İslam ve devlet (1)

Altan Tan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

1960'ların sonlarından itibaren, özellikle Seyyid Kutub'un "Yoldaki İşaretler" ve Mevdudi'nin "Kur'an'da Dört Terim" kitaplarının Türkçeye çevrilmesinden sonra, bu yıllarda henüz ortaokul sıralarında olan bizim kuşağın bütün bir gençlik yılları boyunca en önemli sloganı;

Maide Suresi'nin;

Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.

Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir.

(Maide 44, 45, 47) ayetleri doğrultusunda "HÜKÜM ALLAH'INDIR" sloganı oldu.

Ben şahsen kaç kapalı salon toplantısında, kaç mitingde ve kaç yürüyüşte seslerimiz kısılıncaya kadar bu sloganı attığımızın sayısını bile hatırlamıyorum.

Üniversiteleri bitirip, yaşlarımız ilerledikçe, belli mevki ve makamlara geldikçe, işin o kadar basit olmadığını ve salt sloganlarla hayatın sürdürülemeyeceğini anlamaya; bir müddet sonra da karşılaştığımız sorunlar karşısında afallamaya ve inandıklarımız ile yaptıklarımız veya yapmak zorunda kaldıklarımız arasında büyük çelişkiler yaşamaya başladık.

Önceleri şaşırdık ve bocaladık, sonraları ise boşuna bir gayretle kimimiz kapitalizme yeşil boya çalarak, başına sarık bağlamaya kimilerimiz ise İslam'daki sosyal adalet kavramından hareketle İslam ile sosyalizm arasında bağlar kurmaya çalıştı.

Gün geldi, feleğin devranı döndü; "bizim gibi düşünen kadrolar" İran'da, Türkiye'de, Afganistan'da, Sudan'da ve Tunus'ta iktidara geldi.

Ancak ne yazık ki çok büyük iddialarla yola çıkmış olan 'bizler' iktidarlarda başarılı olamadık ve alternatif bir medeniyet ortaya koyamadık.

İlk gençlik yıllarımızda attığımız sloganlardan, günümüze gelip; yaşadığımız bunca serencamdan sonra bir durum muhakemesi yapacak olursak;

Bir Müslüman için "hüküm" tabii ki Allah'ındır. Bunda kuşku duyulacak ve tartışılacak bir durum yok. Ancak bu kabulden sonra cevaplandırmamız gereken çok önemli sorular var:

Her türlü mekan ve tasavvurdan münezzeh Cenab-ı Allah haşa yeryüzüne inerek yöneticilik yapmayacağına göre, Allah adına yeryüzünde kimler yönetici (emir, halife, sultan, padişah, cumhurbaşkanı…) olacak ve bu yöneticiler nasıl (hangi kanunlarla ve hangi yöntemle) hükmedecektir?

Bir başka ifade ile yönetimde Allah'ın yetkilerini kim kullanacak ve nasıl uygulayacaktır?

Herhangi bir şekilde iktidarı ele geçirerek kendini İslam'ın ve Allah'ın yeryüzündeki temsilcileri, (gölgeleri) "Zıllullahı fil âlem" ilan eden kişileri meşru kabul etmek mümkün olmadığına göre, aşağıdaki soruların günümüz şartlarında, İslami referanslarla acilen cevaplandırılması gerekmektedir:

Yöneticiler (halife, başkan, cumhurbaşkanı, başbakan…) nasıl (hangi yöntemle) belirlenecektir?

Yönetici olabilmenin yeter ve gerek şartları nelerdir?

Yöneticilerin denetim ve kontrolleri nasıl sağlanacaktır?

Seçilen yöneticinin görev süresi ne kadardır?

(Hz. Osman çıkan isyan nedeniyle kendisine istifa etmesini söyleyenlere "Bu gömleği bana Allah giydirdi, ancak Allah çıkartır" diyerek görevinin ömür boyu olduğunu belirtmiştir.)

İran'da ise İmam Humeyni, devrimden sonra ölene kadar "Rehber" olarak kabul edilmiştir. Yerine atadığı İmam Hamaney de, İmam Humeyni'nin ölümünden bu yana görev yapmaktadır ve ölümüne kadar da bu görevde kalacaktır.

Büyük bir ihtimalle ölmeden önce de İmam Humeyni gibi yerine birini atayacaktır. 

İslam'da "şura"nın esas olduğu bütün İslam hukukçuları tarafından kabul edilmektedir.

O halde şura nasıl belirlenecek ve hangi özellikteki kişilerden oluşturulacaktır?

Bir başka ifade ile "Ehlül hal vel akd" kimlerden ve nasıl oluşturulmalıdır?

Etrafına, kendi keyfine göre birilerini toplayarak istediğine danışan, istemediğine danışmayan; hoşlanmadığı kişi ve görüşleri dikkate almayan bir danışma şekli (şura) siyasi aldatmacadan başka bir şey olmadığına göre, yaptırım gücü olan gerçek bir şuranın (meclisin) yetki ve sorumlulukları nasıl belirlenecek ve bu şura'nın süresi ne kadar olacaktır.

Yasamada esas hükümlerin (helal ve haramlar) Allah'a ait olduğu kesin bir itikadı kuraldır. Ancak yeni sorunlar ve toplumun ihtiyacı doğrultusunda yapılması farz olan içtihatları (yeni fetvalar doğrultusunda yeni yasaları) kimler ve nasıl yapacaktır?

Yargı bağımsızlığı nasıl sağlanacak ve yargı, yöneticilerin baskı ve etkisinden nasıl kurtarılacaktır?

Etnik, mezhebi ve sınıfsal sorunlar nasıl çözülecektir?

Dini, ideolojik, mezhebi ve etnik farklılıklar; çoğulcu bir toplum yapısı içinde, birlikte ve çatışmadan nasıl yaşatılacaktır?

İslam ülkelerini kasıp, kavuran ve İslamcı kadroların önemli bir bölümünü de sarmalına alan hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve talan nasıl önlenecektir?

Faizsiz, rantsız ve rantiyesiz bir ekonomik düzen nasıl sağlanacaktır?

Görüldüğü gibi 'siyasi', 'etnik', 'dini', 'mezhebi', sınıfsal' sorunlar ile "yasama", "yürütme" ve "yargı" ile ilgili cevap bekleyen onlarca, yüzlerce, binlerce soru bulunmaktadır.

Sadece; "Hüküm Allah'ındır" diye slogan atmakla sorunlar çözülememekte ve bu soruların cevapları da bulunamamaktadır.

İslam dünyası yüzyıllardır derin bir kriz içindedir. Alternatif bir medeniyet olma iddiasını sürdürebilmek için Batı ile hesaplaşmadan önce, Müslümanların acilen kendi kendileri ile; kendi tarih ve sosyolojileri ile hesaplaşmaları gerekmektedir. 

Bu sorgulama ve hesaplaşma yapılmadan ileri sürülecek her tez ve iddia, tıpkı geçmiş yıllardaki gibi, altı boş sloganlardan öteye geçemeyecektir.

Bugün bu konular üzerinde yeterince kafa yorup derinleşmeden, günübirlik veya slogandan öteye geçmeyen iddialı sözler ve tezler ileri sürmek yerine, elimizden geldiğince öncelikle doğru sorular sormaya ve bu soruların doğru cevaplarının yoluna ışık tutmaya çalışmalıyız.

1400 yıldır İslam dünyasını perişan eden ve bugün de etmeye devam eden siyasi, itikadi ve fıkhi ayrılıklarla ilgili elimizden geldiğince objektif analizler yapmaya gayret etmeliyiz.

Birçoğu 14 asır öncesine dayanan yapısal sorunlarımızın bir çırpıda çözülebilmesinin mümkün olmadığının, bunun ancak bilgiye dayalı; sabırlı, uzun soluklu, objektif ve cesur bir yaklaşımla sağlanabileceğinin bilincinde olmalıyız. 

Önümüzde dağ gibi sorunlar ve oldukça uzun bir yol var.

'İşe' öncelikle doğru sorular sorarak başlamalıyız.

Bu konuyla ilgili ilk soru; "İslam'da devlet var mıdır veya İslam inancında devlete gerek var mıdır?" sorusudur.

Uzun uzadıya ayetler, hadisler ve Müslüman âlimlerin bu konu ile ilgili kitaplar dolusu yorum ve kanaatlerini ortaya koymaya gerek duymadan belirtmek gerekir ki çok kısa ve tek kelimelik bir hüküm cümlesi ile bu sorunun cevabı 'Evet'tir.

İslam tarihinde de tıpkı, Marksizm'in de katıldığı, her türlü otoriteyi insan özgürlüğüne vurulmuş bir pranga olarak gören ve gayri meşru kabul ederek karşı çıkan 'Anarşist' felsefeye göre; devlete gerek olmadığını ileri süren bazı Harici görüşler vardır; ancak Ehli Sünnet ve On iki İmam Şiası (Caferiler) devletin gerekliliği noktasında müttefiktir. 

Umumun ortak görüşü budur.

Kur'an-ı Kerim'de; "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife (yönetici) yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara hesap Gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır" (Sad, 26) ayeti ile yeryüzünde işlerin düzenli yürütülmesi için bir yöneticiye ihtiyaç olduğu ve bu yürütmede yöneticinin ana ilke olarak adaletten şaşmaması gerektiğinin altı çizilmektedir.

Devletin gerekliliği ile ilgili en önemli delillerden biri de bizzat Hz. Muhammed'in hayatındaki uygulamalarıdır. 

Ahkâm (hüküm) ayetlerinin inmesi ve Müslüman toplumun büyümesi ile birlikte Hz. Muhammed bu hükümlerin uygulanması ve İslam toplumunun ihtiyaçlarının karşılanabilmesi amacıyla zekât toplama memurlarından, Ashabı Suffe'ye, savaş için ordu oluşturmadan, hadlerin uygulanmasına kadar birçok düzenleme yapmıştır.

Bu konu ile ilgili en önemli örnek ise Hicret'ten sonra Medine'de kurulan 'Site Devleti' ve onun anayasası hükmünde kabul edilen Medine Vesikası'dir (Medine Sözleşmesi).

Mâverdî ve Nizamülmülk devletin varlık sebebi ve amacını, "Dini korumak, güvenliği sağlamak ve toplumu kamu yararı doğrultusunda idare etmek" olarak ortaya koyarlar.

Ancak dinde temel amaç Allah'a iman ve O'na kulluk etmektir. Bir başka ifade ile Allah'a ve tüm peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed'e iman ettikten sonra esas olan ölene kadar Allah'ın emir ve yasaklarına uygun bir hayat sürmektir.

Devlet kurmak veya devlet kurumu felsefi olarak yerine getirilmesi zorunlu olan İslami bir farz değil; adalet, güvenlik ve sosyal ihtiyaçları sağlamak için bir araç hükmündedir.

İslami hassasiyeti olan bir idarede, İslam'a uygun bir hayat sürmek daha kolaydır. Bu yönüyle devlet, hiçbir zaman asıl gaye olmamakla birlikte küçümsenerek ihmal ve göz ardı edilecek bir yapı da değildir.

Dinin adaleti tesis, had cezalarını uygulama, asayişi sağlama gibi siyasi otoriteyi gerektiren ve otorite tarafından uygulanacak hükümleri de temel maksada hizmet etmesi açısından vesile (araç) mesabesinde bulunduğundan, ihmal edilmemesi, fakat hiçbir zaman da 'makasıd' (amaç) konumuna çıkartılmaması gerekir.


İslam'da belli bir devlet şekli var mıdır?

Yine kısaca belirtmek gerekirse, İslam'da bürokratik olarak kurum ve kuruluşları belirlenmiş ve kurallara bağlanmış bir devlet şekli, formatı yoktur.

Bu konuda da Dört Halife ve onlardan sonraki dönemlerde bu konu ile ilgili söz söyleyen, yorumlarda bulunan İslam âlimleri arasında bir ittifak söz konusudur.

Kurum ve kuruluşlar sosyal toplumun ihtiyaçları ile zaman ve zemine göre değişir. Bu konuda asıl olan bürokratik kurumların şekli ve şekillerin değişmezliği değil, bu kurumların oluşturulması için ortaya çıkan ihtiyaç ile bu kuruluşların işleyişte dayanması gereken ana ilkelerdir.

İslami ifade ile "Müstenidatın illetidir."

'İllet' (hükmün anlamı, gayesi) aynı kalmak şartıyla her zaman farklı kurum ve kuruluşlar oluşturula bilinir.


İslami yönetimde hükmün kaynağı

İslami yönetimlerde veya daha geniş ifadesi ile Müslüman şahısların hayatlarında ve Müslüman toplumlarda (şahsi ve kamusal) 'hüküm' Allah'ındır. İnsanın ve toplumun yaşamındaki ilkeler 'vahye' dayanır.

Bu konularla ilgili emir ve yasaklar Allah tarafından peygamberlere bildirilir ve peygamberler de bu emir ve yasakları topluma iletirler. Bu hükümler kesindir ve tartışılamaz.

Bu kesin emir ve yasakların dışında kalan gündelik yaşamın sürdürülmesi ile ilgili konular da ise akli ve nakli bilgilerle tecrübeler devreye girer.

Konunun iyi anlaşılabilmesi için çok fazla örneğe girmeden Hz. Muhammed'in hayatındaki birkaç olayla ilgili nakillere değinmek yeterlidir. Bunlardan en çok bilineni, 31 Mart 627'deki Hendek Savaşı'dır.

O güne kadar Araplar tarafından bilinmeyen, şehrin etrafına savunma amacıyla hendek kazılması, Fars asıllı Salmanı Farisi'nin teklifi ile kabul edilmiş ve Medine şehri etrafına hendek kazılmıştır.

Bedir Savaşı'nda ise Hubab bin Münzir, İslam Ordusu'nun konaklama yeri ile ilgili Hz. Peygamberin verdiği emre karşılık; "Ya Resulullah! Ordunun buraya konaklatılması Allah'ın bir emri mi, yoksa sizin kendi görüşünüz müdür?" diye sormuş,

Peygamber'in; "Benim fikrim" demesi üzerine ise gerekçeleri ile Bedir kuyularının arka tarafına konaklanmasının daha uygun olduğunu söylemiştir.

Bu görüşün daha isabetli olduğunu kabul eden Peygamber, orduyu Bedir kuyularının arka tarafına konaklatmıştır.

Bir diğer örnek de hurma ağaçlarının aşılatılması olayıdır. Medine'ye geldiğinde Medinelilerin hurma ağaçlarını aşılamasını engelleyen Hz. Muhammed, ertesi yıl hurma ağaçlarının iyi meyve vermemesi üzerine bu görüşünü değiştirmiş ve "Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz. Ben dininizi daha iyi bilirim" demiştir.


Hz. Muhammed döneminde yönetim şekli

Hz. Muhammed hayatta olduğu sürece Müslüman toplumun yönetimi basit ve sadedir.

Yasama, yürütme ve yargı'da;

'Yasama' Allah'a aittir. Allah, uyulması gereken kuralları, helal ve haramları vahiy yoluyla peygambere bildirir. 

Bu yasaları uygulayarak toplumu yönetme yani 'yürütme' ile yasalar doğrultusunda karar verme görevi olan 'yargı' ise Peygamber'e aittir.

Yargıda oluşabilecek tereddütlerin çözümünde ise bizzat Allah vahiy yolu ile müdahalede bulunmakta ve bu tereddütler yeni yasalarla giderilmektedir.

Özetle yasa koyuculuk devam eden bir süreçtir ve 'yasama' Allah'a aittir. Peygamberin yaşadığı sürede karşılaşılan sorunlarla ilgili bu gibi müdahalelere örnekler verilebilir:

Hz. Muhammed'in halası Ümeyme binti Abdülmuttalib'in kızı Hz. Zeyneb'in, Hz. Peygamber'in evlatlığı Zeyd bin Harise'den boşandıktan sonra Hz. Muhammed ile evlenmesinde, kişinin evladının eşi ile evlenemeyeceği ile ilgili tartışmalar Ahzab Sûresi'nin 37, 38 ve 40'ncı ayetleri ile bizzat Allah tarafından bitirilmiştir.

Hani sen Allah'ın kendisine nimet verdiği, senin de (azat etmek suretiyle) iyilikte bulunduğun kimseye, 'Eşini nikâhında tut (onu boşama) ve Allah'tan sakın' diyordun. İçinde, Allah'ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun.

Oysa kendisinden çekinmene Allah daha lâyıktı.

Zeyd, eşinden yana isteğini yerine getirince (eşini boşayınca), onu seninle evlendirdik ki, eşlerinden yana isteklerini yerine getirdiklerinde (onları boşadıklarında), evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda mü'minlere bir zorluk olmasın.

Allah'ın emri mutlaka yerine getirilmiştir.

(Ahzab 37)

 

Allah'ın, kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getirmesi konusunda peygambere bir darlık yoktur. Daha önce gelip geçen peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Allah'ın emri, kesinleşmiş bir hükümdür. 

(Ahzab 38)

Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.

(Ahzab 40)


Hz. Muhammed'in Hicret'in 9'uncu yılında eşleri ile ilgili yaşadığı ve bir ay süren 'İla Hadisesi' de bu konuyla ilgili başka örnektir.

İ'lâ'nın lûgat mânâsı "mutlak yemin"dir. Fıkıh dilinde ise, erkeğin eşi ile cinsî münasebette bulunmamaya yemin etmesidir.

İslam toplumunun uzun süren yokluk ve yoksulluk döneminden sonra görece olarak zenginleşmeye başlamasından sonra Müslümanların hayat tarzlarında bazı değişiklikler oldu.

Hz. Muhammed'in eski yaşantısını değiştirmeden mütevazı hayat tarzını sürdürmeye devam etmesi üzerine; Peygamber eşleri kendi aralarında toplanarak diğer zenginleşen Müslüman ailelerin kadınları gibi yaşamak istediklerini söyleyerek Hz. Muhammed'den bazı taleplerde bulundular.

Daha önce de eşleri ile bazı sorunlar yaşamış olan Hz. Peygamber eşlerine bazı nasihat ve uyarılarda bulundu. 

Buna rağmen eşleri, taleplerinde ısrar edince de 'İla yemini' ederek onlarla ilişkisini kesti. Müslümanlar arasında büyük üzüntüye sebep olan ve bir ay süren bu dönemin sonunda gelen Ahzab Sûresi'nin 28 ve 29'uncu ayetleri ile sorun çözüldü.

Ey Peygamber, hanımlarına de ki:

'Eğer dünya hayatını ve zevkini istiyorsanız, gelin boşanma bedelinizi verip sizi güzellikte serbest bırakayım.'

Eğer Allah'ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz ki sizden iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlar için Allah pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.


Bu açık ayetlerden sonra Hz. Muhammed'in eşleri topluca "Allah'ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu" tercih ettiklerini beyan etmişlerdir.

Hz. Muhammed hayatta olduğu sürece 'yürütme'nin de başıdır. Her türlü karar verme ve son sözü söyleme hakkı kendisindedir.

Kamu yararına olan işlerde ashabı ile danışır ve çoğu kez de onların görüşleri doğrultusunda karar verir.

Kamu yararına karar verilmesi gerektiğinde en önemli yöntemlerden biri 'danışma' anlamına gelen 'meşveret'tir.

Meşveret (danışma) organı ise 'danışılanlar, danışma declisi' olarak tanımlayabileceğimiz 'şura'dır.

Hz. Muhammed'in sayıları ve şekli belirlenmiş, tespit edilmiş bir 'şurası' yoktur. İhtiyaca göre gerekli gördüğü hallerde sahabelere danışır.


İslam'a göre yönetimin oluşması

İslami yönetim anlayışını, tarihte binlerce örneği bulunan krallık, sultanlık, padişahlıklardan ayıran en önemli özellik 'SEÇİM', 'ŞURA' ve 'BAĞIMSIZ YARGI'dır.

Devleti, toplum hayatının; İslami tabir ile "din ve dünya işlerinin" daha iyi yürütülebilmesi için bir araç (hizmektar-garson) olarak kabul eden İslami anlayışa göre yönetim; 'yönetici' (halife) ile 'yönetilen' (ümmet-halk) arasında karşılıklı olarak yükümlülükleri yerine getirme üzerine kurulu bir sözleşmedir ve bu sözleşmenin siyasi terimi 'biat'tır.

Bu biat kesinlikle tek taraflı bir itaat ve kabul değil, karşılıklı sorumluluklar taşıyan bir siyasal sözleşme 'ahitleşme'dir.

Bu 'ahitleşme' aynı zamanda gönül rızasına dayalı olmalıdır. Zorla kabul edilen bir biat geçerli değildir. 'Batıl' ve 'fısk' (haram-günah) üzerine bir biat da söz konusu olamaz.

Özetle ifade etmek gerekirse İslami bir yönetimde halife seçim ile belirlenir, işler 'şura' ile yürütülür; 'bağımsız yargı' ise sistemin olmazsa olmazıdır.

Yeni ihtiyaçlarla ilgili 'yasama' görevi ise kesin ve tartışılamaz olan konular dışında, ayet ve hadisler doğrultusunda fetva (yorum-karar) verecek olan ehil Müçtehitlerin görevidir.

Nitekim Hz. Muhammed'in ölümü ile kapanan vahiy döneminden sonra İslam toplumunun karşılaştığı yeni sorunlarla ilgili çözümler üreten (fetva veren) Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli, Caferi, Zeydi, Zahiri… gibi bir çok fıkıh ekolu, (Hukuk okulu) oluşmuş ve bu yeni mezhepler, karşılaşılan konularla ilgili bazen birbirleriyle de çatışan hükümler ortaya koymuşlardır. 

İslam'da ortaya çıkan itikadi, siyasi ve fıkhi mezheplerin ortaya çıkışları da vahyin kesilmesinden sonradır.

 

Devam edeceğiz...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU