da dahildir, toplumun iş güvencesi açısından "en kırılgan" cephesini temsil eden özel sektör çalışanlarına hissedilir bir merhamet ve anlayış içinde yaklaşmaları, "empati" duygusunu, görev yaptıkları her dakika, tıpkı bir körün eline kayışla bağlanmış özel eğitimli bir K9 köpeği gibi temel kılavuzları yapmaları gerekiyor.


Yurdun dört bir köşesinde saçmasapan olaylar… Saçmasapan ne kelime, resmen yürek burucu olaylar…

Derisi kırış kırış olmuş 85 yaşında bir teyzecik köydeki küçücük bahçesinde iki tutam maydonoz, üç-beş kilo sebze yetiştirmiş. Gelmiş onları şehirler arası bir yolun kenarında tahta meyve sandığının üzerine dizmiş.

Yoldan geçen araçlar duracak da ondan bunları alacak da teyze akşam eve 30-40 TL harçlıkla dönecek. Soruyorsun, dul, eşini kaybedeli yıllar olmuş. Oğlu, kızı evlenip köyden kopmuş, uzaklara gitmiş. Karşımızda resmen yaşama yavaşı veren bir insan evladı var. 

Eminim, hepiniz şu son bir yıl boyunca (aslında her dönemde) şöyle utanç verici fotoğraflar gördünüz sosyal medyada… Bilgiç tavırlı bir zabıta, ya da polis ya da jandarma, kadına ya yaşlıların sokağa çıkma kısıtlamasını, ya maske zorunluluğunu, ya da kayıtlı esnaflık yapma kurallarını çiğnediği gerekçesiyle kallavî bir ceza kesiyor.

Olay yerindeki diğer meslektaşı da birlikte pek matah bir iş yapmışlar gibi, ekürisinin ceza makbuzunu doldurmasını fotoğraflıyor; sonra da sosyal medyasında "Bakın biz nasıl iştahla çalışıyoruz" diye paylaşıyor.

Yurdun dört bir köşesinden milyonlarca ağız dolusu sövgü yiyerek…


Ki ülkede ekolojik dengenin korunması adına gerçekte dünyaya örnek olacak nitelikte, son derece yaman bir iş başaran kâğıt toplayıcı çocuklara da aynı türden muamelelerin yapıldığını şimdiye kadar pek çok kez gördü bu yorgun gözler...

Kâğıt toplama arabası, simit tablası, ayakkabı boyama tezgâhı elinden alınmak istenen, bu yüzden hüngür hüngür ağlatılan az çocuk için kavgaya tutuşmamışımdır zabıtalarla…

Ve yine onların oluşturduğu saldırgan bir güruh tarafından az tartaklanmamışımdır! 

Bir tanecik ömrüm vardı ve onu da bu devleti samimiyetle sevmeye, elimden gelen her şekilde yüceltmeye harcadım.

Şimdi, bütün ömrümün sevip kollamakla geçtiği bu devletin İçişleri Bakanlığı'na, Jandarma Genel Komutanlığı'na, Emniyet Müdürlüğü'ne ve dahi yerel yönetimlerine sesleniyorum: 

Pandemiyle ilgili olarak hükûmetin koyduğu bütün kısıtlamalar ve belirlediği parasal cezalar, kısmen değil, tamamen, yüzde yüz oranında "halkın mutluluk ve sağlığını koruma" amacına yöneliktir. Bu durum zaten başka bir açıdan da düşünülemez.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, aylar önce işini kaybetmiş bir adam ya da kadının, yolda bin türlü karamsar düşünce içinde ilerlerken maskesini takmayı unutmuş olmasını hin oğlu hince bir fırsata dönüştürüp, ona yarım asgarî ücrete yakın ceza yazabilecek kadar "buz soğukluğunda" bir devlet değildir. Olmaya yelteniyorsa da kesinlikle olmamalıdır.

Verilen cezaların çağdaş bir hukuk devletinde tek bir amacı vardır. O mahzun vatandaşların, içinde bulundukları dalgınlıkla orada burada Kovid-19 virüsünü kapmasını engellemek…


O yüzden, lütfen, cezaları uygulama yetkisi verdiğiniz kamu görevlilerinizi, bu görevleri nedeniyle sokaklara yollamadan önce esaslı bir sosyal psikoloji eğitim programından geçirin, onları "cezaların veriliş mantığı" üzerine -âdetâ beyinlerini yıkarcasına- eğitin.

Bu konudaki hiçbir cezanın amacı "devleti zengin etmek" değildir. Cezalar, uygar ve müreffeh bir sosyal devletin birincil gelir kaynağı olamaz. Hattâ, "devletin gelir kaynakları" listesinde beşincil, onuncul gelir kaynağı bile olamaz.

Cezalar, yalnızca iyiliğe doğru tatlı sert bir yönlendirme aracıdır. Bu basit kamu yönetimi ilkesini henüz bilmeyenler var ise de tez zamanda öğrensin.

Gerekirse, dükkan esnafı gibi bütün gün sabit bir noktada bulunanlara maskelerini takmadıklarında birinci tur sözlü uyarı yapılsın, ikinci tur denetimlerde kural ihlâli yine sürüyorsa, para cezası o zaman kesilsin.

Kişilerin GBT kayıtlarına bakılarak, maske ya da sokağa sıkma ihlâlini ilk kez yaptıklarında cezanın üçte biri, ikinci ihlâlde üçte ikisi, üçüncüsünde ise cezanın tam tutarı üzerinden kesilmesi de bu "merhametli" önlemlerden bir diğeri olabilir.

Kendisine söylenenlerin yarısını dahi anlamaktan aciz, bunamanın eşiğindeki yaşlılara ise hiçbir biçimde ceza kesilmesin. Bu konuda yalnızca onların genç yakınları kurallara uymalarını denetlemede hakem kılınsın.

Gergin hâl ve tavırlarından ekonomik krizin yıkıcı etkilerini en ağır şekilde yaşadığı hissedilen, çıldırmanın eşiğine gelmiş vatandaşlara görevlilerce sevgi, şefkat ve anlayış perspektifinden yaklaşılsın. Gerekirse, görevliler araçlarında hiç açılmamış maske paketleri taşıyıp maskesiz dolaşanlara ücretsiz hediye etsinler. 


Velhasıl, ülke çapında, Edirne'den Ardahan'a kadar, devlet, pandemi önlemlerini halka kabul ettirmeye çalışırken demir yumruğuna değil, sevgi ve merhametle hareket eden bir elin yumuşaklığına başvursun.

O el insanları dövmesin, yerlerde süründürmesin, habire tokat atmasın. Bilakis, üçte biri işsiz, diğer üçte biri de ayda ortalama 2500 lira ile mucizeler yaratmaya çabalayan, ne yapacağını şaşırmış durumdaki bu gariban halkın başını okşasın.

Aylık geliri asgari ücretin civarında olan bir emekçiye tenha bir ara sokakta yürürken maske takmadı diye 900 lira ceza kesmek, akla, bilime, vicdana, insanlığa, sosyal devlet ilkelerine ve nihayet Anayasa'ya aykırı bir tutumdur.

Her şeyden önce, pandemi döneminde uygulanan parasal ceza rakamları nasıl rakamlardır öyle? Sokağa çıkma yasağını ihlâl edene 3150 lira, maske takmayana 900 lira… 

Burası İsviçre mi kardeşim? Bu ülkede 1000 lira karşılığında gözünü kırpmadan adam öldürebilecek milyonlarca kişi yaşıyor. En son, geçtiğimiz haftalarda Ordu'da bir dayı-yeğen, evine odun getirmek üzere geldikleri yaşlı bir nineyi, evdeki 600 lira para, eski bir televizyon ve bir çuval fındığı çalabilmek için domuz bağıyla bağlayarak öldürdü. 

Sevdiğim bir yazar olan Can Ataklı, bundan birkaç ay önce bir televizyon programında, o sıralarda oraya buraya aralıksız tehditler savurup duran İçişleri Bakanı'na hitaben, "Nedir bu gareziniz insanlara, nedir bu bitmez tükenmez tehditkâr tavrınız Sayın Soylu? İnsanları biraz olsun sevin be kardeşim!" diye haykırmıştı. 

Ben de şu sıralarda tamamen benzer bir öfke ve duygusallık içindeyim. 

İnsanları biraz olsun sevin be kardeşim… Onlara Gezi Parkı protestoları ve 15 Temmuz'dan bu yana devletin sadece ceberrut yüzünü gösterip duruyor, daha da kötüsü bunun kamu yönetiminde büyük bir marifet olduğunu sanıyorsunuz. 

İnsanlık, 20'nci yüzyılın başlarında Avrupa'yı kırıp geçiren İspanyol Gribi'nden bu yana böyle bir durumu hiç yaşamadı. O yüzden şaşkın, ne yapacağını bilemiyor.

Üstüne bir de bu puslu havayı fırsat bilen, kara cahilliğin küresel yayıcısı konumundaki komplo teorisyenlerinin, bu işin küresel bir komplo olduğu, hiç kimsenin söylenenlere inanmaması, denetimlere mümkün olduğunca direnç sergilemesi ve aşılanmayı reddetmesi yönündeki aşağılık propagandaları eklenince, sokaktaki sıradan insanın kafası daha da karışıyor.

Zaten yeterince eğitimli olmayan zihinlerin internet ortamında sel gibi akan bilgi kirliliği nedeniyle iyice allak bullak olduğu böyle bir ülkede, her gün birkaç yüz ailenin ocağına ateş düşerken, hiç tanımadığımız, ama tanıyanlara çok şeyler ifade eden isimsiz insanlar, göze bile görülmeyen bir düşmanın saldırılarıyla ansızın kötüleşip topu topu bir hafta içinde kara toprağın altına yolcu edilirken, devlet de artık bu astığım astık, kestiğim kestik ceberrut pozlarını bir kenara bırakıp, sevgi, saygı, şefkat ve merhametle bezeli yeni bir hitabet tonuna geçmekle yükümlü… 

Tekrar ediyorum, öncelikli olarak kamu güvenliğinden sorumlu personelinize, genelde de bütün bir kamu personeline, kafalarına vura vura şu basit gerçeği öğretin:

Sokağa çıkma ya da maskesiz dolaşma yasağını ihlâl edenlere muhtelif cezalar uyguluyoruz. Ama bunu yine o kişilerin iyiliği, sağlığı, mutluluğu için yapıyoruz.


Şimdiki durumda ise insanlar, sizin o hoyrat tutum ve davranışlarınızdan böyle uygarca bir sonucu çıkartamıyor ne yazık ki…

Topluma verdiğiniz genel resim, devletin zaten nefesi kesilmiş durumdaki halkı fırsattan istifadeyle sağmal inek gibi görüp, alelacele kesilen cezalar üzerinden habire yolduğu yönünde…

Bir polis, jandarma, ya da zabıta grubu, işlek bir caddede maskesiz yürüyen bir kadını, bir erkeği çevreleyip, ondan duyduğu ilk öfkeli, tepkisel cümlede muhatabı yerlerde süründürdüğü, ellerini arkada birleştirip kelepçelediği, döve döve ekip aracına bindirdiği, götürdüğü karakolda da bin türlü hakaret ettiği ve en yüksek perdeden ceza kestiğinde kamuoyuna yansıyan resim, "Biz o vatandaşın sağlığını düşündüğümüz için böyle yaptık" olmuyor saygıdeğer efendiler…

Personelinizi eğitin. Ama çok iyi, alabildiğine derinlemesine eğitin. Bu halkın efendisi değil, hizmetkârı olduklarını hiç unutmayacakları şekilde eğitin.

Onlara, bir "profesyonel"in öfke denetimi açısından bir "amatör"den daha geride kalmaya asla hakkı olmadığını iyice belletin. 

Elbette ki biliyorum, ulusal medya cangılında geçirdiğim 35 yıldan sonra ben de o kadar saftorik biri değilim. Ülkemdeki genel insan kumaşı kalitesinin farkındayım. Böyle yüksek düzeyli bir kamu yönetimi anlayışının, uygarlığa ilişkin refleksleri böylesine geriden takip eden bir ülkede egemen olabilmesi için daha hepimizin kırk fırın ekmek yemesi gerekiyor.

Ama, neredeyse çeyrek asırdır sürekli iddia ettiğiniz üzere, eşi benzeri görülmemiş düzeyde, hattâ Atatürk'ün tasarımladığından bile daha yukarılarda yeni bir uygarlık inşâ etme iddianızda gerçekten samimiyseniz, o hâlde bunu en azından bir kez olsun deneyin. Biz de o yöndeki çabalarınızı görelim, öyle ölelim.   

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU