Haysiyetin unutulmuş, zamanın kısa, geçmişin uzun, geleceğin utanç tarihi

Dr. Ekrem Saltık Independent Türkçe için yazdı

Yaşam ne kadar kötü gözükürse gözüksün, her zaman başarılı olacak bir yol vardır. Hayat varsa, umut da vardır.


Yaşama sevinci ve umut dolu bu sözlerin sahibi olan William, hayatının büyük bir bölümünü, fizyolojik olarak her an gerçekleşebilecek ani bir ölüm tehdidiyle geçirmişti.

Henüz 21 yaşındayken Oxford Üniversitesi'nden mezun olup, Cambridge’de doktora yapmaya başladığı sırada yakalandığı hastalığının ilk yıllarında, önce baston kullanmak zorunda kalmış, 26 yaşında tekerlekli sandalyeye mahkûm olmasından bir süre sonra konuşma yeteneğini de kaybetmişti.

Muzdarip olduğu bu yıkıcı hastalığın, beyin ve omurilik sinirlerine kademeli olarak zarar vermesiyle erken yaşta tamamen felç olan William, kendisini iki yıl içerisinde öldüreceği öngörülen sinirsel hastalığıyla yarım asır boyunca mücadele etmiş, zihinsel çaba ve dehasıyla fizik ve evrenbilimi üzerine çalışarak, bilinen dünya tarihinin Einstein’dan sonra tanık olduğu en çığır açan teorik fizikçisi olmuştu.

William’ın yaşamı, herhangi bir insanın kolay kolay başa çıkamayacağı hastalığının fiziksel yıkımı ve bu yıkımın neden olduğu ağır duygusal travmalara rağmen, fikriyle dik durabilmenin, zamanın bir yerinde elinde olmayan sebeplerle omurgasını yitirdiyse de en azından zihinsel çaba göstererek kişisel tarihinin ve geleceğinin haysiyetini kurtarabilmiş olmanın da hikayesiydi.

William’ın, bedenine gömülerek zihninde yeniden doğduğu haysiyetli yaşam yolculuğu, Tevfik Fikret’in “istibdat” yıllarında haysiyetini yitirmiş çağdaşlarına “nara atarcasına” yazdığı Haluk’un Vedası şiirinin, o sarsıcı satırlarını anımsatıyordu; 

Söyle, ey acı çeken yurt, bildir
Çektiğin hangi kanlı çiledir?

Bu geçit işte böyle dar, eğri
Ey sevinçli yolcu, sen geç, yürü
Sen bu konakta kalma, sıçra, atıl
Bir ışık kervanı bul ve katıl.
Gez, dolaş, gör düşüncelerin evrenini
-Her zaman yukarı, her zaman ileri! -
Can atarak, güçten ve yaşamaktan
Ne bulursan al, bırakma: bilim, sanat
Güven, özen, yüreklilik, umut
Hepsi gerekli bu yurda, hepsi yararlı

-Her zaman önde, her zaman yukarı! -
İşte buyruğu gidiş ve uçuşun
Uç git, göklerinde yapıp şaşırtmanın
Bütün parlak katlarında dolaş
Yeri geç, göğü atla, Sidre'yi aş
Gör ne var ötelerde ibret olan
Yücelten, yüreklendiren, kurtaran...


Kendi tercihi olmayan bir bedenin fiziksel gerçekliğinde, adeta yarım asırlık bir mahkûmiyet yaşamış olan William, hastalığının travmatik sonuçlarına saplanmak yerine, sınırlarını zorlamış, zihinsel çabası ve geniş ufkuyla, insanoğlunun kendi elleriyle yozlaştırdığı dünya gezegenindeki yaşamın geleceğiyle ilgili çığır açıcı teoriler geliştirmiş ve çok sayıda astrokeşif gerçekleştirmişti.

William’ın konuşabilmek de dahil, tüm işlevlerini yitirmiş bir bedende hapsolarak geçirdiği hayatını mısralara dökmek mümkün değilse de Hasan Hüseyin Korkmazgil şiirindeki o “acılara tutunarak yaşamak” olsa olsa böyle bir şeydi.

Acıya gömülmüş bir zihin için “birkaç bin yıl” sürmüş kadar ağır olan yeryüzü “konukluğunda”, acılarından “arta kalan” zihniyle, bilime “tutunmuş”, acılarına rağmen gökyüzüne ve geleceğe bakarak özgürleşmişti.
 


Kara delikleri atla, olay ufkunu geç… “Göğe Bakalım!”

Sahip olduğu karmaşık matematiksel açıklamalara rağmen, popüler bilimsel yazının başyapıtlarından biri olarak kabul gören A Brief History of Time [Zamanın Kısa Tarihi] adlı kitabın yazarı da olan Stephen William Hawking, zamanın işleyişi ve uzayın mümkünleri üzerine düşünmüş, evrenin başlangıcı, sınırları ve “her şey olup bittikten sonra”, evrene ne olacağı konularında teoriler geliştirmişti.

Hawking, hapsolduğu fiziksel bedenin imkanlarının ötesinde, zihinsel olarak adeta yeniden doğmasını sağlayan bilimsel çalışmalarıyla, insanoğlunun mevcut fiziksel gerçekliğinin ötesinde sınırsız bir evrenin mümkünlerinin peşine düşmüş, astrofiziğin hakkında çok az şey bilinen en ilginç problemlerinden biri olan kara delik [black hole] yapısının, aslında sanıldığı kadar “karanlık” olmayabileceğini söylemişti. 

Astrofizikte, ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıktığı bilinemeyen uzay parçası olarak tarif edilen kara delikler, tüm maddesel oluşum ve ışınımları içine alacak kadar güçlü bir çekim gücüne ve nihayet, ışık ve maddenin artık dışarı kaçamadığı bir eşiği sınırlayan ve adına olay ufku [Event horizon] denilen “ürkütücü” boyutlara sahipti.

Olay ufkunun ötesini, bilinen astrofizik yasalarıyla açıklamak mümkün olmadığı gibi, orada tam olarak ne olup bittiğini anlamak da mümkün değildi.

Bir yıldızın olay ufkunun, o yıldızın çökmesinden (ölümünden) hemen önceki kütlesiyle orantılı olduğunu söyleyen Hawking’e göre, olay ufuklarının bilinmezliğiyle de akıl almaz olan kara delikler, karşı koyulamaz ve öngörülemez, dolayısıyla bilinen evrenin en kaotik parçalarından olmalarına rağmen, milyonlarca yıl da sürse eninde sonunda buharlaşıp yok olacaktı. 
 


“Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım”  

Hawking’in, üç çeyrek asırlık ömrünün yaklaşık yarım asrını, kafasıyla kalbi arasında gerçekleşen çetin bir iç savaşa dönüştüren sinirsel sorun, ALS [Amyotrofik Lateral Skleroz] hastalığının oldukça nadir görülen ve yavaş yavaş ilerleyen bir formuydu. Motor nöronları öldüren bu sinirsel hastalık, beyindeki nöron ve sinirlerin işlevsel şekilde çalışmayı durdurmaları üzerine ortaya çıkıyordu.

Beyindeki henüz sebebi anlaşılamamış sinirsel bir bozulmadan kaynaklanan bu dejenerasyon, ilk önce kas güçsüzlüğü ve kramplara neden oluyor, eklem tutulmaları, yutkunma ve nefes alma zorluğunu, bunlara eşlik eden iletişim sorunları ve davranış değişimleri takip ediyordu.

Hawking’in bireysel gerçekliğinde de aşağı yukarı aynı belirtiler ve fiziksel işlev kayıplarıyla ilerleyen bu yıkıcı hastalığın, sebebi henüz tam olarak anlaşılamayan bir şekilde ortaya çıktığı bünyedeki tüm fiziksel ve sinirsel aktiviteleri çökerten yapısı, tıpkı bir Kara deliğin işleyişini çağrıştırıyordu.

Hawking’in sinirsel evreninde, sebebi henüz anlaşılamayan bir şekilde birdenbire ortaya çıkarak, fiziksel varlığının tüm işlevlerini içine çeken Motor nöron hastalığı, bu hastalığa ait olay ufkunun tüm bilinmezliğine rağmen Hawking’in uzay zaman deneyiminde, bizzat kendisinin kara delikler için öne sürdüğü üzere; o kadar da “karanlık” sonuçlar doğurmamıştı.

Hawking, kendi fiziksel trajedisinin sinirsel varlığını çökertmesinden hemen önceki sinirsel olay ufkunda, aslında ne olup bittiğiyle ilgili, üzerine ancak spekülasyon yapılabilecek kaçınılmaz “çöküş” sahnesine saplanıp kalmak yerine, bu olay ufkunun ötesine geçerek, astrofizik üzerine düşünmeye devam etmiş, aslında bir anlamda “göğe bakarak”, bambaşka zihinsel bir evrende “yeri geçmiş, göğü atlamış, Sidre'yi aşmış” ve yeniden doğmuştu.

Hawking’in kara deliklere dair teorileri, trajik hastalığının işleyiş mekanizması ve sonuçları, anolojik bir bakış açısıyla düşünüldüğünde, sosyolojik bir vakıa olan Anomi [Anomie] ve toplumsal patlamalarla da benzerlik gösteriyordu.

Zira kelime anlamı “kuralsızlık” olarak özetlenebilecek olan anomi ve ardından gerçekleşen toplumsal patlamalar da sosyal sistemin uyumu ve bütünlüğünü sağlayan temel fonksiyonların çeşitli sebeplerle bozulması ile başlayan bir dejenerasyonun sonucu olarak, adeta “birdenbire” ortaya çıkıyordu.

Bu birdenbirelik, tıpkı herhangi bir kara deliğin ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıktığını tam olarak tespit etmenin mümkün olmayışı gibi; sosyal olay ve olguların başlangıç noktasına dair tespitlerin de spekülasyondan öteye gidemeyecek oluşuna benziyordu.

“Toplumsalın Kara Deliği” olarak nitelendirilebilecek olan anominin başlangıç noktasını tespit etmek mümkün olmadığı gibi, toplumun anominin içine çekildiğini fark ettiği olay ufkunda, tam olarak ne olup bittiğini gözlemlemeye çalışmak da anlamsız bir çabaydı.

Zira toplumsalın kara deliğe saplandığı olay ufkunun fiziksel kanunları olmadığı, en azından bilinemediği için burada gözlem yapmak da mümkün değildi.

Üstelik, anomilerin olay ufkunda gözlem yapmanın bir yolu bulunabilse bile, bu gözlemler kaçınılmaz çöküşün sonuçlarını değiştiremeyecek, çöküş sonrasının bilinmezliği nedeniyle işlevsel olmayacaktı.

Astrofiziksel açıdan bakıldığında oldukça “ürkütücü” olan bu bilinmezlik eşiği, neyse ki olay ufku kavramını bir metafor olarak pekala kullanabilecek olan sosyolojinin evreninde, daha önce farklı zaman ve şekillerde toplumsal kara deliklere çekilmiş toplumların olay ufuklarına ait bulgulara ulaşmak mümkün olabildiği için “işlevsel” veriler sağlayabilirdi.

Zira astrofizikteki, kara deliğe çekilmiş ahvali bilinmeyen maddesel oluşum ve ışınımların aksine, sosyal kara deliklere çekilip de bir şekilde çöküntüden kurtulabilmiş toplumlara ait bulgulara ulaşmak mümkündü. 

Tarih boyunca kara deliklere çekilip çöküntüye uğrayan bir zamanların yıldızı parlamış toplumlarının olay ufuklarının, neredeyse birbirinin aynı “haysiyetsiz” fenomenlerle dolu oluşuna şahit olmanın utanç vericiliği bir yana, “Toplumsalın Kara Deliği” metaforuyla kastedilen anomi süreçlerinde, toplumsal birlikteliğin katma değeriyle ilgili tasarrufları bir şekilde ele geçirmiş iktidarlar ya da karar vericiler tarafından ortaya konulan söylem ve uygulamalar arasında ciddi bir ayrışma başlıyordu.

Sebeplerine dair çeşitli spekülasyonlar yapılabilirse de tetikleyici olay yahut olguyu tespit etmenin mümkün olmadığı bu ayrışmadan doğan toplumsal gerilim, kaçınılmaz olarak toplumsal hedefler ya da bu hedeflere ulaşmak için kullanılan kurumsal araçlara duyulan güvenin zayıflaması ya da yitirilmesine, dolayısıyla anominin tamamen çökmeyle sonuçlanmasına sebep oluyordu.

Toplumsal düzenin işleyişinde ortaya çıkan ve henüz sebebi anlaşılamamış “sosyosinirsel” bir bozulmadan kaynaklanan bu olgu -tıpkı fizyolojik Motor nöron hastalığının etkilerinde olduğu gibi-, ilk önce kolektif varlığı ayakta tutan gücün kaynağı olan bireylerde dejenerasyona neden oluyordu. 

Toplumsalı oluşturan bireylerin dejenerasyonu, bireylerin kişisel ve kolektif hikayesinden beslenen “kültür krampları” başlatıyor, bu kramplardan etkilenen kültürel kodların yavaş yavaş yok olmasıyla gelişen sosyosinirsel bir yıkıma sebebiyet veriyordu.

Artık tamamen olay ufkunda bulunulan bu toplumsal kara deliğin atmosferinde -tıpkı astrofiziksel kara deliklerin, olay ufkunda yaşananlar gibi- tuhaf ve söz konusu insan türü olunca, ortak paydası “haysiyet yitimi” olan “utanç verici fenomenler” yaşanıyordu.

Buralardaki haysiyet yitiminin boyutlarını anlamak mümkün olmadığı gibi, sosyal anlamda yutkunmak ve nefes almak da zorlaşıyordu.

Nihayet bu çöküş öncesi toplumsal halin son aşamasına gelindiğinde, çöküşün müsebbibi ve mağduru olan taraflar arasında ciddi iletişim sorunları ve çöküşten kurtulmak için, -meşru yahut gayrimeşru- “bir şekilde yaşama” refleksinden kaynaklanan davranış değişimleri ve sapmalar baş gösteriyordu.

Toplumsal bir metafor olarak kara deliklere savrulan ama olay ufkunda olup bitene takılmadan çöküş tehdidiyle samimiyetle yüzleşebilen ve bir “yeniden doğuş” gücü olarak kullanabilen toplumların ortak özelliği, olay ufkunun tüm tuhaf fenomenlerine rağmen haysiyetlerine sahip çıkabilmiş olmalarıydı.

Haysiyetlerine sahip çıkan toplumların içine çekildikleri karanlık, Hawking’in bahsettiği gibi ne kadar karşı koyulamaz, öngörülemez ve milyonlarca yıl sürecekmiş gibi görünüyorsa da olay ufkunda bulundukları kara deliklerin birdenbire buharlaşmasıyla sona ermişti.  
 


Büyük patlamaları, haysiyetsiz çöküşleri, utanç verici tekerrürleri geç… “Göğe bakalım!”

Hawking’in fiziksel mümkünleriyle bakıldığında trajik ama zihinsel mümkünlerinin açtığı ufukla oldukça “öğretici” olan hayat hikayesinin merkezinde bulunan sinirsel hastalık ve evrene dair teorileri, büyük toplumsal patlamaların dinamikleri açısından da metaforik çağrışımlara sahipti.

Zira fiziksel ömrüyle aslında yaşamın, en karanlık zamanlarda bile başarılı olunabilecek bir yol fırsatı verebildiğinin vücut bulmuş hali olan Hawking, kara deliklere dair teorisiyle de çöküşe çekilirken büyük sosyal patlamalar yaşayan toplumların olay ufkuna takılmamaları ve aydınlığa ulaşma konusunda yeterince uzun ve istikrarlı çaba sarf etmeleri durumunda, maruz kaldıkları ya da sebebiyet verdikleri anomilerin o kadar da geri dönülemez olmayabileceğini düşündürüyordu.

Uzay zamanın bir yerinde yaşanmış, evrenin sonsuzluğunda anlamsız, insanoğlunun kısa tarihinde binlerce benzeri bulunabilecek kadar sıradan olan “sosyofiziksel” çöküşler, sadece bu çöküşlerin bir şekilde parçası olan maddesel oluşum ve ışınımlar açısından trajikti.

Toplumların, evrenin herhangi bir yerinde birdenbire ortaya çıkabilecek Anomik Kara Deliklere savrulması, her an mümkün görünse de Hawking’in öz yaşam hikayesinin metaforik çağrışımlarından hareketle, içine düştükleri karanlıkta yepyeni bir yaşamı filizlendirebilmeleri; travmalarını geride bırakarak, haysiyet ve hafızalarını diri tutup, zihinsel çabalarını devam ettirmeleriyle mümkündü.

Üzerine müzakere edilmiş, meşru “sosyofiziksel kanunlar” ve bilinen evrenin öngörülebilir astrofiziksel mümkünlerinde, öz farkındalığı ve ötekinin varlığına saygısı olan bireylerden oluşan haysiyet sahibi bir toplumun, herhangi bir çöküşün kıyısına kolay kolay savrulamayacağını söylemek, “göklerden gelen bir müjde” değil, sadece matematikti.

Ama kişisel irade ve zihinsel gücünü haysiyetsizce, sürekli anomik konjonktürlere ve bu konjonktürlerden beslenerek semiren, her türlü atmosferde yaşayabilecek omurgasız organizmalara ipotek edip duran bir toplumun, hâlâ nefes alabiliyor olması gerçekten de “mucizevi” bir durumdu.

Zaferleri, fırsatını bulur bulmaz içinden "alian" çıkaran kurtarıcıların dehasına, yıkım ve çöküşleri yaratıcıya şirk koşarcasına üst akıllara yahut metafiziksel had bildirmelere yoran toplumların, uzay zamanın karanlığında savrulan meteorlardan hiçbir farkı yoktu.

Dönem dönem mucizelere sığınmak anlaşılabilir “insani” bir eğilimse de travmatik yıkımlarla dolu binlerce yıllık bir geçmiş zaman tecrübesinden gelen kolektif bir yaşam deneyiminin, kendisini, ortalama çeyrek asırlık tekrarlarla her defasında daha travmatik yaralar açan toplumsal çöküşlerin olay ufkunda bulması, kadim insanlık tarihi huzurunda, bu bilincin hatırası adına utanç vericiydi. 

Bireysel ömrüne, “ibret verici” zihinsel bir “mucize” sığdırmış olan Hawking, bir 14 Mart günü, sabaha karşı hayatını kaybetmişti.

Vefatından kısa bir süre önce, insanoğlunun bir asır içerisinde dünyayı terk ederek farklı gezegenlerde koloniler kurması gerektiğini söyleyen Hawking’in -inceden inceye alaya alınarak yok sayılmasına da neden olan- teorileri, bir anlamda, artık hastalıklı hale gelen Dünya gezegenindeki yaşamın, “geride-geçmişte” bırakılması ve “yıldızlara-geleceğe” bakılmasıyla kurtulabileceğine işaret ediyordu. 

Kim bilir, belki de Hawking’in “sonsuz uzay, gezegenler ve yıldızlara.. dünyaya ve dünyanın bütün halklarına” veda ettiği o saatlerde, içerisinde Zamanın Kısa Tarihi kitabının okunduğu bir evde; “beni yaşamımla sorgula iki gözüm, beni yüreğimle, beni özümle, bilimle anla beni, felsefeyle anla beni, tarihle anla beni!” diye mırıldanan, haysiyetli bir vedanın ezgisi yankılanıyordu. 

Hawking'in “en yaşayan haliyle, sınırlı olmayan zamana” gittiği o saatlerde yaşanmış olabilecek böylesi bir sahne, kişisel tarihin meselesi olacağı için, kitleleri ilgilendirmese de hayatını kaybettiği 2018 yılında, sonuçları Dünya gezegeninin geleceğini ilgilendiren oldukça önemli bilimsel gelişmeler yaşanmıştı.

Mars’ın yüzeyinde dolaşıp örnek toplayarak sondaj yoluyla gezegenin yeraltı yapısını incelemek üzere “geliştirilen” Insight adlı uzay aracı, altı yıllık bir aradan sonra Kızıl Gezegen’e inen ilk insan yapısı olarak tarihe geçmişti.

Dünyanın en büyük teknoloji markası olan Apple’ın piyasa değeri 1 trilyon dolara ulaşmış, Kuantum mekaniği uzmanı bilim insanları, bir elektronu ilk defa güneşin yüzeyinden bir milyon kat daha parlak bir lazer ışın bombardımanıyla durdurmayı başarmıştı. 
 


Tarihte debelenen atlardan in, betona oyulmuş evlerden çık... “Göğe bakalım!”

2018 yılı, yüzyılın en kanlı ay tutulmasına da sahne olurken, oluk oluk kan akıtılan “yapay obalarda” küresel markalara ait teknolojilerle çekilen yerli ve atlı diziler, yine aynı küresel markalara ait ekran teknolojileriyle izlendikleri pazarlarda “mucizevi başarılar” kazanıyordu.

Bir medeniyetin sadece etrafta cirit atan atlara binip insan itlaf ederek, nasıl asırlarca ayakta kalabildiği ya da böyle bir “cinnetin” hangi insani medeniyet anlayışına sığdığıyla ilgilenmeyen “taptarihi” diziler, çocuklarına kitap alması gereken “pekşuurlu” ebeveynlerin yarattığı kılıç-kalkan ekonomisini canlandırmıştı.

Sürekli kıyım, öfke ve entrika pompalanan, merhamet, gayret ve müzakerenin hafife alındığı, bireysel iradeyi, aldatma en çok da aldanmaya meyilli kleptokrasilere ipotek etmenin yüceltildiği bu cinnet dizilerinin çekildiği platolarda rolü biten tarihe mâl olmuş oyuncular, atlarından inip, logolarında asil atlar olan arabalarla dış güçlerin adını taşıyan plazaların yolunu tutuyordu.

O plazalarda senaryo gereği, nedense tamamı toplumun kültürel kodları ve iddiasıyla uyumsuz hayatlar yaşayan karakterlerin, hangi toplumsal amaca hizmet ettiği belli olmayan roller oynadığı başka diziler çekiliyordu.

Dış güçler, insan aklını zorlayan sahnelere sahip bilim kurgu senaryolarını dizileştirirken, Türkiye’deki plaza dizilerinin insan haysiyetinin ve toplumsal değerlerin reytinge kurban edildiği sahnelerinde, her mevsim ve koşulda hayat teşhircisi olmaya koşullanmış ya çok saf ya çok entrikacı karakterler hedonist aşklar yaşıyor, iyiler en az kötüler kadar mermi ve insan harcıyordu. 

Söz konusu diziler, her geçen gün mantar gibi çoğalırken, evler ve insanlar arası boşluklara tahammül edemeyen, tüm boşluklara ya beton ya kin dökmeye adeta ant içmiş neferleri olan müteahhit loncası tarafından etrafa saçılan milyonlarca küp betona “oyulmuş” evlerde izleniyordu.

Betona sevdalandırılmış makbûl vatandaşlar, Avrupa’daki müteahhit sayısının on katından fazlasını âbât eden Türkiye’deki inşaat sektöründen, banka kredisiyle ev almadıklarında “looser” olarak dışlanıyor, ne pahasına olursa olsun geleceklerini ipotek etmeleri isteniyordu.

İpotek edilmiş geleceklerle evlere doldurulup ekran başına oturtulmuş bireylerin zihnine ekin eker gibi slogan eken televizyon yayınlarına, sosyal medya profillerinde kılıç-kalkan, bayrak-sancak resimleri kullanarak “kariyer” yapmış, “pekşuurlu”, “pekadanmış”, “büyük oyunu görme” uzmanları karar veriyordu. 

Bir zamanlar yaklaşık 800 bin kilometrekarelik ülke coğrafyasında yaşayan dağınık nüfusun, çeşitli sebeplerle, doğduğu yerde duramaz hale gelip/getirilip, rantı yüksek kentlerin yoluna, deresine, gölüne, denizine, ormanına ve dağına dökülen betonlara oyulan evlere tıkıştırılışının artık “pandemik bir salgın” haline geldiği bu dönemde, “Demokrasi” tarihi açısından da “çok önemli” bir gelişme yaşanmıştı.

Cumhurbaşkanlığı forsundaki onaltı yıldızla temsil edilen ve tarih boyunca “inanç, sadakat ve adanmışlık harcayarak” insansız kaldığı için çöküşe uğrayıp, her defasında yine “inanç, sadakat ve adanmışlıkla” yeniden ayağa kaldırılan “köklü” bir devlet geleneği olduğu iddiasına rağmen, binlerce yıldır nasıl “idare edileceğine” bir türlü karar verememiş olan Türkiye’de, yeni bir hükümet sistemine geçilmişti. 

Ticari bir işletmenin yönetimine talip olan bir kişi yahut politik mantalitenin, geçmişte onaltı şirket kurmuş olmasının aynı zamanda bir o kadarını da batırmış olduğu anlamına geldiğini hesap edebilecek kadar “kıvrak” bir ticari zekaya sahip olan ama nedense bazı yıkımları ısrarla kutsallaştıran toplumda “mucizevi” beklentiler uyandıran bu yepyeni hükümet sisteminin sembolik töreninde, “milletin huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılınmayacağına”, tarihin huzurunda yemin edilmişti.

Tarihin sadece şahitlik ve savunma durumlarında huzura davet edildiği bir anomiler ve toplumsal patlamalar evreni de olan Türk demokrasisi, bu yönüyle düşünüldüğünde benzer birçok yemini öğüterek tanınmaz hale getiren ve hiç buharlaşmayacak gibi duran bir kara deliği andırıyordu.

Bu kara deliğin, olay ufkunda icat edilen “taptarihi bilinç”, son çeyrek asrın kriz ve karar anlarında arkasına saklanılan bir meşruiyet alanı olarak yükselmiş, bu yükselişi sağlayan kesimlerin geçmişle “hesaplaşma” ve kendi geleceklerine “yer açma” aracı olarak düşünüldüğü için de “gerçekliğin” değil, içinde yaşanılan zamanın; olmuş/olunmuşlarını verecek şekilde kurgulanmıştı.

Bu yönüyle sosyoekonomik, kültürel ve siyasi motivasyonları olan ve “prime time eğlencesi” olarak kalması gerekirken, siyasi politika ilhamı olarak kullanılan popüler tarih, arabesk ve romantik bir geçmiş zaman arayışının nostaljik tatminini sağlıyordu.

Şimdiki zamanı, sınırsız “aldanma” özgürlüğüyle yaşanmaz hale getiren siyasetin, hep gelecekte ulaşılacak bir ideal peşinde koşturduğu bireyler, hiç ulaşılamayacak “gelecekle”, bir türlü yaşanamayan “şimdiki zamanın” arasında “geçmişe kaçmış”, geçmişte kazanılmış zaferler, gidilmiş coğrafyalar, aşılmış engeller ve yazılmış destanların gölgesine sığınarak dış güçlere ait ekran teknolojilerinden duyurulan galaksi haberlerinin, geleceğin tarihine nasıl yön verdiğini tahayyül dahi edememişlerdi.

Geçmişin sığınılan bir fetiş alanına dönüştürülmesiyle kurgusal bir “biz ve onlar” dünyası yaratılmış, “iyiler ve kötüler”, “aydınlık ve karanlık” ve nihayet “vatanseverler ve hainler” şeklinde, ihtiyaç duyulduğunda, “maraz çıkaran” unsurların gömülebileceği çok sayıda “sosyotabutluk” inşa edilmişti.

Geleceğin tarihine dair en ufak bir fikri olmayan siyasetin geçiştirdiği şimdiki zaman ve peşinden koşturduğu gelecekten kaçarken sığınılan “taptarihi geçmiş”, gerçeklikle herhangi bir ilgisi olmasa da yaşandığına ikna olunan kurgusal hatıra ve sloganların, geleneğin, haysiyetin ve hakikatin üzerine boca edilmesi için kullanılmıştı.


“Dönmeyeceğimiz bir yer beğen, başka türlüsü güç… Göğe bakalım!”

Kolektif aklı besleyen bir kaynak olmaktan çıkarılıp, temel sosyokültürel yapıştırıcıya ve fetişe dönüştürülen bir tarih bilinci, her şeyden önce bu bilincin ekilmeye çalışıldığı kolektif zihni zehirleyecektir.

Bu zehirlenme, Hegel’i haklı çıkaracak şekilde, hep söylendiği üzere insanlar ve devletlerin tarihten “ders aldıkları” değil, anomik patlamalara yahut çöküşe sürüklenirken, marş söylemek ya da ağıt yakmak için ilham aldıkları olay ufkundaki tuhaf fenomenlerdendir.

Sosyolojik anlamda, bir kara deliğin çekim alanına sürüklenen herhangi bir sosyal oluşum ve ışınımın, tamamen yutulmasının ne kadar sürdüğü hesaplanabilir olmadığı için, modern zamanlarda tarih bilinci marş ve ağıttan başka değer üretemeyen toplumların çöküşe sürüklenirken aslında ne yaşadıkları, geleceğin tarihinin utancı olarak kalacaktır.

Nihayet 2020 yılına düşe kalka ulaşabilen Anadolu, geleceğin tarihinin olay ufkunda, “atıp bir kıyıya iki zamanı” yeniden ve yine aynı yerden tıkanarak, sosyofiziksel bir savrulmanın eşiğine gelmiş, yani aslında saplandığı geçmişten bir türlü çıkamayarak geleceğin tarihine gömülmüştür!

Düşün, uzay çağında bir ayağımız, ham çarık, kıl çorapta olsa da biri. Düşün, olasılık, atom fiziği!

 


Kaçınılmaz bir çöküşün hemen öncesinde yaşanan bu tanıdık gelişmeler, Türk demokrasi tarihinde 80 yıl önce yaşanan benzer sahneleri çağrıştırmaktadır.

Aynı filmi toplumsal hafızasından yansıyan görüntülerin bulunduğu belleğinde tekrar tekrar yaşamış olan kolektif bilincin, bu yepyeni ama “çok eskimiş” çöküş eşiğinden bu defa fiziksel ve zihinsel bütünlüğüyle çıkabilmesi, artık bir “haysiyet meselesi” olmalıdır.

Nitekim 80 yıl önceki benzer bir tarihi eşikte hafızası ve haysiyetine sahip çıkma cesareti olan “îz’anlı” bir vatandaşın, o sırada kurulmakta olan yeni partinin “reisine” yazdığı “açık mektup”, siyaset evreninde yeni kara deliklere savrulmadan ve geçmişten semiren değil gelecekten beslenen sosyal bir düzeni gerçekten kurmak isteyen tüm siyaset yolcularına gönderilmiş bir galaksi rehberi gibidir.

El verir ki evrenin uçsuz bucaksız mümkünlerini, kuşaklardır ıskalamaktan artık utanç duyarak, ait olduğu kolektif bilincin mirasına ve haysiyetine sahip çıkma cesaretiyle, arınmış, inanmış ve adanmış bir toplum dinlesin!  
 

 

Yeni Fırka Liderine Açık Mektup

Efendim; Siyasi fırka girişiminizdeki muvaffakiyetinizin daim olması temennisi ile son yirmi senelik tarihsel olayları dikkate almanızı rica ederim. Ahrarlar, İttihat ve Terakkiler, İtilafçılar ve bilmem neler ne güzel programlarla ortaya atıldılardı.

Fakat hepsi de çarçabuk sarsıldılar ve tutunmak için zulme dayandılar ve neticede ne çirkef kanallardan geçtiler ve nasıl can verdiler! 

Bunların hepsi de fena şahsiyetlerden mi müteşekkildi? Şüphesiz değildi. Pek iyi bilirsiniz ki içlerinde vatanı uğruna titreyenler de çoktu. O halde neden muvaffak olamadılar? 

Kısaca söyleyivereyim; dalkavukların ve vatansızların istilasına uğradılar da onun için. Üzülerek söylüyorum ki memleketimizde eksik değildir.

Ayak bastıkları tarlayı merhametsizce kuruturlar. Aynı zamanda kuyumcu aletlerinden de daha hassastırlar. Bunlara 'hacıyatmazlar' da diyebiliriz.

Bir gün gelir, padişahçıdırlar vahdetîlere akıl hocalığı yaparlar. Öbür gün en koyu ittihatçıdırlar fakat her ihtimali nazarı dikkate alarak itilafçılara da hafiyelik yaparlar.

Devir değişir. O kara günlerde, İstanbul’da İngilizlerin 'Türk Finiş' dedikleri zaman sömürge olma taraftarıdırlar.

Kapıları ecnebi zabitlerine daima açıktır. Çok hassastırlar: Mustafa Kemal’in zafer kazanacağını hisseder etmez hemen istiklâlcidirler. Çok vatanperverdirler. Ve Anadolu’ya faydalı raporlar yollarlar. 

Kadınları da kızları da her ne pahasına olursa olsun muvaffakiyetlerini kolaylaştırırlar. İçlerinde istiklal madalyası alanları bile vardır.

Muhterem Beyefendi, bunlardan sakınınız. Muvaffakiyetiniz, saadetiniz ve memleketin selameti namına, dalkavuklardan ve hacıyatmazlardan sakınınız.

Vatan ve millet mefhumları onlar için meçhuldür. Fakat hiçbir zaman yere düşmezler, daima hacıyatmazdırlar. 
 


Muhterem Beyefendi, düşmandan korkulmaz. Çünkü ona karşı tedbir alınır ve onunla dövüşülür.

Türk milleti bir cihana karşı muvaffak olmuştur. Fakat bunlardan daima korkulmalıdır. Dost görünen düşmanlardan.

Eğer mevcut hükümet, bütün hüsnü niyet ve iktidarına rağmen muvaffak olamıyorsa hacıyatmazların ve dalkavukların ortalığı istilasındandır. Onlar, örümcekler gibi ağlarını kurmaktadırlar. 

Vatanın hizmetlerine muhtaç olduğu namuskâr ve fedakâr iş adamlarının faaliyete geçebilmeleri, hacıyatmazların sindiği, yani vatanın itibarlı dönemlerine has mı kalacaktır?

Bunu bize bir daha Allah göstermesin. Benim en büyük saadetim vatanımın bu güneşli havasında hürriyetimle teneffüs etmektir.

Burası da anlaşıldıktan sonra maruzatıma netice vereyim: Fırkanıza hücum için dalkavukların ve hacıyatmazların ilgisi faaliyettedir. En hassas terazilerle kuvvetinizi ölçüyorlar.

Eğer onlar fırkanızı istila ederlerse ve siz ekseriyeti onların yardımıyla kazanırsanız emin olunuz ki o günden itibaren her şeyi kaybettiniz. 

Baki bu kubbede bir hoş seda Beyefendi. Millet sükûn istiyor, sükûn içinde yaşamak istiyor. Fakat kanun namına, kanunsuzluk sayfalarının da ebediyen kapanmasını istiyor. 

(15 Ağustos 1930, Son Posta gazetesi)


Velhasıl ey yolcu, hepimiz “birden sevinebiliriz”, yeter ki “göğe bakalım!”

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU