Independent Türkçe'deki "Ebediyat" köşesi yazar röportajları serisinin bu bölümünde, Finli yazar Milla Ollikainen ile gerçekleştirdiğimiz özel röportajı sunuyoruz.
Aki & Milla Ollikainen'in ortak yazarlık kariyerinin sonlanması, özellikle bu röportajda, yalnızca Milla'nın yanıtlarıyla şekillenen bir sohbeti mümkün kıldı.
Milla, Fin suç edebiyatının karanlık ve şiirsel yanlarını nasıl birleştirdiğini, yazarlık sürecindeki evrimi ve karakterlerin içsel dünyalarını ortaya koyarken, bu sürecin kişisel zorluklarıyla nasıl örtüştüğünü samimiyetle paylaştı.
Röportajda, yalnızca Fin edebiyatına dair değil, aynı zamanda insanlığın evrensel meselelerine dair de derinlemesine bir bakış açısı sunuyor.
Milla Ollikainen, "Kargo"da yalnızca suç ve gerilim yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal eleştiriyi de ustaca işliyor.
"Finlandiya'da ırkçılık olmadığı ya da ırkçıların bulunmadığına inanılmasını çok sinir bozucu buluyorum" derken toplumsal sorunlara dair derinlemesine bir sorgulama yapma arzusunu da ortaya koyuyor.
Finlandiya ve Türkiye gibi farklı coğrafyalardan okurların, aynı anlatı içinde nerelerden bağ kurabildiğini anlamak oldukça ilginç.
Hiçbir umut veya merhamet olmadan bir şey yazamam, diğer yandan biliyorum ki bu dünyada, bunların var olmadığı yerler de var.
Milla Ollikainen ile yapılan bu röportaj, Fin edebiyatının derinliklerine dair unutulmaz bir yolculuk sunuyor.
Yazar, hem kişisel hayatındaki dönüşümü hem de yazınsal anlamdaki evrimini, eserlerinde ustaca birleştiriyor.
"Kargo"da olduğu gibi, suçun, şefkatin ve insanın karanlık yanlarının harmanlandığı bir dünyayı kurgularken, evrensel değerleri sorgulayan bir bakış açısı da sunuyor.
Bu söyleşi, Fin suç edebiyatının içsel zenginliğini keşfetmenin yanı sıra, yazarın kişisel ve edebi hayatının nasıl iç içe geçtiğine dair derinlemesine bir bakış açısı sağlıyor.
Milla Ollikainen'ın yazarlık süreci ve insanlığa dair görüşleri, yalnızca Fin edebiyatı için değil, evrensel edebiyat adına da büyük bir ilham kaynağı oluşturuyor.
Milla Ollikainen, hem kişisel hayatındaki dönüşümü hem de yazınsal evrimini Kargo'da ustaca harmanlıyor
Yazarlık yolculuğunuz, bireysel olarak şiirle ve polisiye anlatılarla başlamış. Bugün ise imzanız, Kargo gibi şefkatle sertliğin, korkuyla umudun, insanlığa dair derin bir inançla gerçekliğin karanlık taraflarının iç içe geçtiği bir romana dönüşüyor. Sizi yazmaya iten ilk dürtü neydi: ifade etmek mi, anlamak mı, iyileştirmek mi?
İlk motivasyon, birlikte bir şeyler yaratmayı denemekti ve nasıl olacağını görmekti. O dönemde bu, çok doğal bir şeydi çünkü ikimiz de yazardık ve 20 yılı aşkın süredir evliydik. Birlikte iki kitap yazdık, ancak sonra ayrılmaya karar verdik. Şimdi geriye dönüp düşündüğümde, aslında bu, evliliğimizi kurtarma çabasıydı da diyebilirim. Birlikte geçirdiğimiz yolculuk uzun oldu ve bunun için minnettarım. Ancak artık bu serinin hikayesi benim ellerimde.
Yazarken şefkat ya da dayanışma gibi kavramlar sizin için tematik tercihler mi, yoksa hayata karşı geliştirdiğiniz duruşların edebî yansıması mı? Ve bu kişisel arka plan, bugünkü anlatılarınızı nasıl şekillendiriyor?
Kesinlikle bilinçli olarak yazılmışlardır. Hiçbir umut veya merhamet olmadan bir şey yazamam, diğer yandan biliyorum ki bu dünyada, bunların var olmadığı yerler de var. Ben bir köy insanıyım ve çok sıradan bir aileden geliyorum. Bence buna bağlı olarak ayaklarım yere basıyor. Sıradan insanları ilginç buluyorum. Eğer dikkatle bakarsanız, çoğu hiç de göründüğü kadar sıradan değil. Bu düşüncenin yazımıma çok etki ettiğini düşünüyorum.
"Suç kurgusunun aynı zamanda eğlence olduğunu unutmamalısınız"
Romanın başında, zihinsel ve fiziksel olarak çözülmekte olan bir karakterin ağzından şu soru yükseliyor: "Dayanışma deniz kıyısında mı sona erer?" Bu cümlede yalnızca bireysel bir çöküş değil, aynı zamanda Avrupa'nın toplumsal vicdanına dair derin bir sorgu da saklı. Sizce bir yazar olarak bireysel çöküş anlarını anlatmak, kolektif sorumluluğun çatlaklarını görünür kılmak için hâlâ en etkili yollardan biri mi? Dayanışma fikri sizin için bir umut alanı mı, yoksa ahlaki bir sınav mı?
Bence, suç kurgusu yazarken, "şeyleri" etkili bir şekilde göstermek için en kolay yol budur; bu türde, okuyucuyu düşünmelisiniz, onu hikayenize sıkı sıkıya bağlamalı, karakterlerinizle aynı duyguyu hissettirmelisiniz.
Her zaman başkalarının dayanışmasını umabilirsiniz ama buna güvenemezsiniz. Bence bu, herkes için bir ahlaki sınavdır ve ahlak, ancak başkalarını etkileyen gerçek kararlar vermeniz gerektiğinde test edilir. Sadece kendinizi ya da ailenizi mi düşünürsünüz, yoksa daha geniş bir kalp ve ahlak mı taşırsınız?
Kolayca ahlaki kararlar verebileceğimizi düşünürüz ancak gerçekten kendi çıkarlarımızla başkalarını düşünmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalana kadar, kendi gerçeğimizi tam olarak bilemeyiz.
Şefkatin "milliyet, ten rengi, yaş ve cinsiyet" üstü bir ortak payda olduğunu söyleyen pasajda görünürde bir polisiyenin içine evrensel hümanizmi yerleştiriyorsunuz. Polisiye gerilimi, hümanizmi tartışmak için nasıl bir zemin ya da fırsatlar sundu?
Cinayetler gibi en uç suçlarla uğraştığımız için bu kesinlikle tartışılacak iyi bir zemin sunuyor. Öte yandan, suç kurgusunun aynı zamanda eğlence olduğunu unutmamalısınız, en azından çoğu zaman öyledir. İlk olarak insanlığa fikirler veya derin görüşler sunmak için yapılmaz. Bence böyle bir şey söylemek çok kibirli olurdu.
"Birlikte yazarken, benim çizim yaptığımı ve Aki'nin de boyadığını düşündük"
Konteynerde boğulma sahnesi, modern küresel ticaretin karanlık yönünü korkunç bir deneyime dönüştürüyor. Gerçek vakalara yıllarca odaklanmış yazarlar ve gazeteciler olarak, bu kargo metaforunu düşündüren özel bir haber makalesi ya da yaşam olayı oldu mu?
Hayır. Bu, ölmenin en korkunç yolu olarak düşündüğüm bir şeydi!
Milla'nın ödüllü suç anlatısı disiplini ile Aki'nin şiir kökenli yoğun imgeleri -örneğin "Kötülük, mecazi bir kaidenin üzerine konup arşive kaldırılıyor" cümlesi- nasıl aynı paragrafta uzlaşabiliyor? Yazı masasındaki (ya da mutfak masası?) uzlaşma ritüelinizi anlatır mısınız?
Birlikte yazarken, benim çizim yaptığımı ve Aki'nin de boyadığını düşündük. Özellikle ilk kitapta gerçekten biraz böyleydi: Ben çerçeveyi yaptım, Aki ise kendi sesini ve güzel dilini araya kattı. İkinci kitap daha zordu ve tamamlamakta çok zorluk çektik; bu, muhtemelen kişisel hayatlarımızın boşanmayla sona ermesinin bir yansımasıydı.
Nordic Noir, suç kadar atmosferle de ilgili. O soğuk, durağan ve düzenli evrenin görsel ve ahlaki belirsizliğinin, Türk okuyucuları üzerinde bir çekiciliği olduğuna inanıyorum. Belki de bize tamamen yabancı ama bir şekilde huzur veren bir mesafe ve sükunet duygusu veriyordur. Her şey burada daha yüksek sesle ve daha yoğun yaşanıyor olsa da, gri tonlarda sessizce ilerliyorsunuz. Sizce, Finlandiya ve Türkiye gibi iki çok farklı ülkeden okurlar, aynı anlatı bağlamı içinde birbirlerine nasıl bağlanabiliyor? Kendi kültürünüzün sessizliğinden yazarken, kaotik bir coğrafyada yaşayan ve duyguları bir şeylerin akışı olarak değil, zaman zaman patlayan bir şey olarak hisseden bizlere nasıl ulaşmayı hayal ediyorsunuz?
Bu, gerçekten düşünmediğim ilginç bir soru. Örneğin, bu kitapların Türkiye'de yayımlanacağını hiç düşünmemiştik! Sadece Finli okuyuculara ikna edici bir şekilde yazmaya çalıştık. Farklı ülkelerdeki okuyucuların kitaplarımızı nasıl okuduklarını ve onlar için neyin egzotik olduğunu duymak gerçekten çok ilginç olurdu.
Dünyanin en mutlu ülkesinde bile
Roman, Paula-Renko-Karhu üçlüsüyle Nordik-Noir geleneğine yeni karakterler kazandırırken, araya serpiştirilmiş mektuplarla anlatıya bambaşka bir duygusal derinlik ve ritmik soluklanma katıyor. Bu iki anlatı damarını -polisiyenin sert ve sistemli yapısını ve mektupların mahrem, yavaş akan duygusallığını- aynı yapının içinde buluştururken nasıl bir denge aradınız? Bu anlatı katmanları, yalnızca yapısal tercihler mi yoksa karakterlerin ruhsal dünyasını yansıtan bilinçli bir edebi strateji mi?
Her ikisi sanırım. Tabii ki yapısal kararlar, ama aynı zamanda hikayeyi yazmayı daha ilginç hale getiren bir şey. Ben saf aksiyondan pek hoşlanmam, daha çok duygusal hikaye çizgilerine ihtiyacım var.
Sizce, Finlandiya suç kurgusu dünyaya ne gibi gerçekten farklı bir şey katıyor? Sosyal durağanlık mı, uzun kış geceleri mi, yoksa refah devletinin yüzeyinde gizlenen söylenmemiş eşitsizlikler mi? Kargo'da tüm bunların izlerini buluyor gibi görünüyoruz.
Refah devleti, her şeyi ve dünyayı değerlendirdiğimiz doğal bir bağlamdır. Hatta "dünyanın en mutlu ülkesi"nde bile her zaman kötülük, suç ve eşitsizlik olacak. Sosyal durağanlık, öylesine derinden Finli bir özellik ki, hakkında düşünmesem bile yazılarımda kendini gösteriyor. Belki de bu, gerçekten farklı olan bir şeydir.
"Gerçek bir dayanışma duygusu sadece ‘bizim gibi olanlara' mı uzanır?" sorusu, toplumsal sorumluluğa bir eleştiri midir? Kitabı yazarken, politik tartışmaların romana sızmasına ne kadar izin verdiniz?
Evet, bu bir eleştiri, kitapta kasıtlı olarak yer alan bir şey. Finlandiya'da bazılarının, burada ırkçılık olmadığı ya da ırkçıların bulunmadığına inanmasını çok sinir bozucu buluyorum. Ve kitaptan beri bu konuda çok daha fazla tartışma ya da "tartışma" oldu. Bu o kadar kutuplaşmış bir soru ki, mantıklı bir tartışma yapmak neredeyse imkansız.
Ortak yazım sürecinde son kararı kim verir? Bir sahnenin duygusal tonu hakkında anlaşamadığınızda nasıl bir çözüm buluyorsunuz? Şiir, suç kurgusu mantığı mı yoksa üçüncü bir yaklaşımı mı tercih ediyorsunuz?
Her zaman mantık ön planda olmalı, hikayelerimiz biraz uçuk olsa da. Ve aslında, suç kurgusu yazmanın en zor kısmı bu, en azından benim için. Sadece güzel cümleler yazmak hoş olurdu ama kendini düzenlemen gerekiyor!
Milla Ollikainen'ın zihin odası: Perspektif notları
Sürekli olarak daha şiirsel bir metne doğru ilerliyorum. Suç romanı yazarı olarak başladım, ancak son kitabım, ünlü Finli mimar Eliel Saarinen'in ilk ve ikinci eşine dair bir biofiction.
Yazarların düşünsel arka planını, ilham kaynaklarını ve iç dünyalarını görünür kılmak amacıyla hazırladığımız Perspektif bölümünde bu kez Milla Ollikainen'ın zihin odasında derinlemesine bir yolculuğa çıkıyoruz.
Kişisel çöküşlerden, insanlığa dair derin sorgulamalara, yazarlık sürecindeki evrimden ilhamlarına kadar paylaştığı bu bölüm, Milla Ollikainen'ın karakterleri kadar kendisinin de bir anlatı nesnesine dönüştüğü içten bir yüzleşme alanı sunuyor.
Böylece yazarın kişisel ve yazınsal dünyasına dair bir bakış açısı kazanırken, suç edebiyatının karanlık ve şiirsel yanlarına da dair derinlemesine bir keşif yapıyoruz.
1. Kendinizi bir yazar olarak nasıl görüyorsunuz?
Sürekli olarak daha şiirsel bir metne doğru ilerliyorum. Suç romanı yazarı olarak başladım, ancak son kitabım, ünlü Finli mimar Eliel Saarinen'in ilk ve ikinci eşine dair bir biofiction. Hala daha çok suç yazmayı planlıyorum, bu gelişmenin nasıl bir şekilde kendini göstereceğini görmek ilginç olacak.
2. Pişmanlığı
Gençken kendime daha fazla güvenmemiş olmam. Yazar olarak kariyerim geç başladı, zaten 39 yaşımdaydım. Ama neyse ki hâlâ vaktim var!
3. Hayali
Çocuklarımın iyi geçinmesini görmek ve daha çok kitap yazmak, böylece daha da tatmin olabilmek.
4. Özendiği kişiler / İlham aldığı eserler
Tove Jansson'a hayranım, Muumi karakterlerinin Finli yaratıcısına. Sadece eserlerine değil, hayatına ve ruhuna da. Her anlamda gerçek bir sanatçıydı. Ben oldukça sıradan bir hayat yaşadım, çocuklarım oldu ve tam mesaiyle işe gidip geldim. Ama belki yaşlandıkça daha sanatkarane bir hayat tarzına geçerim.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish