"Demokratik Cumhuriyetin İmkânları ve Tasfiyesi" üzerine (II)

Celalettin Can, Independent Türkçe için Erdoğan Aydın ile gerçekleştirdiği röportajın ikinci kısmı...

Erdoğan Aydın, Independent Türkçe için Celalettin Can'ın sorularını yanıtladı

Independent Türkçe'de 5 Ağustos Salı günü yayımlanan "Erdoğan Aydın ile 'Kardeşlikten İnkâra Cumhuriyetin Kürt Politikaları' üzerine (I)" başlıklı ilk bölümde, Erdoğan Aydın ile "Yanlış İliklenen Düğme" kitabından hareketle Kürt sorununun tarihsel arka planını konuşmuş, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına uzanan köklerini tartışmıştık.

Bu ikinci bölümde ise odağımızı genişletiyoruz:

Türkiye'nin 100 yıllık tarihinde neden bir türlü demokratikleşemediğini, 1920-23 döneminde fiilen mümkün olan demokratik cumhuriyetin hangi tercihlerle tasfiye edildiğini ve cumhuriyet ilanının gerçekten ne anlama geldiğini ele alıyoruz.
 

 

Erdoğan Aydın, "Yanlış İliklenen Düğme" kitabının "Demokratik Cumhuriyetin İmkânları ve Tasfiyesi" başlıklı birinci bölümünde, Kurtuluş Savaşı'nın yönetim biçimi dâhil bir dizi alanda dikkate değer değerlendirmeler yapıyor.
 

Celalettin Can - Erdoğan Aydın 2
Erdoğan Aydın, Independent Türkçe için Celalettin Can'ın sorularını yanıtladı

 

Bu röportajda, bu noktada kendimizi 3 konuyla sınırlayalım istiyorum:

  • Bu konulardan birincisi, Türkiye'nin 100 yıllık siyasal tarihinde bir türlü demokratikleşememesinin temel nedenine ilişkin getirdiği açılım...
  • İkincisi, tarihin o döneminde demokratik bir cumhuriyetin kuruluş imkânlarının olduğu ama öte yandan bu imkânların tasfiye edildiği tezi.
  • Üçüncüsü de cumhuriyetin ilanının, sanıldığı gibi özgürlüklere, vatandaşlık haklarına doğru atılmış bir adım olarak değil, meclis üzerinde hâkimiyet kurmanın bir yöntemi olarak gerçekleştiği biçimindeki iddia… 

Her 3 görüş de siyaset bilimi bakımından olsun, yenilmiş ve çökmüş bir imparatorluğun çöküntüleri altından olanaksızlıklar içinde küllerini savura savura ayağa kalkan ve kurulan  bir devlet, toplum ve liderlik yeteneğinin tarihsel hakikatine karşın oldukça ciddi iddialar… 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Hiç kuşkusuz bu ciddi iddialara ilişkin gerçek yargıyı kitabındaki belgeleri ve değerlendirmeleri okuyanlar verecektir, ama ben en azından burada, Independent Türkçe okuru nezdinde bir giriş yapalım istiyorum.  Evet, geçen 100 yıl boyunca Türkiye'nin toplum halk, ülke ve liderlik olarak demokratikleşmeyi neden başarılamadığından başlayalım…

Bu sorunun, geçmiş Osmanlıdan ve İttihatçılardan gelen bir dizi nedeni olduğu gibi, NATO entegrasyonu (uyum) ve askeri darbelerden de gelen nedenleri var kuşkusuz. Ama ben kitabımda bunlardan daha temel olan nedene, kuruluştaki tercihlere, yani sağ ve sol yazında genellikle es geçilmiş olan asıl nedene dikkat çekiyorum. 
Bilineceği gibi demokrasi, -gerçek anlamda cumhuriyet bile- halkın farklılıkları ve hak talepleri ile yönetime katılabildiği, yani "demos"un, "cumhur"un egemenlik imkânlarını kullanabildiği rejimin adıdır. 

Bu gerçekliğe karşın kurulan rejimin demokratikleşmesinin önünde engeller vardır… 

  • Bu engellerden birincisi; bu topraklarda yaşayan farklı milli ve inançsal toplulukların inkârı ve tek tipleştirilmelerine yönelik bir asimilasyon ekseninde kurulmuşsa, 
     
  • İkincisi; eğer emekçilerin sermayeye karşı kendilerine savunabilmelerini sağlayan sendika, grev, toplu sözleşme, 1 Mayıs ve benzeri etkinlikler gibi demokratik hakları yasaklanmış ve toprak reformunun gündemleşmesi engellenmişse, 
     
  • Üçüncüsü; farklı siyasi eğilimlerin partileşip siyasete katılımının, keza halkın bilgilenmesi ve iktidarı bir şekilde denetleme imkânları yasaklanmışsa, o ülkede, bölgede, her nerdeyse artık, demokrasinin yeşermesi son derece zordur, hatta imkânsızdır denebilir.

Demokrasi şehirleşme ve okuma yazma oranı ile değil, haklar ve özgürlüklerin kullanılabilmesine kapı açılabildiği oranda var olabilir ve gelişebilir bir rejimdir. 

Bizde uygulanan modernleşme ise "devletin ülkesi ve milleti"nin yaratılma sürecidir. 

Devlet ve egemen iradenin doğru gördüklerinin dayatıldığı, toplum ve halkın da buna göre formatlandığı, böylece hakları ve özgürlükleriyle katılımı değil, boyun eğmelerinin beklendiği bir rejim… 

Kuşkusuz bu ülkede bazı ileri ve iyi şeyler de oldu.

Örneğin, Medeni Yasa, kadınların seçme ve seçilme hakkı, vb.

Ama anımsansın ki bu adım, kadınların, "Kadınlar Halk Fırkası" olarak örgütlenmesini yasaklayan, devletin partisi ve egemen iradenin saptadığı adaylar dışında adaylara oy verebilmeyi de imkânsız kılan yaptırımlarla bağlanacaktı. 

Modernleşmenin mantığı içinde "Hilafet rejimi geri gelsin" demenin yasaklanması anlaşılır, ama şu da bir gerçektir ki "Kapitalizm kötüdür, sosyalizm istiyorum" diyenin 15 yıl kürek cezasıyla cezalandırıldığı veya egemen iradenin doğruları dışındaki seçeneklerin var olabilmesinin, dolayısıyla gerçek bir seçim hakkının yasaklandığı bir cendereyle, bırakın demokrasiyi, cumhuriyetin bile kötürüm kalacağı açık değil mi?

Keza Kürtlüğün, Çerkesliğin, Aleviliğin, vb. yasaklı kültür haline getirildiği bir rejimin, bir güvenlik rejimi olmaktan çıkıp demokrasiye yükselebilmesi de baştan engellenmiş olmuyor mu? 

Kısacası, bizim demokrasiden yoksunluğumuz ile kurucu iradenin tercihleri arasında doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi bulunmaktadır, dolayısıyla diğer nedenlerin tümü bu gerçeklik karşısında ikincil önemde kalıyor.  


Buna karşın, "O denli geri ve yoksulluk ve yoksunluk koşullarında demokrasi mümkün müydü" türünden görüşlerin, Kemalist, cumhuriyetçi kesimlerden doğru yaygınlığını nasıl açıklarsınız? 

Bu sorunun en kesin cevabı, 1920-23 arası dönemin gerçekliği hatırlatılarak verilebilir. Bilindiği gibi bu dönemde bir Millî Mücadele verilmektedir. Yani, pekâlâ demokrasi, farklılıklara saygı, kararların Meclis müzakerelerinde alınması, seçimlere gidilmesi, kongreler toplanması gibi yöntemlere gerek duyulmayabilirdi. Çünkü demokrasi için barış ve güvenliğe ihtiyaç duyulması doğaldır. 

Öte yandan 1920-23 Türkiye'sinde Birinci Meclis üzerinden demokrasinin fiilen uygulanmasına tarihsel gerçekler tanıktır. 
 

 

Bu noktada tarihsel gerçeklerin açık ve somut olarak ifade edilmesi yerinde olur… Birinci Meclis'in nasıl seçildiğinin açıklaması ile başlasak… 

  • Birinci Meclis merkezden manipüle edilmeyen kongrelerle oluştu. 
  • Birinci Meclis döneminde kongreler toplanmış,  
  • Meclis için seçimlere gidilmiş, seçimde farklı sınıf, ulus ve inançların temsilcileri, karar süreçlerini tartışarak ve seçilerek belirlenmiş, 
  • Ankara'da, Eskişehir'de, İstanbul'da, Erzurum'da, Trabzon'da farklı yayın organları yayınlanmış, farklı partileşmelere, gruplaşmalara gidilmiş,   
  • Birinci Meclis, Millî Mücadeleyi yöneten Meclis, toplumda mevcut farklı kimliklerin temsilcileri yanında milliyetçileri, liberalleri, muhafazakârları ve komünistleri barındırmış,
  • Uzun müzakereler sonucu, "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diye başlayan bir anayasa yapmış, egemenliğin tecelligâhı olarak Meclis'i saptamış, yani sultanı bu egemenlik hakkından dışlamış,  
  • "Millet" kavramını da Türklük değil, bütün Müslüman unsurları kapsayan bir anlamda kullanmış, 
  • Anayasa'yı yapan Birinci Meclis, devlete din biçmeye gerek görmemiş, 
  • Meclisin adı Büyük Millet Meclisi. Adının önüne de Türk, Türkiye konmamış.  
  • Birinci Meclis'i Mustafa Kemal tasfiye etmiş, yerine İkinci Meclis'i kurmuş ve bütün vekil adaylarını kendisi seçmiş ve İkinci Meclis tarafından Cumhuriyet ilanında monte edilmiş… 

Sonuç olarak, demek oluyor ki demokrasinin imkân ve dinamikleri 1920-23'te fiilen varmış, vardı… 

Dahası Birinci Meclis, 2 Kasım 1922'de saltanatı da oybirliğiyle kaldıran bir meclistir.

Yani, söz konusu Meclisin saltanatçılarla dolu olduğu iddiası da sonradan üretilen bir tevatürden ibarettir.

Millî Mücadele içinde, yani savaş gibi demokrasi için çok riskli bir süreçte dahi Birinci Meclis demokrasiyi uyguluyor, ama bu reel riskin ortadan kalktığı barış ve uluslararası güvence koşullarında Birinci Meclis'in bütün vekillerinin yanı sıra, 1921 Anayasası'nın tasfiye edildiği bir gerçeklik karşısındayız.

Millî Mücadele içinde zayıflıkları ve iç desteklere olan ihtiyaçları nedeniyle demokratik meşruiyet kaygısı gözetenler, İngiltere ile anlaşmanın ve içerde güçlenmiş olmanın rahatlığı ile gerçek görüşlerini uygulamaya geçireceklerdi. 

Bu bağlamda Lozan sonrasının güvenli koşullarında, çok partililiğin, çok kimlikliğin, basın özgürlüğünün, yani demokrasinin imkân ve dinamikleri tek tek tasfiye edilecek, tek liderli, tek partili, tek uluslu, tek inançlı ve tek sınıflı, egemen iradenin diliyle "sınıfsız, imtiyazsız, yekpare bir düzene" geçilecekti.


Açık ve somut olarak Türkiye halkı, tarihin o döneminde cumhuriyete geçmiş olmakla kulluktan vatandaşlığa yükselmiş olmadı, diyorsun?!.

Her hâlükârda statüsel bir ilerleme var tabii, ama bu "kulluktan vatandaşlığa" geçmek iddiasından uzaktır. Böylesi "göz bağı" vurguları bir yana bırakıp hakikatin dünyasına geçecek olursak, cumhuriyet öncesi ve sonrası statülerin kıyaslanması düş kırıcı bir gerçeklikle yüzleşmemizi zorunlu kılar. 

Yukarıda ifade edildi; İkinci Meclis'te bütün vekillerin seçim öncesi Mustafa Kemal tarafından belirlenmesi durumu karşısındayız. 

Basın özgürlüğünün, sol partiler başta olmak üzere farklı partilerin tasfiye edildiği bir gerçeklik ile "kulluktan vatandaşlığa yükselme" iddiasının örtüşmediği de açık. 

"Kulluk", insanların yükümlülükleriyle belirlendiği bir durumken, "vatandaşlık", hak ve özgürlükleriyle belirlenme halidir; oysa Lozan sonrası süreçte seçme, eleştiri, örgütlenme, ifade, bilgilenme gibi haklara yönelik kapılar -kapitalist modernleşme ihtiyacı çerçevesinde kadın hakları dışında- kapanmaya başlayacaktır. 

Bu gerçeklik çerçevesinde, "vatandaşlık", devletin kimlik kartına sahip olma imkânına indirgenecektir. Oysa siyaset biliminde vatandaşlık, devletin işlerliğine hak ve özgürlükleriyle müdahil olabilme hakkıdır. 

Kısacası, egemenlik hakkıdır.
 

 

  • Cumhuriyet ilanı ve sonuçları konusunda üzerinde konuşulacak iddiaların var. Belge aktarımlarını izleyen incelemelerinde; birincisi, 1921'den itibaren Ankara'da fiili bir cumhuriyetin olduğunu, 
  • İkincisi, 1923 Ekim'indeki Cumhuriyet ilanının, temel haklara ilişkin bir genişleme yöneliminden değil, Meclis'e egemenlik sağlamak için üretilen krizden çıktığını, 
  • Üçüncüsü, Cumhuriyet ilanıyla milli egemenlik gelmediğini, aksine o ana kadar kullanılan milli egemenlik öğelerinin de azaltıldığını iddia ediyorsun.

Okurların önemli bir çoğunluğu bu iddialarını şaşkınlıkla iç içe tepkiyle karşılayabilir…

Haklısın. O kadar büyük bir resmi tarih koşullanması içinde yetiştik ki, gerçekliğin böylesi şaşkınlıklar, tepkiler yaratması kaçınılmaz.

Üstelik bugün bundandır ki 1920'lerin cumhuriyet gerçekliğine ilişkin yapılan sorgulamalar, "cumhuriyet düşmanlığı" gibi gösterilmeye çalışılarak itibarsızlaştırmaya çalışılıyor. Oysa bizim yapmaya çalıştığımız şey, gerçek bir cumhuriyet arayışından ibaret. 

Buradan fiili cumhuriyetin ilanından önce olduğu iddiasına gelirsek, bu gerçek, Mustafa Kemal Atatürk tarafından da dillendirilir. Nitekim Fransız basınına verdiği demeçte, "Teşkilat-ı Esasiye gereğince hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yürütme ve yasama yetkisi, milletin yegâne temsilcisi olan Meclis'tedir. Bu iki cümleyi bir kelimede izah etmek için lügate bakıldığında cumhuriyet kelimesine tesadüf olunur" diyecektir. 

Anayasa Komisyon Başkanı Yunus Nadi de, Cumhuriyet önergesini Meclis'e sunarken, "Sunduğumuz teklif, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin uluslararasında sahip olduğu adın belirtilmesinden ibarettir" diyerek bu gerçekliği teslim edecekti.

Söz konusu anayasa değişikliği yasası da, bu bağlamda kendisini, "Teşkilat-ı Esasiye Kanununun Bazı Maddelerinin Açıklığa Kavuşturulmasına Dair Kanun" başlığıyla tanımlanacaktı.

Kısacası, 29 Ekim'de yapılan şey, 3 yıl önce egemenlik kaynağını millete, yetkisini meclise veren, 1 yıl önce de saltanatı lağveden süreçte gerçekleştirilmiş olan şeyin adını koymaktan ibaretti.


Anlaşılan cumhuriyetin ilanı işini, mevcut olanı genişletme iradesi olarak görmüyorsun… 

Evet… Mustafa Kemal'in, "Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz" diyerek kurguladığı şey, Meclis'in denetimden kaçma ve kendi inisiyatifiyle karar almaya başlama eğilimine "Dur!" demek içindi.  

Nitekim, 22 Ekim 1923'te Ali Fuat Paşa'nın Meclis İkinci Başkanlığı'ndan, Başbakan Fethi Bey'in de İçişleri Bakanlığı'ndan ayrılması üzerine, Halk Partisi Grubu onların yerine, Mustafa Kemal'in yetkili konumlardan dışlamaya çalıştığı Rauf Beyi ve Erzincan mebusu Sabit Beyi aday seçmişti.

Parti Grubu'nun ortaya koyduğu bu inisiyatif, Mustafa Kemal tarafından bir "muhalefet komplosu" olarak okunacaktı. 

Mustafa Kemal bunu Nutuk'ta, "Rauf'u ikinci başkanlığa getirmekle, bütün Meclis'in onun görüşüne katıldığının gösterilmesi amacı güdüldüğü" belirtilecek ve "kötülük, hükümetin Meclis'te seçilmesinden doğuyordu" diyecekti.

Yani, meclisin yetkilerini fazla görme ve kısma yönelimine giriyordu.

Karşı hamle olarak da 26 Ekim'de hükümet Çankaya'ya çağırılıp istifa ettirilecek, üyelerinin yeni bir hükümet kuruluşunda görev alması engellenecek, meclis birdenbire, nedeni kendilerine açıklanmayan bir istifa, oldubitti ile karşı karşıya bırakılacaktı.

Hükümet krizinin çözümü engellenmekte, Mustafa Kemal'e yakın olanlar görev almamakta, böylece mevcut sistemin "işlemezliği" ispat edilerek başkan merkezli bir işlerliğe geçilmesi sağlanacaktı. 

Bizzat yaratılan bu suni kriz üzerine Mustafa Kemal, "Nutuk"ta, "eksiklik ve sakınca, izlemekte olduğumuz yöntem ve biçimdedir. Hepimizin -Meclis'in- birden Bakanlar Kurulu'nu seçmek zorunda kalmamızdan doğan zorluğun giderilmesi" gerektiğini belirtmektedir.

Oysa sistem, o zamana kadar sorunsuz işlemiş, öyle ki bu işlerlik içinde Millî Mücadele bile başarılmıştır.

Ama Mustafa Kemal artık yetkileri kendinde toplamak, kendi denetiminden geçmeyen herhangi bir adımın mecliste görüşülememesini ve kararlaştırılamamasını istemektedir ve dolayısıyla Anayasa'da buna uygun bir tadilat istemektedir. 

Geliştirdiği çözüm önerisi önce cumhurbaşkanının seçilmesi, sonra bizzat kendisinin başbakanı seçmesi ve bakanlar kurulunun da yine kendisinin onayından geçirildikten sonra Meclis'e onaylanmak üzere götürülmesidir.

Nitekim, bizim cumhuriyetin ilanı olarak kutladığımız anayasa tadilatında sadece bu ihtiyaca yönelik değişimler gerçekleştirilecekti. Buna karşılık bir cumhuriyet devriminde olması gereken şey, yani halkın hak ve özgürlüklerine yönelik en küçük bir düzenlemeye gerek duyulmayacaktı. 


Cumhuriyet ilanıyla milli egemenlik gelmediğine, aksine o ana kadar kullanılan milli egemenlik öğelerinin de azaltıldığına dair iddia ile ilgili değerlendirmeni açıklasan...

Bilineceği gibi, cumhuriyet olmayan bir statüden cumhuriyet statüsüne geçmek, halkın egemenlik kullanım haklarına, imkânlarına, güvencelerine kavuşması, yani önceki döneme göre halka egemenlik kullanma yetkileri sağlayan bir yasal düzenleme yapılmasıyla belirlenir.

Bu anlamıyla cumhuriyete geçiş bir devrim anlamına gelir.

Oysa cumhuriyet sözünün anayasaya geçirildiği bizdeki düzenlemede, böylesi değişimler söz konusu olmadı, aksine o ana kadar Meclis'in kullandığı bazı egemenlik yetkileri de aşağıda görüleceği üzere ikinci madde bir yana, cumhurbaşkanına devredildi.

  • Birinci Madde: "Türkiye devletinin hükümet şekli cumhuriyettir."
     
  • İkinci Madde: "Türkiye devletinin dini İslam dinidir."
     
  • Üçüncü madde: "Türkiye devleti, Büyük Millet Meclisi'nce yönetilir. Meclis hükümetin bölündüğü idari şubelerini bakanlar aracılığıyla yönetir."
     
  • Dördüncü madde: "Cumhurbaşkanının sınırsız sayıda seçilmesini anayasallaştırır."
     
  • Beşinci madde: "Cumhurbaşkanının meclis ve bakanlar kurulu'na başkanlık keyfiyetini güvenceye alır.
     
  • Altıncı madde: "Başbakan cumhurbaşkanınca ve meclis üyeleri arasından seçilir. Öteki bakanlar başbakanca yine meclis üyeleri arasından seçilir, daha sonra tümü cumhurbaşkanınca meclisin onayına sunulur."

Dikkat edileceği gibi, üçüncü madde, meclisin o ana kadar kullandığı yürütme yetkisini bakanlar kuruluna devreder; dördüncü madde cumhurbaşkanının sınırsız sayıda seçilmesini anayasallaştırır; beşinci madde cumhurbaşkanının meclis ve bakanlar kuruluna başkanlık keyfiyetini güvenceye alır; altıncı madde ise başbakan ve hükümetin cumhurbaşkanınca belirlenmesini kayıt altına alır.

Özetle, bizdeki cumhuriyet, en küçük anlamda milli egemenlik getiren, halka denge, denetleme imkânları sağlayan, bizi kulluktan vatandaşlığa yükselten bir ilerleme olarak kurgulanmamış, aksine tek şefli, tek partili otoriterliğin kurumlaşmasındaki kritik aşamalardan biri olmuştur.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU