Gazetemize hoş geldin Erdoğan arkadaşım... Bu hafta ve izleyen hafta içinde röportaj formatında tasarladığım yazılarımı, konuştuğumuz gibi "Yanlış İliklenen Düğme" ismiyle yayımlanan son kitabına ayırdım.
Kitabın bayağı hacimli idi. Şaka değil; 669 sayfa ama hiç şüphesiz ciddiyetle okunmaya değer, nitelikli bir kitap...
O kadar kısa sürede okuyup bitirdim ki adeta su gibi aktı diyebilirim...
Kitabın son bölümü olan "Kardeşlikten İnkâra Cumhuriyetin Kürt Politikaları" bölümü en güncel bölüm olduğundan başa aldım, "Emek Sermaye Arasında Cumhuriyet" ve "Demokratik Cumhuriyet'in imkânları ve Tasfiyesi" bölümleri ise sırasıyla birbirini takip edecek.
İfade ettiğim gibi, güncellik açısından kitabın Kürt sorununa ilişkin belgeler üzerinden ayrıntılara inen tarihini değerlendirme ile başlamak istiyorum.
Çünkü içinde bulunduğumuz günler, 41 yıldır kesintisiz olarak süregelen savaş ve güvenlik politikalarından çıkış ve Kürt sorununa ilişkin dönüşüm günleri…
Yunus Emre'nin dizeleriyle diyebiliriz ki, "söz ola kese savaşı" umudunun eşiğindeyiz.
Erdoğan arkadaşım, aynı zamanda pek çok yazı ve söyleşi ile de konuya ilişkin ilgisini ortaya koymuş bir tarihçi olduğundan uygun görüyorsan şayet öncelikle içinde bulunduğumuz sürece ilişkin gözlemlerinle başlayalım…
Tabii ki… Benim gibi sen de konuya dair epeyi söz ve yazının sahibisin. Esasen barışa, halkların haklarına, bir bütün olarak Türkiye'nin demokratikleşmesine yol açacak bir imkândan yana taraf olmak sağlıklı bir ülke ve toplum sevgisinin zorunlu bir gereği.
Dolayısıyla bu imkân kapısını sonuna kadar zorlamak her demokratın hele ki bir sosyalistin temel bir sorumluluğu. Ama burada ciddi sorunlar olduğunu da teslim edelim.
Öncelikle bu pozitif gelişmenin Ortadoğu'da değişen güç ilişkileri, deyim uygunsa Ortadoğu'nun siyasal mimarisindeki değişimlerin zorunlu kıldığı bir süreç olduğunu anımsarsak, bu kez 2015'teki kadar kolay sonlandırılamayacak bir gelişme olduğu da kesin…
Ancak çözüm imkânını kendi iktidar çıkarları için araçsallaştıran ve kendi Yeni Osmanlıcı hayallerinin ihtiyaçlarına sıkıştırmaya çalışan iktidar aklının, bu sürecin sağlıklı ilerleyebilmesi açısından ciddi bir engel oluşturduğu da bir gerçek.
Oysa Türkiye'nin demokratikleşmesi ve ekonomik krizini aşıp istikrarlı bir kalkınma hattına girebilmesi, keza bölgede barış ve adaletin gelişme kaydedilebilmesi için, bu sorunun, hiçbir çıkar ilişkisi tarafından araçsallaştırılmadan veya engellenmeden çözümüne yoğunlaşılması gerekiyor.
100 yıl önceki inkâr ve asimilasyon politikasının mirası olan ve yüz yıldır ülkemizi kanatıp yoksullaştıran bu sorunun çözümü, gerçek bir yurtseverliğin de "olmazsa olmaz" koşulu olduğunu unutmamalı.
Dolayısıyla elbirliğiyle yüklenirsek, bu sefer hem sorunun çözümüne hem de ülkemizin demokratikleşmesi dahil diğer sorunlarımızın çözümüne ciddi bir katkı üretebiliriz diye düşünüyorum.
"100 yıl önceki inkâr ve asimilasyon" cümlesinden hareketle, Kürt sorununun başlangıç noktasının yüzyıl önce gündeme getirilen inkâr ve asimilasyon olması üzerinden Kürtlerin sorun haline getirildiğini ifade ediyor olmalısın...
Evet... Senin de çok iyi bildiğin gibi "sorun" kavramsallaştırması, normalin dışına çıkma/çıkarılma halinin ifadesi oluyor. Kürtlerin keza Alevilerin, Çerkeslerin ve diğer halkların "sorun" haline getirilmesinden, doğal hakların inkârı, zoraki dayatmayla başka bir şey olmaya zorlanması hali anlaşılır.
Bu durumda bir bir halk olarak Kürtlerin "sorun" haline getirilmesi, onların önce anayasal dayatmayla "Türk" ilan edilmesi, bunun neden olduğu meşru tepkilerin fiziki şiddetle ezilmesi ile başlayan bir durumun adı.
Tabii doğal olana karşı uygulanan her dayatmanın, inkâr edileni de aşıp bütün ülkeye yayılan sonuçları olması kaçınılmazdı. Nitekim 1925 tarihli Takrir-i Sükûn yasasıyla bütün ülke zoraki bir sessizliğe mahkûm edilecekti.
Aynı yıl çıkarılan Şark Islahat Planı ile önceden resmi kayıtlarda "Kürdistan" diye dillendirilen bölgenin yoğun bir asimilasyon ve sürgün afetiyle karşılaşması gerçekleşti. Biliyorsun böylesi uygulamalar, bu yola başvuranlar tarafından, "medeniyet götürme", "feodaliteyi tasfiye", "bölgeyi kalkındırma" ve benzeri manipülatif kavramlarla nitelenir. Halkın gerçeklik algısını ortadan kaldırmak için aksi fikirlerin de yasaklanması yoluna gidilir.
Oysa gerçek olan, orayı Türk-Sünni sermayedarların pazar ve kaynak sömürüsü için güvenli hale getirme planlaması ve uygulamasıdır.
Özetle, Kürtlerin sorun haline getirilmesi, bizzat inkârın başladığı tarih neyse ona dayanır. Nitekim bu gerçeklik, rol çalmaya yönelik olarak sol milliyetçilerce atıf yapılan Doğan Avcıoğlu'nun 1966 tarihli bir makalesinde de "Resmi tez ne olursa olsun, bütün bunlar göstermektedir ki, bir Kürt sorunu vardır. 40 yıldır hayli sert metotlarla uygulanan entegrasyon (uyum) politikasının başarılı olduğunu, herhalde kimse iddia edemeyecektir" diye teslim edilir.
Peki, buradan "Yanlış İliklenen Düğme" kitabına gelmek istiyorum. Bu kitabının üç ana bölümünden birini, kitabın son kısmına koyduğun "Kardeşlikten İnkâra Cumhuriyet'in Kürt Politikaları" oluşturuyor. Kitabında uzun uzun belgelerini ortaya koyup yorumlamışsın gerçi ama yine de sorayım: Türklerle Kürtler arasında bir kardeşlik durumu olmadığı şeklinde görüşler var. Kardeşlik oldu mu gerçekten?
Oldu tabii. Millî Mücadele öncüleri Kürtlere ihtiyaç duydukları müddetçe bütün taahhütlerini bu kardeşlik ekseninde şekillendirdiler. İşaret ettiğim Milli Mücadele belgelerinde bu gerçeklik oldukça net.
Örneğin, Erzurum Kongresi sonuç bildirgesi Kürtler ve Türkleri kastederek "Saadet ve felakette tam ortaklığı kabul eder ve gelecek hakkında aynı amacı hedef alır. Bu sahada yaşayan bütün İslami unsurlar birbirlerine karşı karşılıklı bir fedakârlık hissiyle dolu, ırki ve toplumsal vaziyetine riayetkâr, öz kardeştirler" der.
Bu tutum, Sivas Kongresi bildirgesinde yinelenir.
Amasya Protokollerinin ikincisinde, Osmanlı Devleti'nin düşünülen ve kabul edilen sınırı, "Türklerin ve Kürtlerin oturduğu araziyi içine aldığı izah edildikten sonra, Kürtlerin serbest gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel haklar yönünden imtiyazlara nail olmalarının desteklendiği" belirtilir.
Mustafa Kemal'in 1 Mayıs 1920'deki Meclis konuşması da "Burada yüksek meclisinizi teşkil edenler yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden oluşan anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır" der.
Keza İsmet İnönü de "Kürtler Millî Mücadele'nin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler yurtsever olarak Türklerle birlikte bulunmuşlardır. Hatta Lozan'daki konuşmalarımızda, millî davalarımızı ‘biz Türkler ve Kürtler' diye savunduk ve kabul ettirdik" diyerek bu dönemin gerçekliğini belirtir.
Öte yandan Lozan'dan hemen sonra Kürtlerin inkârı ve sorun haline getirilmesi süreci başlıyor, nasıl oluyor bu, açıklasan...
Lozan'da elde edilen uluslararası güvenceden sonra, ifade ettiğin gibi Kürtlerin inkârı ve sorun haline getirilmesi süreci başladı. Hemen sonra 1924 Anayasası'nda bu inkâr resmileştirildi. Takrir-i Sükûn, Şark Islahat Planı, İskân Kanunu ve benzeri kanun ve planlar üzerinden de bu sorunsallaştırma muasır medeniyet taahhütlerini inkâr eden bir uygulama yoluna gidildi.
Tabii öz kardeşlik taahhüdünün böyle uzlaşmaz ve sert yöntemlerle çiğnenmesi, çok kimlikli bir toplumda demokrasinin, gerçek bir cumhuriyetin, keza Alevileri ve Hıristiyanları anımsayınca, gerçek bir laikliğin de kurumsallaşmasını imkânsız kıldı.
Yeni süreç, çözüm ve benzeri kavramlardan söz edilmeye başlandığı bu günlerde 1921 ve 1924 Anayasaları yeniden tartışılmaya başlandı. Türkiye'nin demokrasi imkânları ve Kürt sorununun çözümü açısından bu Anayasaların diğer anayasalardan, emsal olsun, 1960 ve1980 Anayasalarından farklı olan yanları nelerdir diye sorsam neler söylersin...
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu denilen ve aşağıdan yukarı seçilen Birinci Meclis'in çalışmalarıyla oluşturulan 21 Anayasası, bu topraklarda halkın egemenlik kullanımı eksenli oluşturulmuş tek anayasadır.
1921 Anayasası yerel yönetimleri temel egemenlik birimi olarak belirleyen ve özerk kılan, halkın egemenlik hakkını doğrudan kullanmasını taahhüt eden, dolayısıyla egemenliğin kayıtsız şartsız millete aitliğini ete kemiğe büründüren, diğer yandan etnik bir ulus kimliği dayatmadığı gibi devlete dini kimlik de dayatmayan, toplumu kendi kimliksel çoğulculuğuyla "Türkiye halkı" olarak kabul eden bir anayasaydı.
Bir dizi olumluluk içeren 60 Anayasası bile bu açıdan vesayet düzenleyici ve farklı kimliklerin inkâr ve asimilasyon eksenli olduğu göz önüne alınırsa 1921 Anayasası'nın demokratik içeriği çok daha iyi anlaşılır.
Lozan'da elde edilen uluslararası güvence sonrasında ise, Milli Mücadelenin kazanılmasını sağlayan bu anayasanın tasfiyesi yoluna gidilecekti.
1921 Anayasası yerine, tam tersi karakterli, tüm yetkileri merkeze devreden ve ulus kimlik dayatan 1924 Anayasası getirilecekti. Çoğulculuğu sayesinde Milli Mücadeleyi kazanmış olan Türkiye halkının hakları, barış koşullarının imkânlarıyla artık kullanılabilir hale getirilmesi gerekirken, tam tersi yapılacak ve "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" taahhüdünün içi boşaltılıp, "devletin -ve liderin- ülkesi ve milleti" dayatmasına geçilecekti.
Bu ise hem asimile edilemeyecek kadar büyük olan Kürtleri bir sorun haline getirecek hem de bir bütün olarak Türkiye'nin demokrasi hattında yürüyebilmesini imkânsızlaştıracaktı.
Bu anlatımından ortada cumhurbaşkanının iddia ettiği gibi bir "kefaret" durumu mu var diyebilirmiyiz?
Cumhurbaşkanının dediği gibi "kefaret" demeyelim çünkü bu kavram "kul ile tanrı" ilişkisine ait, yani demokrasi ile ilgili olmayan bir kavramdır.
Ancak ortada egemenliğin halka ait bir hak olmaktan çıkarılıp, halka karşı hak ihlali olarak araçsallaştırılması durumu karşısında olduğumuz da açık.
Dolayısıyla 100 yıl önceki bu dayatmanın medeni gereği de özeleştiriye ve mağdur edilenlerden özür dilemeye yönelmektir. Dahası tıpkı 100 yıl önceki öz kardeşlik günlerinde olduğu gibi, anayasal düzenlemeler dâhil olmak üzere eşit yurttaşlığın gereklerine geri dönmektir.
Tabii "kefaret" nitelemesine başvurarak muhalefeti sıkıştırmaya çalışan iktidara ilişkin de hatırlatmak zorundayız ki "sizin de bu konuda eliniz temiz değil."
Açıktır ki inkâr ve asimilasyonlar, bunu başarmaya yönelik hak ihlalleri ve düşman ceza hukuku uygulamaları, sadece kuruluş döneminde değil, sonraki tüm iktidarlar ve her türden muhafazakâr milliyetçilerce de sürdürüle gelmiş politikalar...
Sadece 2015 yılı sonrası yapılanlar bile egemenlerin hiçbir renginin bu sorumluluktan bigâne olmadığının açık belgesi.
Dolayısıyla özeleştiriye dair sorumluluk üstlenme ve bunun samimi gereği, öncelikle eşit yurttaşlık, sosyal devlet ve laiklik dâhil olmak üzere, evrensel demokrasi normlarıyla düzeltmek, başta bugünkü iktidar olmak üzere hepimizin insanlık yükümlülüğü…
Teşekkürler Erdoğan arkadaşım…
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish