Celalettin Can'ın, Independent Türkçe için Erdoğan Aydın ile gerçekleştirdiği röportajın üçüncü kısmı, "Yanlış İliklenen Düğme" kitabı ekseninde cumhuriyetin emeğe ve toplumsal haklara yaklaşımını derinlemesine tartışmaya devam ediyor.
İlk bölüm "Erdoğan Aydın ile 'Kardeşlikten İnkâra Cumhuriyetin Kürt Politikaları' üzerine (I)", ikinci bölüm ise "Demokratik Cumhuriyetin İmkânları ve Tasfiyesi üzerine (II)" başlıklarıyla yayımlanmıştı.
Bu üçüncü bölümde ise emeğin tarihsel tasfiyesi ve rejimin sınıf politikaları ayrıntılı şekilde irdeleniyor.
Erdoğan arkadaşım, "Yanlış İliklenen Düğme" kitabından hareketle sürdürdüğümüz röportajın üçüncü bölümünü gerçekleştireceğiz. Genellikle pek değerlendirilmeyen, oysa toplumsal çözümleme açısından son derece önemli bir konu olan ifadeler var. Emsal olsun; "Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir" gibi... Peki ama somut yaşıyor, izliyoruz: Gerçek durum bu mu?
Ne yazık ki değil. Olgular ekseninde yaptığım uzun irdelemeler, bu tip söylemlerin birer propaganda ifadesinden öte anlam taşımadığını gösteriyor ne yazık ki …
Önceki bölümde vatandaşlık hakları ve cumhuriyet standartları açısından yaptığımız irdeleme de bu açıdan bize çok şey söylüyor gerçi, ama emeğin ve emek siyasetinin Cumhuriyet sürecinde karşılaştığı muamele, rejimin niteliğini belirginleştirmek açısından ayrı bir önem taşır.
Bugüne kadar "cumhuriyet'in ilericiliği", "gericiliğe karşı mücadele" retoriği ile ispat edilegeldi. Bunun tozu dumanı içinde cumhuriyetin emek karşısında aldığı tutum görünmez kılındı. Öyle ki kimi komünistler bile, ilericilik adına emeğe karşı izlenen siyaseti görmezden gelme yoluna savruldu.
Oysa sürecin bu yanı irdelenmeden, bırakın ilericilik ve devrimciliği, cumhuriyetçiliğin bizzat kendisi bile gerçek anlamda aydınlatılamaz. Teslim edelim ki eğer cumhuriyet rejimi, emeğin temel hak ve özgürlüklerini tahrip edici bir irade ortaya koymuşsa, dolayısıyla toplumun sol kanadını kırıp toplumu kötürümleştirmiş, kendini savunamaz hale getirmişse, ortada bizzat cumhuriyetçilik açısından bile ciddi sorunlar var demektir.
Ne yazık ki cumhuriyet, kitabımda pek çok örnekle gösterdiğim gibi, emeğin, önceki dönemlerde elde ettiği hakların bile elinden alınması ekseninde şekillenecekti.
Böyle olmasının nedeninin bir açıklaması olmalı, nasıl açıklıyorsun?
Türkiye'de cumhuriyet, hızlandırılmış bir kapitalist gelişme, yani Müslüman-Türk sermayedarı hızla büyütme ekseninde bir iktisat politikasına programlanacaktı. Bu bağlamda Gayrimüslim sermayenin birikimlerine çökülmesi yanında, devletin ve ülkenin imkânları "aferist" politikalarla, sermayedarlara ve politikacı kökenli burjuvazi adaylarına yağmalatılarak sermaye birikimine çalışılacaktı.
Bu hızlandırılmış sermaye birikiminin diğer dayanağı da emeğin güvencesiz çalıştırılması, rejimin sol bir muhalefetçe kontrol edilebilmesinin imkânsızlaştırılması olacaktı. Yani rejim böylesi bir iradeyle, ülkedeki kimsesizlerin oranını artıran ve güvencesizleştiren bir sınıf politikası ile kurumlaştırılacaktı. Bu bağlamda egemenler "kimsesizlerin kimsesi" olma taahhütlerini teptikleri oranda hakiki bir cumhuriyet olabilme imkânını da tepmiş olacaktı.
Emeğin hakları noktasında önceki dönemin gerisine gidildiği yargısı, bize ezberletilegelen "kulduk, vatandaş olduk" iddiaları açısından çok karşıt bir değerlendirme…
Haklısın... Ama benim yapmaya çalıştığım da çarpıtılmış bilincimizi hakikate çağırmak… Cumhuriyet, cumhuriyet öncesi Ankara'sında ve daha ilginci işgal ve saltanat İstanbul'unda bile kullanılagelen emek haklarını kullanılamaz hale getiren bir uygulama izleyecekti.
Sendikal örgütlenme, grev, 1 Mayıs kutlaması, emek basını ve sosyalist parti kurumlaşmalarının tasfiyesi ve var olabilmesinin sistematik bir şekilde engellenmesince belirlenecek bir cumhuriyet pratiği karşısında kalacaktık.
Bu kapsamda Millî Mücadele'yi destekleyen bir dizi etkinlik gerçekleştirmiş ve İngiliz hâkimiyetinin kalktığı bir Türkiye'de haklarıyla birlikte yaşayacaklarını hayal eden İstanbul'da işçi hareketi ve sosyalistler, Lozan sonrasında haklarının gaspı ile karşılaşacaklardı.
Millî Mücadele'de köylülerin gönüllü katılımını sağlamak için çıkarılan Baltalık Kanunu uygulaması, Lozan Antlaşması'nın imzalanması üzerine iptal edilecekti. 1921'deki Ereğli Havzası maden işçileri ile ilgili olarak angarya yasağı ve iş gününün sekiz saatle sınırlanması kararının bütün işçiler için kanunlaştırılacağı sözü verilmesine karşın, Lozan sonrasında bundan da vazgeçilecekti. İzmir İktisat Kongresi'nin dünyaya ilan edilen kararlarından tek uygulanmayan bölümü de işçi sınıfına verilen güvenceler olacaktı.
Kısacası, cumhuriyet Türkiye'sinde emekçilerin başına gelen, saltanat İstanbul'unda uygulanan kazanımların tasfiyesi olacaktır. Takrir-i Sükûn Yasası, önceki dönemin hak kazanımları ve fiilî örgütlenmelerini bütünüyle tasfiye edilmesinin manivelası olarak kullanılacaktı.
Bu gerçeklikte 1936'ya kadar cumhuriyetin genel bir iş kanunu bile olmayacak, emekçiler sermayedarın ve pek çok durumda onların ortağı veya işbirlikçisi bürokratların insafına terkedilecekti.
Nihayet 1936'da oluşturulacak olan İş Kanunu ise, 1909'un yasakçı mevzuatı ve Faşist İtalya iş mevzuatından yararlanılarak oluşturulacaktı. Söz konusu bu İş Kanunu, Recep Peker tarafından, "sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir" diye tanımlanması da, bu dönem devlet aklının nasıl çalıştığına ilişkin manidar bir ifşaat olacaktı.
Buna karşı sermayedarlara olağandışı bir teveccühkârlıkla davranılacak, çalışma alanı sermayedarların çıkarları ekseninde belirlenecekti.
Burayı biraz daha açalım…
İşçiler haklarından yoksun bırakılırken, İstanbul'daki işbirlikçi Müslüman sermayedarlar yeni düzenin egemen kastı içinde en ayrıcalıklılar arasına alınacaktı. Nitekim Meclis'ten gizlice kotarılacak olan İzmir İktisat Kongresi'nin hazırlıklarında, "Milli Türk Ticaret Birliği" olarak organize edilen İstanbul Müslüman burjuvazisi, temel organizatör yapılacaktı.
Tabii Lozan'da müzakerelerin tıkanması üzerine palaspandıras toplanan bu kongre, kapitalist yoldan ilerleneceği taahhüdü verilerek İngiltere ile uzlaşmanın zemininin sağlanmasının gereğiydi ve bu kapsamda İstanbul'un işbirlikçi burjuvazisine de bu uzlaşmanın güvenilirliğini sağlamak için büyük rol düşüyordu. Nitekim İzmir İktisat Kongresi'nde, yabancı sermayeye karşı olunmadığını ispatlamaya yönelik birinci ağızlardan bir dizi açıklama yapılacaktı.
Bu politikanın ortaya koyduğu diğer gerçek de dostlukların, Millî Mücadele'de kimin nerde durduğuna göre değil, kapitalizmin geliştirilmesi ve emperyalist sermayenin Türkiye'de kalmasının sağlanmasında kimin işlevsel olacağına göre belirlendiğidir.
Bu çerçevede İstanbul'un işbirlikçi burjuvazisi, kaşla göz arasında "millî" ilan edilirken, Millî Mücadele'yi her yerde savunmuş olanlar ama aynı zamanda emek hakları izleyenler ise "gayri millî" ilan edilecek ve yasaklanacaklardı.
Bu süreçteki bir diğer tanıdık uygulama da emek hareketinin İzmir İktisat Kongresi'nde temsilinin engellenmesi için Milli Türk Ticaret Birliği'ne, "Türkiye Umum Amele Birliği" ismi altında sahte bir işçi örgütlenmesi organize ettirilmesiydi.
Önceden organize edilen sahte "Türkiye Komünist Partisi" örneğinde olduğu gibi, emeğin ve emek siyasetinin geleceğin belirlenmesine katılımının engellenmesine yönelik bu uygulama, "memlekete komünizm lazımsa onu da biz kurarız" anlayışının da bir diğer örneği olacaktı.
Kısacası, zafer ve Lozan öncesinde emekçilere, köylülere ve büyük maddi manevi destekler veren Sovyetler Birliği'ne duyulan ihtiyaç bitmiş ve artık yeni rejimin, egemenlerin gerçek görüşleri doğrultusunda kurumlaştırılması hattına geçilmişti.
Bu yeni dönemde her şey devlet tarafından, ama sermayedarın çıkarları doğrultusunda belirlenecekti. Bu kapsamda topluma ait, devleti dengeleyebilecek, denetleyebilecek, ona karşı hak ve ifade aracı olabilecek, demokratik, sivil hiçbir alan bırakılmayacaktı.
Peki yoksul köylüler açısından devletin izlediği politika ne olacaktı? Ne de olsa Mustafa Kemal'in, cumhuriyetçilik ile özdeşleşen "Köylü milletin efendisidir" sözünü de anımsarsak…
Bu söz de köylüye ihtiyaç olunduğu Millî Mücadele döneminin sözlerinden biri olarak şekillenecektir. Ancak köylüye karşı izlenecek olan gerçek siyaset, toprak sahibini kollayan, yoksul köylünün beklentilerini ise es geçen bir siyaset olacaktı.
Nitekim 7 Şubat 1923 günkü Balıkesir Hutbesi'nde, "Kaç milyonerimiz var? Hiç. Bundan dolayı biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız" biçimindeki açılım büyük toprak ağalarına ilişkin de şöyle belirlenecekti:
"Bizde büyük araziye kaç kişi sahiptir? Bu arazinin miktarı nedir? Araştırılırsa görülür ki, memleketimizin genişliğine karşın hiç kimse büyük araziye sahip değildir. Bu yüzden bu arazi sahipleri de korunması gereken insanlardır" sözlerinin Millî Mücadele'nin zorluğu içinde söylendiğini var sayanlara karşı anımsatalım ki, sonraki dönemin iktisadi sınıf tercihleri tamamen bu sözler ekseninde şekillenecekti.
Nitekim Emin Sazak'ın, içinden dört tane tren istasyonu geçen 70 bin dönüme yakın olan arazisi de dâhil hiçbir büyük toprak sahibinin toprağına dokunulmayacaktı.
Sonuçta modernleşmeye itirazı olanların rejimle sorunları olacaktı ama büyük toprak sahiplerinin en küçük bir sorunu olmayacaktı. Nitekim böyleleri Cavit Oral, Damar Arıkoğlu, Ali Saip Ursavaş, Cemal Hüsnü Taray, Kasım Gülek, Hilmi Uran, Adnan Menderes gibi büyük toprak sahipleri, milletvekili olmanın liderin iradesine bağlandığı tek parti döneminde meclisin süregelen üyeleri olacak, bizzat önder tarafından rejimin kreması içinde tutulacaklardı.
Oysa cumhuriyet Türkiye'sinin en büyük toplumsal yarası topraksızlıktı. Evet, bazı ciddi toprak dağıtımları olmuştu, ama bunlar yoksul köylüleri toprak sahiplerinin tasallutundan kurtarmak için değil, Türkleştirme politikaları kapsamında dışarıdan getirilenlerin yerleşimlerinin düzenlenmesi kapsamında gerçekleşecekti.
Öyle ki Taner Timur hocanın ifadesiyle "Rum ve Ermenilerden kalan bol miktardaki arazinin, Millî Mücadelede şehit düşen askerlerin ailelerine dağıtılma teklifi bile yankı bulmayacaktı."
Daha önemlisi 1934 Haziran'ı gibi geç bir tarihte bile, "Bugün memleketin beş milyon nüfusu başkalarının toprağında çalışmaktadır. Bu suretle toprakla uğraşanlar ancak kara ekmek yiyebilecek haldedirler. Türk köylüsü Türk'ün efendisidir demek âdeta süsten ibaret kalıyor" gibi vahim bir ifşaat, rejimin en muktedirlerinden olan Şükrü Kaya tarafından dillendirilecektir.
Bunun gibi kitabımda gösterdiğim bilgiler, cumhuriyet rejiminin toprak reformu gibi ciddi bir yarayı, bir şapka kadar bile dikkate değer görmediğinin açık göstergeleri. Toprak reformunun iktidar tarafından nihayet gündeme alınabilmesi için, memleketin yenidünya koşullarında çok partililiğe gitmek zorunda kalacağı 1945 ortasını beklememiz gerekecektir.
Ancak CHP'nin olası rakiplerine karşı siyasi avantaj elde etmeye yönelik gündeme getirdiği bu reform, hayata geçirilebilmesini zorlaştıran iç ve dış koşullarda girildiğinden bir kez daha lafta kalacaktı.
1941 Haziran'ından beri Nazi Almanyasıyla yapılan sıkı dostluk ve iş birliğinin bedellerine karşı ABD ve İngiltere ile girilen yeni işbirlikçi çizgi yanında büyük toprak sahiplerinin tek parti sayesinde elde ettiği büyük güç birikimi karşısında bu reform denemesi kısa zamanda tavsayacaktır.
Nitekim söz konusu yasaya karşı en büyük muhalefeti gerçekleştiren büyük toprak ağalarından Cavit Oral, CHP'nin yeni kabinesinde Tarım Bakanı olarak ödüllendirilip bu defter de bir daha geri gelmemek üzere kapatılacaktı.
Peki, bu savaş sonrası zorunlulukta sola karşı izlenen politikada bir liberalleşme görülecek miydi?
Bunun hikayesi de başka bir trajedi… 1946 Haziran'ında, Cemiyetler Kanunu'nun 9'uncu maddesindeki "sınıf esasına dayalı dernek kurma yasağı" kaldırılır ve bu açılan kapı birdenbire yüzlerce sendikanın ve iki de sosyalist partinin kurulmasıyla sonuçlanır.
O güne kadar demir perde altına alınmış, yer altında çalışmak zorunda bırakılmış olan emek güçleri birdenbire büyük bir örgütlenme atılımıyla Türk egemen siyasetini demokrasiye, adalete, temel özgürlüklere doğru zorlayan bir etkene dönüşüvermişti.
Ancak bu zoraki demokrasi açılımının mümkün kıldığı sendikal patlama ve sosyalist siyaset çıkışı, devletin tahammülsüzlüğü ile karşılaşmakta gecikmeyecekti.
Nitekim 17 Aralık 1946 tarihli sıkıyönetim bildirisiyle bu emek baharı sonlandırılacaktı. Rejim dünyanın basıncıyla açmak zorunda kaldığı kapıya sadece 6 ay tahammül edebilmişti ve sıkıyönetim Komutanlığının emriyle "Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi" ve "Türkiye Sosyalist Partisi" yanı sıra, "İstanbul İşçi Sendikaları Birliği", "İstanbul İşçi Kulübü" ve sol yayın organlarının bütünü kapatılacaktı.
1925 Takrir-i Sükûn ile başlatılan yasaklama, cezalandırma, ezme furyası "demokrasiye geçiş" denilen dönemde yinelenecek, bu dönem de 4 Aralık 1945 Tan Matbaası baskını ve 2 Nisan 1948 Sabahattin Ali'nin katli ve üstünün kapatılması dâhil bir dizi dramatik örnekle belirlenecekti.
İlginçtir, dönemin CHP'si, Köy Enstitülerinin kapatılması ve NATO'ya giriş çabası yanında, kurulmasına izin verdikleri muvazaa partisi Demokrat Parti'yi bile, "Komünistler Mareşali ve DP'yi Kötü Maksatlarına Nasıl Alet Etmek İstediler?" başlığıyla anti-komünist broşürlerle sıkıştırmaktan bile geri durmayacaklardı.
Ancak yenidünya koşulları, 1930'daki muvazaa partisi Serbest Fırka'ya yapıldığı gibi bir kapatmaya imkân vermiyordu; bu kapsamda rejim, emek karşıtlığı yanında, Türk-Sünnilik dışı kimliklerin inkârı eksenli niteliğini, iktidarın muhafazakâr çocuğu olan DP ile yer değiştirerek devam ettirecekti.
Kısacası, rejimin "demokrasisi", sadece kuruluştan beri kendine kadroluk yapmış insanlardan oluşan bir muvazaa partisine tahammül ile sınırlı kalmış, emeğin sesinin yasaklı kılınması ise, kuruluş ilkeleri çerçevesinde devam ettirilecekti.
Rejimin sola karşı davranışının Lozan sonrasını irdeledik; peki ama bunun öncesi de yok mu?
Bu sürecin en kritik ilk örneği 4 Eylül 1920'de Meclisin, Mustafa Kemal'in bütün engelleme çabalarına karşın içişleri bakanı olarak seçtiği Tokat Mebusu Nazım Beyin bakanlığının engellenmesinde karşımıza çıkıyor. Nazım Bey, Türkiye Halk İştirakiyun Partisi'nin başkanıdır ve anayasanın aleni çiğnenmesi pahasına bakanlık yapması engellenecek, istifaya zorlanacaktır.
Oysa bu dönem Sovyetler Birliği'nden yardım alınan, bu yardımların yüzü suyu hürmetine Halk Zümresi, Yeşil Ordu gibi örgütlenmelere hoşgörülü davranılan, dahası "Biz emperyalizme ve kapitalizme karşıyız" nutukların havada uçuştuğu, memleketin pek çok yerine 1 Mayısların kutlandığı bir dönemdir.
Buna rağmen sergilenen tahammülsüzlük, sonraki döneme ayna tutucu niteliktedir. Bu dönem aynı zamanda zaferden zafere koşarak meclisin Ankara'da güvenle çalışabilmesini sağlayan Çerkes Ethem'in de hem hızla popülerleştiği hem de sosyalist bir dönüşüm geçirdiği bir dönemdir. Merkezi elinde tutanlar hem Ethem Beyin bu durdurulamayan popülaritesine hem de hızla büyüme emareleri gösteren sosyalist harekete karşı 1921 Ocağında topyekûn bir operasyona geçecektir.
Nitekim kısa bir zaman içinde Milli Ordu Yunanlıların önünü açmak pahasına Ethem Bey'in üzerine salınacak, meclisteki 3 üyesi Nazım Bey, Bursa mebusu Şeyh Servet, Afyon mebusu Mehmet Şükrü Beylerin milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılıp açılan İstiklal Mahkemesindeki kumpas davasında, üçüne 15 yıl kürek cezasına olmak üzere THİF'nın yöneticileri değişik cezalara çarpıtılacak, Milli Mücadele'ye destek için Ankara'ya gelmek isteyen TKP önderleri Mustafa Suphi ve arkadaşların öldürtülmesi ve üstünün kapatılması gerçekleştirilecekti.
Bu anlattıklarına karşın sosyalist solda, "Kemalizm'in sol olduğuna" ilişkin görüşlerde var… Kemalizm'e sol denilebilir mi?
Denilemez tabii. Burada solu belirleyen öğeleri anımsamak ve dönüp buradan Kemalizm'e baktığımızda konu aydınlanacaktır sanırım.
O halde buradan doğru biraz açılım yapsak…
Veriler Kemalizm'in merkez bir siyaset olduğunu gösteriyor. Tek parti dönemi solun siyaseten nefes alamadığı, başta Nazım Hikmet olmak üzere sol aydınların polis takibi ve hapishanelerle geçen bir hayata mahkûm edildiği, sendikal alanın tasfiye edildiği, emeğin sermaye karşısında 1936'ya kadar hukuksuz bırakıldığı, bu yasayla da yasaklarla baskılandığı bir rejime işaret ediyor. İtalyan Ceza Yasasından aktarılan 141-142 maddeler, Rejimin sol fikriyata ve siyasete nasıl davrandığı ortadayken böylesi iddialarda bulunanlar açık ki dönüp kendi solculuk iddialarını sorgulamak zorundalar.
Kitabında 1 Mayıs karşısında tutuma sıklıkla atıfta bulunuyorsun. Bu niçin önemli?
1 Mayıs yeni rejime hep alarm zilleri çaldıran bir gün oldu, dolayısıyla yasakların merkezinde yer aldı ve hep unutturulmaya çalışıldı. "Bahar Bayramı" komedisi bu bağlamda geliştirildi. Emekçi sınıf haklarının dillendirilebileceği, hak ihlallerine karşı dayanışma ve örgütlenmeye katkı üretebilecek bugüne karşı geliştirilen tahammülsüzlük Türkiye'nin sınıf gerçekliğinin inkârındaki radikalliğe delalet, Türkiye halkının "sınıfsız imtiyazsız yekpare bir bütün" olduğu gibi garip iddialar da bunun yansımaları.
Bu gerçekliği dikkate almayan bir sol tarih yazılamayacağı gibi bu gerçekliği es geçerek Kemalizm'in sınıfsal tutumuna da nesnel bir bakış getirilemez. Üstelik bu sınıfsal tutum, emeğin hak taleplerine tahammül eden burjuva demokratik normlarla da uzlaşmaz. Bakın Sultanın egemenliğinde bile kutlanabilen bir günün cumhuriyet sonrası yasaklanmasından söz ediyoruz.
Anımsayalım ki Sultanın egemenliğinde ve İngiliz işgali altındaki 1919-1922 İstanbul'unda bile kutlanabilen 1 Mayıs, 1924'te tacize uğrayacak, 1925'te de (1976'ya kadar bir daha kutlanamamak üzere) yasaklanacaktır.
Dolayısıyla emek hakları ve sol değerler karşısında kuruluş ilkelerinin gerçek bilgisini mi arıyoruz?
İşte bu bilgi rejimin 1 Mayıs karşısındaki tutumunda yüzümüze çarpıyor. Bu gerçeklik, cumhuriyetin sadece sol ile ilişkisi açısından değil, onunla özdeşleştirilmeye çalışılan "ilericilik", "devrimcilik" açısından görmezden gelinemez bir ölçüttür ki bu ölçütü es geçen tarih yazımları da tarih yazımından çok propaganda metinleri olarak değerlendirilmeyi hak eder…
Bağımsızlık ve cumhuriyet, emek haklarına ciddi biçimde zarar veren bir sonuç üretmiş görünüyor.
İnsanın dili varmıyor ama gerçeklik, bağımsızlık ve cumhuriyet ile emek hakları arasında ters orantılı bir ilişkiye işaret ediyor. Kuşkusuz cumhuriyet ve bağımsızlık her halükârda savunmaktan vazgeçemeyeceğimiz değerler, ama bunun bedelinin emeğin haklarının ihlali olması da onulmaz bir çelişki oluşturuyor.
O halde gerçekleşen bağımsızlık ve cumhuriyetin içeriğinde bir problem var demektir ki gerçek bir bağımsızlık ve cumhuriyet için emeğin haklarının olmazsa olmaz niteliğini anımsamak durumundayız. O halde gerçekleşen 1923 cumhuriyeti ile gerçek bir cumhuriyet arasındaki büyük açı farkı, hepimizi sorumluluğa çağırıyor…
Son cümle olarak, bu kitabın, sağlıklı bir cumhuriyet bilinci açısından her kesim tarafından, ama özellikle Kemalist ve sosyalist arkadaşlar tarafından ciddiyetle okunması ve etüt edilmesi gerektiği fikrimi belirtmek istiyorum. Siyasal Bilimler Fakültesinde çok kıymetli hocam Server Tanilli, senin "Osmanlı Gerçeği" kitabın için, "Bu kitap okunmadan Osmanlı tarihi anlaşılamaz" diye önemli bir yargı belirtmişti; ben o cümleyi, "'Yanlış İliklenen Düğme' okunmadan gerçekçi bir cumhuriyet kavranışı gerçekleştirilemez" diye kendi dilime çevireyim. Çünkü, kuşağımızın değerli bir araştırmacı yazarı olarak gerçekten önemli bir eser ortaya koymuşsun.
Ben teşekkür ediyorum. Hem bana bu imkânı sağladığın hem de bu yargın için…
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish