Gözler bazen bir mezarlık gibidir.
Bakmazsın; daha çok gömdüklerinle yaşarsın.
Her bakış, toprağın altına biraz daha bastırılmış bir anıdır.
Kimi zaman bir yüzü, kimi zaman bir su sesini, kimi zaman da affedemediğin bir kendini gömersin toprağa.
Benim gözlerimde o hâlâ var…
Bir gülüşün, bir dokunuşun, bir susmanın kalıntısı.
Ne zaman aynaya baksam, kendi suretimin arkasında onun siluetini seçiyorum.
Gözlerimin içinde yaşayan bir hayalet gibi…
Ne tamamen var, ne tamamen yok.
Sanki varlığım, onun yokluğunu taşımak için yaratılmış gibi…
O gittiğinden beri evde hiçbir şey değişmedi. Ama her şeyin yeri farklı.
Eşyalar, bir bilincin içinde sıkışmış anılar gibi; dokunuyorsun, ama anlamı elinde kalıyor.
Sandalyesi hâlâ aynı yerde…
Ama ona baktığımda, gölgenin içinde başka bir gölge daha görüyorum.
İlk başta onun yansıması sandım.
Sonra anladım: Bu, benim suçumun silueti; hem de suç mahallinin tam ortasında!
Geceleri konuşuyoruz.
Bazen sesi çok uzaktan geliyor, bazen kulağımın içinden süzülüyor.
Bir keresinde banyoda buğulanmış aynaya baktım; üzerinde parmakla yazılmış bir cümle vardı:
Sen neden hâlâ buradasın?..
Oysa ben o akşam hiçbir şey yazmamıştım sanki.
Başka bir sefer çekmecede kırılmış bir ayna buldum.
Aynaya baktım; yüzümün ardında onun siluetini gördüm.
Aynanın arkasına tırnaklarımla kazınmış bir cümle vardı:
Eğer bir gün beni gerçekten hatırlarsan, artık burada olmayacağım…
O an, odada bir ses duydum. Sanki biri mutfakta su kaynatıyordu.
Gittim… Fincanlardan biri doluydu, kahve tütüyordu.
Elimi uzattım; fincanın içi buz gibiydi.
Sonra duydum onu; arkamdan fısıldadı:
“Hatırladın mı artık?…
Zaman artık doğrusal değil. Sabahları bazen akşam gibi yaşıyorum; bazen geçmiş, geleceğe sızıyor.
Kafamdaki silüetler, gelecekten güne el uzatmış gibi kulağıma fısıldıyor:
Hatırla…
Bir sesin, bir anının, bir nefesin iç içe geçtiği bir labirentteyim.
Her şey onunla bitmiş gibi, ama her şey hâlâ onunla sürüyor.
Burası bir tür zamansız suç mahalli…
Tanık da, fail de, kurban da benim.
Bir gece, o kazınmış cümleyi hatırlarken bir görüntü geri geldi.
Bir ışık yanıp söndü, cam kırıkları gibi bir an patladı zihnimde: yağmur, direksiyon, çığlık… suyun soğukluğu.
O an uzun değildi; bir kelime, bir nefes kadar.
Tartışıyorduk. O "Git" dedi, ben gitmedim.
Frene bir an geç bastım…
Ve o an, hayatla ölüm arasındaki çizgi suya karıştı.
Onu ben öldürdüm…
Ama sonra bir şey oldu, ya da hiçbir şey olmadı.
Çünkü o, sabah kahvaltıda yine karşımdaki sandalyede, gözlerimin içine baka baka oturuyordu.
Elinde fincan, tekrar bana baktı ve gülümsedi.
O an fark ettim ki duvardaki yansımasında ben yoktum.
Gözlerimi kapattım.
Bir uğultu yayıldı odanın içinde, sanki tüm sesler aynı anda nefes alıyordu.
Uzaktan bir hemşirenin sesi geldi:
Artık sakinleşti, dozu biraz düşürün…
Bir kapı kapandı.
Bir sessizlik.
Gözlerimi açtım.
Beyaz duvarlar, metal bir yatak, titreyen bir floresan lambası…
Karşımda bir sandalye.
Ve o, orada oturuyordu.
Gülümsedi, elini uzattı.
Parmaklarımda hâlâ onun sıcaklığını hissediyorum.
Ama hemşireler her sabah aynı şeyi söylüyor:
Bayım, orada kimse yok.
Dünya artık önü alınamaz bir akıl hastanesine benziyor.
Herkes kendi halüsinasyonunu seviyor, kendi yalanında teselli buluyor.
Kimi ölmüş birine kahve koyuyor, kimi hâlâ yaşayan birine dua ediyor.
Uzakta bombaların sesiyle uyanılan sabahlar var;
Sınırların ardında sürüklenen göçmen kervanları,
Toprağın altında kalmış çocuk oyuncakları,
Şehirlerin ortasında yankılanan çığlıklar…
Gerçek, dokunduğunda eriyen bir maddeye dönüştü;
Acı bir istatistiğe indirgenmiş durumda.
Artık kimse görmek istemediği şeyi görmüyor.
Bir toplumsal şizofreni sarmalında törpüleniyoruz.
Aynı bedende birden fazla "biz" var,
Ama hiçbirimiz tam olarak hayatta değiliz.
Belki de umut çoktan öldü.
Biz sadece onun hayalini yaşatıyoruz;
Tıpkı benim, o sandalyede hâlâ oturan siluetini yaşattığım gibi.
Bazen düşünüyorum:
Belki de ben, insanlığın deliliğinin küçük bir fragmanıyım.
Belki de hepimiz, kendi kaybımızla konuşan sessiz delileriz.
O ölmedi aslında.
Sadece biçim değiştirdi.
Bir kahve kokusunda, bir rüzgâr uğultusunda ya da gecenin tam ortasında duyulan o tek cümlede yaşıyor:
Hatırladın mı artık?
Evet…
Hatırladım.
Biz, umudu öldürdük sandık.
Oysa o ölmedi; sadece biçim değiştirdi.
Şimdi sessizliğin içinde, yıkımın tam ortasında nefes alıyor.
Bazen bir çocuğun gözünde,
Bazen bir yabancının merhametinde beliriyor.
Umut artık yüksek sesli bir inanç değil,
Ama hâlâ orada…
Görülmeyi bekleyen bir fısıltı kadar canlı.
Ve belki de deliliğimizin tek kurtuluşu bu:
O fısıltıyı duymaktan vazgeçmemek.
Çünkü umut artık bizimle aynı hastanede yaşıyor;
Ama hâlâ nefes alıyor…
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish