New York'ta gerçekleştirilen BM Yüksek Düzeyli Uluslararası Konferansı, Filistin meselesine ilişkin diplomatik söylemin yeniden şekillendiği bir platform oldu.
Türkiye, Fransa, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır, Endonezya gibi bölgesel ve küresel aktörlerin yanı sıra, Avrupa Birliği ve Arap Birliği'nin katılımıyla imzalanan New York Bildirisi, toplam 42 maddeden oluşan kapsamlı bir diplomatik çerçeve sundu.
Bildirinin normatif temeli, uluslararası hukukun ve BM kararlarının Filistin meselesinde tek meşru çözüm zemini olduğu vurgusuna dayanıyor.
Bu bağlamda özellikle 1967 sınırlarına atıf yapılması, iki devletli çözüm vizyonunun hâlâ küresel diplomasi içinde "ortak payda" olarak varlığını koruduğunu gösterdi.
Ayrıca bildiride, İsrail'in işgal altındaki topraklarda demografik yapıyı değiştirmeye yönelik eylemlerinin uluslararası hukukla bağdaşmadığı açıkça ifade edildi.
Bu vurgu, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri'nin sivillerin korunmasına ilişkin hükümleriyle doğrudan ilişkilendirilebilir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bildirinin bir diğer öne çıkan boyutu, insani krize yapılan güçlü göndermeydi.
Gazze'deki sivil kayıplar, altyapının sistematik biçimde hedef alınması, açlık ve kuşatma politikaları, yalnızca siyasi değil aynı zamanda hukuki ve ahlaki bir sorun olarak ele alındı.
Bu çerçevede, insani yardım koridorlarının acilen açılması ve sivillerin korunmasına yönelik önlemler alınması çağrısı, bildirinin insani hukuk perspektifini güçlendirdi.
Diplomatik bağlamda bu bildiri, İsrail üzerinde artan uluslararası baskının bir göstergesi olarak da okunabilir.
İsrail'in BM kararlarına uymaması ve sahada fiili durum yaratma stratejisi, bildirideki net ifadelerle karşılık buldu.
Aynı zamanda bildirinin imzacılar arasında farklı kıtalardan, farklı güvenlik önceliklerine sahip devletlerin bulunması, Filistin meselesinin hâlâ evrensel bir normatif mesele olarak algılandığını teyit etti.
BM Genel Kurulu öncesinde Filistin'i tanıma açıklamaları
Bu yıl gerçekleştirilecek 80. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Filistin meselesinde uzun zamandır görülmemiş ölçekte diplomatik hareketliliğe sahne olmaya hazırlanıyor.
Temmuz sonu ve ağustos başında bir dizi devlet, Filistin Devleti'ni tanıma yönünde açık siyasi irade beyanında bulunarak, BM Genel Kurulu'na giden süreci hem sembolik hem de pratik açıdan hızlandırdı.
Bu sürecin en dikkat çekici açıklamalarından biri, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'dan geldi. Macron, Fransa'nın Eylül ayında yapılacak BM Genel Kurulu oturumunda Filistin'i resmen tanıyacağını ilan ederek, G7 içinde bu adımı atan ilk Batılı ülke olma konumunu elde etti.
Bu açıklama, yalnızca Fransa'nın Ortadoğu politikasında değil, Batı blokunun Filistin meselesine yaklaşımında da önemli bir kırılma potansiyeli taşıyor. Paris yönetimi, kararını hem iki devletli çözüm vizyonunun gerekliliğine hem de uluslararası hukuka uyum ilkesine dayandırarak, adımın normatif temellerini özellikle vurguladı.
Kanada Başbakanı Mark Carney ise, ülkesinin BM Genel Kurulu'nda Filistin'i tanıma kararı alacağını duyurdu. Carney'nin açıklaması, Ottawa'nın geleneksel olarak daha temkinli ve müzakere odaklı dış politika çizgisinde bir ton değişimini işaret ediyordu. Kanada'nın bu hamlesi, özellikle Kuzey Amerika'nın diplomatik ikliminde yeni bir sayfa açabilecek nitelikte.
Benzer şekilde Avusturalya ve Malta Başbakanları, ülkesinin BM Genel Kurulu'nda Filistin'i tanıyacağını bildirdi. Malta gibi küçük ama Avrupa Birliği içinde orantısız biçimde etkili olabilen devletlerin bu tür adımları, özellikle AB'nin ortak dış politika çizgisine dönük baskıyı artırabilir.
Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer ise, Londra'nın Filistin'i tanıma yönünde adım atabileceğini belirtti. Bu açıklama, Birleşik Krallık'ın Ortadoğu politikasında pragmatik esnekliği koruduğunu, ancak uluslararası toplumun genel yönelimine tamamen kayıtsız kalmadığını gösterdi.
Geleneksel diplomasi ile dönüşümsel adımların kesişim noktası
Uluslararası ilişkilerde "gelenek" ve "dönüşüm" çoğu zaman birbirine zıt kavramlar olarak ele alınsa da Filistin meselesinde son dönemde yaşanan gelişmeler bu ikilinin aynı düzlemde buluşabileceğini gösteriyor.
New York Bildirisi, tarihsel olarak kökleşmiş iki devletli çözüm vizyonunu ve uluslararası hukuk normlarını bir kez daha teyit ederek, geleneksel diplomasiye sadık kalmıştır.
Buna karşılık, BM Genel Kurulu öncesindeki tanıma açıklamaları, mevcut statükoyu zorlayan ve yeni diplomatik gerçeklikler yaratma potansiyeli taşıyan dönüşümsel adımlar niteliğinde.
Geleneksel diplomasinin bu bağlamdaki en önemli işlevi, meşruiyet zeminini koruma kapasitesidir.
1967 sınırlarının temel referans noktası olarak yeniden vurgulanması, BM kararlarının uluslararası toplum nezdindeki normatif üstünlüğünü pekiştiriyor; bu da devletlerin barış sürecinde aynı dil ve hukuk çerçevesi üzerinden müzakere etmesini mümkün kılıyor.
Bu yönüyle New York Bildirisi, diplomatik sürekliliğin garantörü rolünü üstleniyor.
Öte yandan dönüşümsel adımlar, bu meşruiyet zeminini yalnızca korumakla kalmayıp, onu sahadaki güç dengelerini değiştirecek biçimde uygulamaya koyma iradesi taşır.
Fransa, Kanada, Avusturalya ve Malta'nın tanıma açıklamaları, diplomatik söylemi fiili tanıma eylemine dönüştürerek, statükoyu aşındıran bir ivme yaratmaktadır.
Bu tür hamleler, geleneksel çerçevenin ötesine geçerek, uluslararası ilişkilerde normatif hedeflerin stratejik araçlara dönüşmesini sağlar.
Bu kesişim noktası aynı zamanda esneklik ve denge üretir.
Örneğin, Türkiye'nin New York Bildirisi'ndeki Hamas maddesine şerh düşmesi, geleneksel diplomatik ittifakların içinde dahi farklı pozisyonların mümkün olduğunu gösterir.
Bu esneklik, bir yandan ittifakların geniş tabanlı kalmasını sağlarken, diğer yandan her aktörün kendi güvenlik ve dış politika önceliklerini muhafaza etmesine imkân verir.
Dolayısıyla Filistin meselesinde bugün gözlemlenen tablo, geleneksel diplomasi ile dönüşümsel adımların karşıt değil, tamamlayıcı olduğunu ortaya koyuyor.
Gelenek, diplomatik meşruiyetin ve sürekliliğin teminatı olurken; dönüşüm, uluslararası sistemin durağan yapısını zorlayarak yeni fırsat alanları yaratıyor.
Bu iki eksenin birlikte hareket etmesi, hem barış sürecine hem de uluslararası hukukun güçlendirilmesine katkı sağlayabilecek nadir bir sinerji doğurur.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish