Radikalleşme, kelime kökü itibarıyla "kökene dönmek" anlamına gelse de, modern toplumsal ve siyasal bağlamlarda bu kavram genellikle mevcut düzenle köklü bir hesaplaşmayı, hatta reddi temsil eder.
Kavramın çağrışımları zaman içinde dönüşmüş; özellikle 20'nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, çoğunlukla şiddetle özdeşleştirilen bir içerik kazandı.
Anak bu indirgeme, radikalleşmenin farklı biçimlerini göz ardı etmek anlamına gelir.
Zira her radikalleşme süreci şiddeti doğurmaz; bazıları sistem içi muhalefet biçimlerinde ya da entelektüel karşı duruşlarda kendini gösterir.
Bu nedenle, radikalleşmeyi yalnızca dışsal eylemlere indirgemeyen çok katmanlı bir teorik çerçeveye ihtiyaç vardır.
Sosyal bilimler literatüründe radikalleşme süreci genellikle üç temel yaklaşımla ele alınır: bireysel-psikolojik, yapısal-toplumsal ve kültürel-ideolojik.
Bireysel yaklaşımlar, radikalleşmenin arkasında çoğunlukla bireyin yaşadığı travmaları, dışlanmışlık hissini veya kimlik bunalımını görür.
Özellikle Marc Sageman'ın "bireysel yolculuk" kavramsallaştırması, radikalleşmenin sosyal ağlar ve aidiyet arayışı üzerinden nasıl şekillendiğini açıklar.
Bireyin anlam arayışı, yalnızlıkla birleştiğinde, özellikle dijital çağda çevrim içi topluluklar üzerinden yeni bir "cemaat" inşa etme çabası, radikalleşmenin kapısını aralayabilir.
Diğer yandan, yapısal ve toplumsal açıklamalar daha geniş bir perspektif sunar.
Paul Gilroy gibi düşünürlerin vurguladığı gibi, özellikle Batı'daki azınlık topluluklarının yaşadığı sistematik dışlanmışlık, eşitsizlik ve temsilsizlik, radikal kimliklerin oluşmasında önemli bir rol oynar.
Bu yaklaşımlar, bireyin yaşadığı sorunları bireysel başarısızlıklar olarak değil, içinde bulunduğu toplumsal bağlamın sonucu olarak görür.
Özellikle göçmen kökenli gençlerin kent gettolarında maruz kaldığı dışlanmışlık, kamusal alanda görünmezlik ve güvenlik politikalarının hedefi hâline gelmeleri, radikalleşmeyi bir tür "var olma biçimi"ne dönüştürebilir.
Kültürel-ideolojik perspektif ise radikalleşmeyi, modernitenin anlam üretimindeki krizleriyle ilişkilendirir.
Hannah Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" tezi, bireylerin ahlaki düşünme yetisini kaybetmeden de aşırı eylemlere sürüklenebileceğini ortaya koyar.
Bu durum, bireyin içinde bulunduğu ideolojik yapının, geleneksel ahlaki sınırları nasıl erozyona uğratabileceğini gösterir.
Bu noktada, gelenek ile radikalleşme arasındaki ilişki de önem kazanır.
Geleneksel yapılar, çoğu zaman radikalleşmeye karşı bir denge unsuru gibi görülse de, seçici yorumlar ve tarihsel bağlamdan koparılmış dogmatik okumalar aracılığıyla, radikalleşme sürecinin taşıyıcısı hâline de gelebilir.
Radikalleşmeyi anlamak, onu ahlaki yargıların ötesine taşıyarak bir süreç olarak kavramayı gerektirir.
Bu süreç, bireyin içsel dünyasındaki dönüşümlerle olduğu kadar, onu kuşatan yapısal, tarihsel ve kültürel dinamiklerle de şekillenir.
Günümüzde radikalleşme: Yeni dinamikler
Geleneksel anlamda radikalleşme, çoğunlukla örgütlü yapılara bağlı ideolojik dönüşümlerle açıklanırken, günümüzde bu süreç bireyselleşmiş, hızlanmış ve görünüşte dağınık bir yapıya bürünmüştür.
Bu dönüşüm, yalnızca biçimsel değil, aynı zamanda epistemolojik bir kırılmayı da beraberinde getirmiştir.
Artık bireyler, kendilerine ait sanal hakikat evrenleri içinde, klasik ideolojik kalıplardan bağımsız ama onlarla akraba duygusal yönelimlerle radikal eğilimler geliştirebilmektedir.
Bu yeni süreçte, dijital mecralar hem hızlandırıcı hem de yönlendirici rol üstlenmektedir.
Sosyal medya platformları, bireyin hem dünyayı algılama biçimini hem de kendini ifade etme kanallarını köklü şekilde dönüştürmüştür.
Günümüz insanı artık gerçekliğe doğrudan değil, algoritmaların süzgecinden geçmiş bir "dijital yankı odası" aracılığıyla ulaşmaktadır.
Bu durum, farklı görüşlerle temas kurma imkanını azaltmakta, bireyi yalnızca benzer düşünenlerle kuşatılmış bir bilgi evrenine mahkûm etmektedir.
Böylece eleştirel düşünce gerilerken, aidiyet hissi kuvvetlenir; bu da radikalleşme için psikolojik ve bilişsel bir zemin hazırlar.
Bir başka önemli unsur, dijital ortamların bireyin görünmezliğini artırmasıdır.
Gerçek hayatta dışlanmış, görünmez veya etkisiz hisseden bireyler, çevrim içi kimlikler üzerinden yeniden var olma imkanı bulmakta, bu varoluş çoğu zaman "radikal bir aidiyet" içinde vücut bulmaktadır.
Bireyin kendi küçük hakikat cemaatine dahil olması, yalnızca fikirsel bir yöneliş değil, aynı zamanda varlıkla ilgili bir yeniden konumlanmadır.
Bu anlamda çevrim içi radikalleşme, yalnızca ideolojik değil, varoluşsal bir boşluğu doldurma arzusudur.
Dahası, çağımızda "görselliğin tahakkümü" de radikalleşmeyi besleyen bir başka dinamik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Özellikle terör örgütlerinin propaganda videoları, ikonografik imgeleri ve estetikle kurgulanmış şiddet anlatıları, yeni nesil radikalleşme biçimlerinde merkezi bir rol oynamaktadır.
Burada mesele yalnızca mesajın içeriği değil, o mesajın sunuluş biçimidir.
Şiddet artık yalnızca eylem değil, bir temsil biçimi, bir "anlam dili" hâline gelmiştir.
Bu noktada, geleneksel yapılarla olan ilişkinin de değiştiği görülür.
Geçmişte birey, bir topluluk içinde radikalleşirken, bugün radikalleşmiş bireyler dijital ortamda kendi topluluklarını inşa etmektedir.
Bu da klasik toplumsal bağların çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan boşluğu, sanal ve çoğu zaman yüzeysel bağların doldurduğu bir döneme işaret eder.
Ancak bu yüzeysellik, çoğu zaman radikalleşmenin derinliğini azaltmaz; bilakis, daha yaygın ve sinsi bir hale getirir.
Artık mesele yalnızca hangi ideolojiye radikalleşildiği değil, nasıl, ne hızla ve hangi mecralar üzerinden radikalleşildiğidir.
Bu yönüyle günümüz radikalleşmesi, klasik dönemlere kıyasla daha akışkan, daha bireysel ve daha çok yönlüdür.
Bu yeni dinamiklerin anlaşılması, sadece güvenlik politikaları açısından değil, toplumsal bütünlüğün inşası ve korunması açısından da büyük önem taşımaktadır.
Devlet politikaları ve radikalleşmeyle mücadele
Radikalleşmeyle mücadelede devletlerin başvurduğu politikalar, tarihsel olarak çoğunlukla güvenlik odaklı bir mantık çerçevesinde şekillenmiştir.
Radikal gruplar, çoğu zaman ulusal güvenliğe tehdit oluşturan unsurlar olarak tanımlanmış; bu tanımın doğal bir uzantısı olarak da mücadele stratejileri, çoğunlukla baskı, takip, istihbarat ve cezalandırma eksenli olmuştur.
Oysa radikalleşme sadece bir güvenlik sorunu değil, aynı zamanda sosyolojik, psikolojik ve kültürel bir olgudur.
Dolayısıyla mücadele yöntemleri de çok katmanlı, çok boyutlu ve toplumsal bütünleşmeyi önceleyen bir çerçevede tasarlanmalıdır.
Güvenlik merkezli yaklaşımlar, kısa vadeli tehditleri bertaraf etmekte etkili olsa da, radikalleşmeye yol açan yapısal koşulları ortadan kaldırma konusunda çoğu zaman yetersiz kalmaktadır.
Özellikle marjinalleşmiş bireylerin yalnızlaştırılması, fişlenmesi ya da kategorik olarak dışlanması, tersine radikalleşme sürecini hızlandırabilmektedir.
Aşırı kontrol mekanizmaları, radikal eğilimleri yer altına iterek daha izole, daha tepkisel ve daha kontrolsüz formlarda büyümesine zemin hazırlayabilir.
Bu da devletin "güvenliği sağlama" refleksinin, farkında olmadan "güvensizlik üretme" sonucunu doğurabileceği anlamına gelir.
Bu noktada bazı devletlerin geliştirdiği önleyici ve bütünleştirici politikalar dikkat çekicidir.
Özellikle Avrupa'da geliştirilen "de-radikalizasyon" programları, bireylerin radikal söylemden koparılmasını, topluma yeniden kazandırılmasını ve alternatif kimlik alanlarının oluşturulmasını hedeflemektedir.
Almanya'daki HAYAT (Help for people leaving extremist groups), Danimarka'daki Aarhus modeli ya da İngiltere'deki Prevent stratejisi bu çerçevede örnek verilebilir.
Ancak bu programlar genellikle 2 temel eleştiriye maruz kalmaktadır:
- İlki, bu programların hedef kitlesinin çoğunlukla Müslüman bireylerle sınırlı tutulması;
- İkincisi ise radikalleşmenin yapısal nedenlerini değil, yalnızca semptomlarını hedef almasıdır.
Öte yandan, bu programlarda uygulanan pedagojik ve psikolojik destek mekanizmaları, radikalleşmeye karşı bireysel direnç geliştirmenin mümkün olduğunu da ortaya koyar.
Özellikle aileyle kurulan bağların yeniden inşası, sosyal çevrenin rehabilite edilmesi ve istihdam-eğitim eksenli entegrasyon çalışmaları, radikalleşmenin önüne geçilmesinde önemli rol oynayabilir.
Burada mesele, yalnızca "radikal bireyi dönüştürmek" değil, onu radikalleştiren sosyal zemini de dönüştürmeye yönelik bütünsel bir irade ortaya koyabilmektir.
Türkiye'de ise radikalleşme genellikle dinî temelli tehditler üzerinden tartışılırken, etnik, siyasi ya da seküler radikalleşme biçimleri yeterince analiz edilmemekte ya da toplumsal hafızada ikincil planda kalmaktadır.
Oysa radikalleşme, yalnızca bir mezhebin ya da ideolojinin sorunu değil; marjinalleşen tüm toplulukların potansiyel eğilimidir.
Bu nedenle mücadele stratejileri, yalnızca güvenlik güçlerinin değil, aynı zamanda eğitim kurumlarının, ailelerin, dini liderlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve medyanın ortak sorumluluğu olarak ele alınmalıdır.
Devletin radikalleşmeyle mücadelesi, sadece tehditleri bastırma değil, toplumu dönüştürme sorumluluğu da taşımalıdır.
Geleneksel değerleri korurken toplumsal kapsayıcılığı artıran, güvenlik ile özgürlük arasında denge kuran, bireyi düşmanlaştırmadan toplumla bağ kurmasına imkân veren stratejiler, uzun vadeli çözüm için zorunludur.
Devletin asli görevi, sadece düzeni korumak değil, o düzenin her birey için adil ve anlamlı bir zemin oluşturmasını sağlamaktır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish