Harmanı yanık olmak

Prof. Dr. Mehmet Çelik Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Ecel gelir Hakk'tan fermân
Cân kesilir kalmaz dermân
Ekin idim oldum harman
Savursunlar yele beni…

(Ali Rıza Yalçın)


Seyda İstanbul'daydı artık. Van'daki o tatlı sohbete kaldığımız yerden devam edecektik.

"Rüzgârda kalmıştık" dedim.

"Rüzgâr;" dedi:

"Hayatı oluşturan unsurları oluşturmaktan öte sürdürmekteki maharetinin resmidir. Tufan'da Nuh'un silahıdır. Harman zamanında, buğdaya merhametinden olacak, onu samandan ayıran kudret eli…

Rüzgâr, boş taneleri de samanın içine atar; çünkü boş tanenin samandan sadece şekil olarak farkı vardır. Boş tane saman değilse de samanlığı kabul etmiş bir ömür hovardasıdır.

İnsan çoğu zaman kendi harmanını kendisi yakar. Zaman denen rüzgârı iyi kullanmazsan harmanındaki hasadını fesat ateşine teslim edersin."


Gittikçe kafam karışıyordu. Bana anlatmak istediğinin aslında rüzgar olmadığını sezmiştim. Nereye gelmek istediğini anlamaya çalışıyordum.

Durgunlaşmasın diye soru sorma ihtiyacı duydum.

"Baba" dedim; "Kelimelerin ruhlarıyla oynuyorsun. Rüzgârda bu kadar mana var mı ki?"

Ben aslında biraz hiddetlenerek beni temize çekmesini istiyordum.

Şüpheyle kirlenmiş zihnimin bir bilgenin potasında eriyerek yeniden armağan edilmesi için başka bir yol yok gibi geliyordu bana.

Onun, yatsıdan hemen sonra uyumaya gittiğini biliyordum. Onu nasıl konuşturacağıma karar veremiyordum. Bana döndü niyetimi anlamış gibiydi:

"Doğru" dedi;

Kelimelerin ruhsuz olduğunu zannediyorsun da ondan...


Tek gözüyle bana kurşun atarcasına baktı. Belki de daha beş yaşındayken ciddiye alıp adeta Hızır bereketiyle emzirip büyüttüğü oğlunun "asi" olduğunu, emeğinin heba olduğunu düşünüyordu.

"Baba" dedim:

"Seninle baba oğul olarak konuşursak ben korkumdan, senin de beni ciddiye almamandan rahatça konuşamayız, ben sana 'üstad' diyeyim sen de bana ne dersen de"…


Öyle ya o benim ilk üstadımdı. Babam olması kaderdi.

Kaderse müdahale kabul etmeyen bir senaryoda rolleri baştan biçilmiş yaratıkların debelenmesinden başka ne idi ki?

Sonra aklıma onunla kaderi tartıştığımız zamanlar geldi. Ben hiçbir zaman kaderi içselleştirememiş birisi olarak o anda sanki Beyazid-i Bistami kadar şüphesiz bir inanca vardığımı hissettim.

Kader, kiminin "paslı kilit" kiminin alın yazısı, kiminin "insanın ahmaklığına verdiği ad" dediği bu muamma, bu bilineni olmayan denklem, avuçlarımda düğümü çözülmüş bir ak mendil gibi duruyordu.

Evet, evet! Kader babamın benim üstadım olması için bana uzatılmış bir ihsandı.

Ya da kuşatılmış benliğimin huzura ermesi için bir fırsat..


"Beni dinlemiyorsun" dedi.

Doğru! Rüzgârı anlatıyordu, ben kadere atlamıştım.

Bunun geçici bir ruh yanılsaması olmaması için dua ediyordum.

Ben çözülmüş bir giriftin tadını yaşayamadan o, devam etti.Ben konuşmanın sonucunun nereye varacağını merak ediyordum.

Yüzüme şakavari bir şekilde üfledi:

"İşte buna nesim derler, yani meltem... Rüzgâr hiddete gelmediği zamanlarda bir anne eli gibidir. Yüzünü okşar geçer. Terini alır, yorgunluğuna şifa gibi gelir.

Sizin çoktan unuttuğunuz bir müjdecidir rüzgâr; ona 'bâd-ı sabâ' derler. Daralan âşığa sevgiliden haber getirir. Teninin ve terinin kokusunu getirir.

Yusûf'un hasretindeyken Züleyha, esen rüzgâra bağlamıştı umudunu. Bir meltem esse 'Yusûf'um ferahta' der, sıcak bir yelde 'Acaba üzüldü mü ay yüzlüm?' derdi. Çünkü onun için öd ağacından rüzgâra kadar her şeyin adı 'Yusûf' olmuştu."


Yusûf, beni uzun kış gecelerinde babamla ayağımızı tandıra salıp oturduğumuz "kürsü altı" günlerine götürdü.

Ne güzel anlatırdı, Yusûf'un güzelliğini, babanın oğluna o katışıksız aşkını. Yusûf, bizim için  peygamberden öte bir gönül yoldaşıydı.

Herkesçe itilip kakıldığımız o aşiret köyünde bir kader arkadaşı. Arkası yoktu, kardeşleri onu satmışlardı. Kuyu onu doğurmadan önce Yakup'un oğluydu oysa…

Kenan'ın kurtları ona zaten kıyamazlardı ki. Yusûf, aşkın sınadığı bir Âdem oldu sonraki yıllarda benim için.


Hangi kuyu derin acaba Yusûf'un kardeş elleriyle atıldığı Kenan'ın o susuz kuyusu mu, yoksa Züleyha'nın onu sürüklediği "tehlikeli belkilerin" dipsiz kuyusu mu?

Neydi buna sebep güzelliği mi yoksa önce babasının sonra Züleyha'nın ona duyduğu aşk mı?

Yusûf'un kaderini düşündüm sonra. Güzellik aşkla birleştiğinde Yusûf'u önce kuyuya attırmad mı,  sonra köle pazarında sattırmadı mı, en sonunda da zindana attırmadı mı?


Gece ilerliyordu. Tıpkı o eski zamanlardaki gibi, o katışıksız mümin saatlerindeki gibi ben uzun bir "muzari" olsun zaman diye dua ediyordum.

Rüzgârın üstadıma açtığı o zihin koridorunun daha da aydınlamasını beklerken "Yakup'un hasretini bitiren rüzgârdı" diye söze başladı yeniden:

"Hani kardeşler Mısır'a buğdaya gittiklerinde Yusûf,  kendisini satan kardeşlerini tanımıştı da onlardan birini alıkoymak için, altın buğday tasını onların denklerine saklamıştı. Sonra Bünyamin'i alıkoymuş, gizlice kendi gömleğini de yerleştirmişti denklerin arasına...

Rüzgâr verince Yakup'a Yusûf'un kokusunu, Yakup yüzüne gözüne sürdü gömleği, hasretin kör ettiği o göz açılmadı mı bir evlat meltemiyle?... Yakup'un hüzünler evi gülistan olmadı mı o kokuyla…"


Adeta nefesim kesik dinliyordum üstadımı. Bu rüzgâr daha ilk okuldayken bana öğretilen lodos, karayel, keşişleme ya da poyraza benzemiyordu.

Çok başka bir şeydi. Ben hikayenin hikmetine dalıp gitmiştim. Üstad anlatmaya devam ediyordu:

"Oğul" dedi;

Sana can veren de rüzgar değil mi? Ciğerlerine dolan hava dünyada dolaşan nesimin merhamet şeklindeki tecellisinden başka nedir ki? Belki ruh bile rüzgâr?


Bu son izahla üstadın zihninin ilerlemiş yaşına, hastalığına rağmen ne kadar dinç olduğunu gördüm. Hayretim şiddetleniyordu.

Hayatın dört kaynağından biri olan rüzgar üzerine bu kadar düşünmüş bir zihnin, bir aklın başka kavramlar hakkında daha neler neler söyleyeceğini merak ediyordum.

Öğrencilik yıllarında uğraştığım varlık meselelerinin ilk adımını yakalamış mıydım acep? Ruhla rüzgâr arasındaki bu güzel izah' sürdürmesi için onu kışkırtan bir soru sordum:


"Ruh dinlerin ve felsefelerin bilinmezlerinin başında gelmiyor mu Üstad!" dedim.

"Doğru öyle" dedi;

Ama Hz. Âdem'in yaratılışını anlatan âyeti hatırla ne diyordu: 'Biz ona ruhumuzdan üfledik.'

Demek ki ruh rüzgar gibi sirayet eden bir şey olmalı... Yoksa bilmez misin ne diye üflemek fiili ile anlatılsın ki?


"Asıl manasını sona sakladım. Süleyman surları kuşattığında,  fethetmeye başlamadan bir yeri rüzgâra binip keşfe çıkardı. Taht-ı revanı yeller üstünde uçar; sonra indiği yerde karargahı kurardı. Surları rüzgârla devirirdi Süleyman. O yüzden ben, o rüzgarın senin zihninde esmesi için yıllardır dua ediyorum. Zihnini ve yüreğini, kalbini surlarla çevirmişsin akıllı olmanın gaddar zevkiyle tefekkürü düşünmeyi marifet zannediyorsun."

Mevlânâ'nın şu beyitini okudu:

Neyin içindeki ses, yel değildir ateştir
Kimde o ateş yoksa o, yok olası biridir.


Sonra tek tek izah etmeye başladı:

"Ney, insan sesine en yakın ses çıkaran sazdır. Ama ney, içi demir bir çubukla kavrulduktan sonra içine rüzgârı, nefesi kabul eder. Yani, kamışlıktan getirilir.

Ayrılır vatanından sonra içi kızgın demirle dağlandıktan sonra içindeki elyaf, pamuk, zar ve haşaktan kurtulur, ama soğuk nefesle ney üflenmez.

O yüzden ona sıcak nefes üflendiğinde sevdasını hatırlar ve inleme başlar. Ateş nefes kesilir, nefes ateş. Sen hiçbir şeyin aşkına tutulmadan o şeye kavuşmuş adam gördün mü?"


Aklıma şu beyit geldi:

Aşk altına benzer; bela ateş gibidir
Altın için en hoş yer ateşin kalbidir.


Belalar beni bulsun diye o gece uyumadım.

Belki de ben uyursam fitne uyanır diye korkmuşumdur. Kim bilir?..

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU