İran'ı yakından tanımak: İki İslami aydının görüşü

Faik Bulut Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

İran son yıllarda ciddi şekilde zayıfladı.

Özellikle kendi vekâlet savaşlarındaki gücünün azalması ve Suriye’deki Esad rejiminin durumu ile birlikte Hizbullah, Hamas, Irak’taki Haşdi Şaabi’nin etkisi azaldı.

Bu yüzden de günümüz İran’ı, yıllardır karşılaştığı darbeleri ilk kez kendi topraklarında yemeye başladı.

Batı ve Türkiye kaynaklı habercilerin İran ile ilgili gelişmeleri sübjektif yorumladıkları; genelde Batı medyasının bilgi ve bakış açısından değerlendirdikleri gerçeğin görünen yüzüdür.

Ben bu yazımda nispeten objektif iki farklı analizi ele alacağım. 

Bahsedeceğim her iki yorumcu da vaktiyle İran’a sempatiyle bakan ve siyasi Mollaların dünya görüşüne paralel düşünceleri ileri süren aydın şahsiyetlerdir.

Her ikisiyle de tanışıp konuşmuşluğum var.

Bunlardan biri Kenan Çamurcu, diğeri gazeteci-yazar İslam Özkan’dır. 
 


Çamurcu, gerçekleştiği dönemlerde İran İslam Devrimi’nin ideallerine sıcak bakıyor; siyaset ve fikir ehlinin görüşlerini önemli oranda paylaşıyordu.

Kendisi “Biz de İslamcı tecrübeden geliyoruz. 64 yaşındayım ve benim hayatımın büyük bölümü bu işlerde geçti…” diyordu.

Son yıllarda ise İran’da yaşananları benimsemediği anlaşılıyor. 

İslam Özkan ise İran yönetiminin iç ve dış politikaları ile kendisi arasına mesafe koyuyor.

Tahran yönetiminin birtakım haksız ve yersiz icraatlarını açıkça eleştiriyor.

Ancak Batı emperyalizmi ve İsrail’deki politik ırkçı Siyonizm karşıtı bir tutum takınıyor; Hamas (Filistin), Hizbullah (Lübnan) ve Husi hareketi (Yemen) direnişinin yanında yer alıyor. 

Özkan bu çerçevede İran’a yönelik savaş ile iç politikasını, Batı ve Türkiye’deki beylik değerlendirmelerden farklı bir tarzda değerlendiriyor. 

Çamurcu’nun Ruşen Çakır ile yaptığı söyleşisindeki analize dayandırdığım bu yazımı, İ. Özkan’ın 30 Haziran 2025 tarihli TV 5 (Sadet Partisi çizgisindeki) kanalında dile getirdiği tahlil ve gözlemlerle tamamladım.


İranlı Yahudiler orduda görevli

Asıl konuya geçmeden önce biri haber, diğeri gözlem olmak üzere iki bilgiyi paylaşmalıyım:

İsrail’in kamu yayın kuruluşu KAN News, İranlı altı kişinin daha Mossad ile işbirliği yaptığı şüphesiyle idam edildiğini bildirdi. İran, İsrail ile bağlantılı olduğu iddiasıyla en az 700 kişiyi tutukladı.

İsrail Jerusalem Post gazetesinin haberine göre sürgündeki İranlı kadın örgütü Association Femme Azadi, konuyla ilgili açıklamada bulundu ve sosyal medya hesabında, “Haberler, Tahran ve Şiraz’daki hahamlarla dini liderlerin, İsrail ile bağlantılı olmakla suçlanarak tutuklandığını doğruluyor!” diye yazdı.

KAN’ın haberine göre, 26 Haziran perşembe günü erken saatlerde Tahran’daki Yahudi cemaati, İran Silahlı Kuvvetleri’nin İsrail’in hava saldırılarına verdiği ‘kararlı yanıtı’ kutlamak ve İslam Cumhuriyeti rejimine destek göstermek için özel bir toplantı düzenledi. 

Toplantıya İran ordusunda görev yapan ve askeri üniformalar ile kipa (dini takke) giyen Yahudilerin katıldığını belirtti. (27 Haziran 2025) 


Emekli Yarbayın gözlemi: Son savaşlarda en çok siviller ölüyor!

TV 5 kanalında görüş belirten Emekli Kurmay Albay Salih Gamsız, post-modern savaşların özelliğine dikkat çekiyor: 

Son yıllarda gözlenen şudur: Savaşlarda çok sayıda sivil insan öldürülüyor. Mesela İsrail’in Gazze’de ısrar ve inatla yürüttüğü savaşta katledilen asker ve sivil 60 bin (başka rakamlara göre 150 bini aşkın-FB) insanın beşte dördü sivil Filistinli.

Üstelik öldürülen sivillerin çoğu da kadın ve çocuklar. 13 Haziran’da İran’a yönelik İsrail saldırısı sonucu ölenlerin beşte biri asker, beşte dördü sivil. Oysa Birinci Dünya Savaşı sürecinde ölen her beş kişiden biri sivil, dördü askerlerden oluşuyordu. 

Son savaşta çatışan güçler arasında belki de ilk defa 1000 km ve hatta ABD’yi de katarsak 5 km veya 10 bin km öteden kalkan uçaklar veya fırlatılan füzeler devreye girdi. Savaşla doğrudan ilişkisi olmayan insanlar hayatlarını kaybettiler.


Geçici ateşkesle birlikte savaşın durması sivillerin hayatta kalma şansını biraz olsun arttırmış oldu.


Hayal kırıklığı ve Devrim’in başarısızlığı!

Kenan Çamurcu’nun olup bitenler hakkındaki izlenimleriyle devam edelim:

Biz, Devrim Muhafızları’nın, Sipah (nizami) ordusunun editleriyle büyük ölçüde bilgilenerek İran’ın askeri kabiliyetleri konusunda bir fikir edinmiştik. Onlar video editleriymiş meğer: O yeraltı (nükleer) üretim tesisleri, füzeler, balistik füzelere sahiplermiş!.. 

Şimdi görüyoruz ki İran balistik füze atıyor İsrail’e ama kör atışlar, nereye gittiğini bilemezsiniz. Oysa İsrailliler, işte fotoğraflar, insanlar görüyorlar sosyal medyada o fotoğrafları, bir Sipah (nizami ordu) komutanının odasını vurmuşlar. Daha da ötesinde bir durum var. Ben bu açıdan da şaşkınlık içindeyim. 

Mossad, Tahran’ın göbeğinde Ali Hamaney’in burnunun dibinde drone-İHA üssü kurmuş. Suikastların bir kısmı da oradan, kamikaze dronlarla yapıldı. ‘Nasıl olabilir bu? İran rejiminin gücü çok mu abartıldı, o kadar bile mi değildi, yani asgari seviyede bile mi bir kabiliyet yoktu?’ diye düşünüyor insan. 

Yükselen Aslan operasyonuna, işte İsrail’den 200 uçak katılmış verilen bilgilere göre. Nükleer tesislerin birçoğunu vurdular. Kum’a yakın 30 kilometre mesafede dağın içinde yerin 100 metre altında bir Fordo nükleer tesisi var, o hariç. Şu sorulabilir: Neden İran’ın askeri savunma sistemi felç oldu?

Ben bunun siyasi rejimin bir çıktısı olduğu kanaatindeyim. Yani o kadar güçlü bir tek adam rejimi var ki ve işler bir tek kişinin, Hamaney’in iki dudağı arasından çıkan işlerle o kadar yürütülüyor ki, o kadar abartılı biçimde organize ediliyor ki kendi başına işleyen bir sistem yok İran’ın askeri teknolojisinde, kendi başına işleyemiyor, yürütemiyorlar mesela.

Her ne kadar Sipah (nizami ordu) medyasında, ‘Biz kazanıyoruz, şöyle mahvedeceğiz İsrail’i, yok edeceğiz!’ gibi şeyler söylense de doğru ve gerçek değildi. İsrail’in buradaki gövde gösterisi, Devrim Muhafızları’nın komuta kademesini İran’da öldürebilmesi!

Kasım Süleymani Irak’ta, istihbaratı İsrailliler verdi, Amerikalılar onu öldürdü. Tahran’da Devrim Muhafızları komuta kademesini, 20 kişinin üzerinde insanı öldürmeleri, generali öldürmeleri ise tam bir gövde gösterisi. Büyük bir şey bu! Herhalde bir yerlerde savaş tarihinde bunlar not edilecek, yazılacak, okunacak.  

Devletin medyasında, televizyonda alt yazıda ‘Seslerin kaynağı bilinmiyor’ ibaresi geçiyordu. Ben gördüm o yayınları. O sırada sosyal medyada İranlılar vurulan yerlerin görüntülerini yayınlıyor, oralarda kimlerin oturduğunu falan söylüyorlardı. 

Demavend Dağı’ndan çekenler, yukarı çıkmışlar, oradan bombalamaların görüntülerini alıyorlar, sosyal medyada yayınlıyorlar. Rejimle halk arasındaki mesafe tahmin edilemeyecek kadar uzak şu anda.

1986’daydı yanlış hatırlamıyorsam, videosunu gördüm. Humeyni, Devrim Muhafızları’nı ve rejimin önde gelen isimlerini, aralarında Hamaney’in de olduğu isimleri uyardığına ilişkin önceki bir konuşması,  şimdi viral olmuş, onu yayınlıyorlar:

‘Sakın ha bir gün gelip de halkla aranızdaki mesafe açılmasın, halktan kopmayın. Aksi takdirde eski rejimin uğradığından daha beter bir akıbete uğrarsınız.’ Bunu görüp izleyenler ‘Tam işte o günler geldi’ diyorlar.

Şu Mehsa Emini Jina (başını açtığı için tutuklanıp katledilen Senendejli Kürt kızı-FB) vesilesiyle gösteriler yapıldığı zaman, iki sene önce Ekim’de bir makaleden bahsedildi. Savunma Üniversitesi’nin dergisinde yayınlanmış bir makaleydi. Gösterilerden 3-4 ay önce yayınlanmış bir makale. 

Diyor ki: ‘Nüfusun %85’i rejimle arasına mesafe koyuyor. Herhangi bir zaaf, rejimin zaaf göstermesi anında sokağa çıkacağını beyan ediyor.’ 

%85 çok yüksek bir oran ve bunu rejim biliyormuş. Mehsa Emini gösterilerinin olacağını tahmin etmişler zaten. 

Her fırsatta, doğan en küçük bir boşlukta halk meydana çıkacak. Yeni bir devrim neredeyse olacak. Şimdi Devrim Muhafızları kendini buna hazırlıyor. Bütün gücünü halk üzerinde kullanıyor. Mesela İsrail karşısına çıktığında işte ortada Devrim Muhafızları filan yok şu anda. 

Çok erken zamanlarda, şimdi Ayetullah Talegani, Allame (Bilge) Taleghani adıyla bilinen bir molla vardı. Tipik bir molla değildi, ilginç bir adamdı. Humeyni Paris’teyken, henüz Tahran’a dönmemişken başkentteki devrim önderi oydu. Humeyni adına o liderlik yapıyordu ve bu devrim komitesinin de başkanıydı. 

Ayetullah Talegani daha o günlerde, 1980’de çok erken vefat etti. Hatta onu da hatırlatmadan geçmeyeyim; oğlu geçen yıl bir röportaj verdiğinde “Babama otopsi yapmadılar, apar topar defnettiler, benim babamın ölümü şüpheli” dedi filan. 

Talegani daha devrimin başlangıcında, yani 1980’de, bir sene sonra aşırıların başörtüsü takma mecburiyeti gibi hususlarda mırıldanmalarını, homurdanmalarını duyunca, manşetlerden verilen konuşmasını yapmıştı: ‘Bu devrim, bütün toplumun her kesiminin katıldığı ortak bir devrimdir. Cumhuriyet kurulacaktır. Ne başörtüsü ne başka bir (dini) dayatma asla mevzu bahis olamayacaktır!’ 

Kurulan yeni rejimin ilk savcısı Ayetullah Muhammed Behişti, Almanya’dan felsefe doktoralı, o da bu uyarıları yapıyordu o zamanlar: ‘Bu özgürlük devrimidir, herkes özgür olacak, kimse kimseye hayat tarzı dayatamaz’ diyordu. O da işte suikastla öldürüldü.

Şimdi devrimin bu ilk nesli muhtelif nedenlerle ortadan kalkınca ve en sonda onların temsilcisi Ayetullah Muntazeri bir kumpasla saf dışı edilince artık kesin olarak devrim başka bir yola girdi. Bütün katılımcıları, farklılıkları, solcuları, liberalleri, milliyetçileri, kim varsa, devrimi kimler yaptıysa, hep beraber kimler yaptılarsa hepsini saf dışı bırakıp tek bir mecraya doğru akmaya başladı. 

Humeyni’nin ölümünün de bunu hızlandırdığını düşünüyorum. Humeyni’nin kız torununun bir röportajını okumuştum, çok ilginçtir. O, 1987-88 civarında üniversiteye gidiyormuş. Genç kız, kapalı (tesettürlü) ama renkli giyiniyormuş.

İslamcılar onu baskılıyormuş; ‘Niye böyle giyiniyorsun, niye siyah çarşaf giymiyorsun?’ diye. Kız torun, ‘Senin İslamcıların bana bunları yapıyor üniversitede, sıkıştırıyorlar. Niye böyle giyiniyorsun, diyorlar. Böyle muameleye maruz kalıyorum’ diye dedesine şikâyet etmiş. 

O zaman da Humeyni ona demiş ki: ‘Niye benim İslamcılarım olsunlar? Ben böyle şeyleri kabul etmiyorum zaten!’ Bu röportaj yayınlandı İran gazetesinde. 

Şimdi içerideki çelişkiler sandığımızdan da çok fazla. 1988’de cezaevlerinde kitlesel infazlar yaşanınca, aralarında Ali Hamaney’in ve İbrahim Reisi’nin (yıllar sonra helikopter kazasında ölen önceki cumhurbaşkanı ki, o da dönemin infazcılarından biriydi) olduğu bir ortamda konuşma yapan Muntazeri şöyle demiş: ‘Tarih sizi, en cani insanlar olarak kaydedecek!’ 

“Bu kaseti sen sızdırdın, ülkenin güvenliğini tehlikeye attın!” diyerek Muntazeri’nin oğlunu hapse attılar. En son kale, direnç noktası Muntazeri idi. O saf dışı edildikten sonra artık aşırılığın, radikallerin önü açılmış oldu ve İran net bir biçimde başka bir mecraya doğru aktı.

Humeyni ölünce anayasa gereği üç kişilik bir komite dini liderlik pozisyonunu üstlenecekti ama Rafsancani’nin yönlendirmesiyle onu tek kişiye indirdiler. Hamaney’in seçildiği oturumda Rafsancani İran meclisinde yaptığı konuşmada, ‘Bu geçici bir seçim, yeniden seçim yapılacak’ demişti. Oysa tekrar seçim yapılmadı. 

İran’da bu saldırıları (İsrail bombalamaları) protesto mitingleri düzenleniyor şimdi şehirlerde. Görüntüleri görüyorsunuz, bir avuç insan. ‘İsrail’i protesto etmek üzere Tahran’da, Tahranlılar sokakta’ diye yayın yapıyor devletin medyası. Sayı vermeyeyim ama bir avuç insan var sokakta, gösteri dedikleri onlar. 

Taraftarlar bile sokaklarda değiller. Onlar da bence rejimden umudunu kaybetmişler. Bu tür şeyler tabii bir kıvılcımla oluyor. İşte Mehsa Emini meselesi toplumu harekete geçirdi. Daha önce zamlar, ekonomik sıkıntılar meselesiydi.

Bir şey, bir kıvılcım toplumu hareketlendiriyor. Şimdi yeni şey ne olur bilmiyoruz. Bu kadar geride kalmış, anakronik, tarih dışı bir rejimin var olması biraz zor yani.


Kürtler ve Beluçlar duygusal anlamda kopmuşlar: 

Kenan Çamurcu söyleşiye devamla şunları söylüyor:

Kürtler ve Beluçlar konusunda çok emin değilim. Beluçlar çünkü duygusal kopuş yaşamış bir toplum. Kürtler de öyle; onlarda da duygusal kopuş çok güçlü. Ya Huzistan Arapları, onlar nereye gidecekler? Zaten Irak’ta da kendi muadilleri var. Yani Irak’a bağlanacak halleri yok ama Araplar, Farslar, Azerbaycanlılar da kendilerini ev sahibi gördüğü için onların çok mümkün görmüyorum ayrılmalarını. 

Beluçlarla Kürtler konusunda farklı düşünmek gerekir; onların duygusal kopuşları çok kuvvetli. İran’da şu anda bütün kesimlerde İran’ın bir arada durması yönünde çok güçlü bir irade var. Ben Avrupa’daki gösterilere bakıyorum, Şah yanlıları bile yani gösteri filan düzenlerken İran birliğine özellikle vurgu yapıyorlar.

Bazı gösterilere kendi bayraklarıyla gelenler oluyor etnik gruplarda, mesela onları dışlıyorlar yurtdışındaki gösterilerde, Amerika’da bu yaşandı mesela. Keza Mehsa Emini protestolarında binlerce insanın katıldığı gösterilerde böyle bir iki etnik bayrak filan geldiğinde hemen -onlarla ilgili görüntüleri, videoları izledim ben- dışladılar.

İran’ın tabii kendine ait bir geleneği var; kültürel geleneği var. İran’ın parçalanması, ayrı ayrı etnik uluslara bölünmesi çok taraftar bulacak bir akım değil. Ondan ziyade rejimin değişmesi ve zaten fiilen de biraz öyledir İran’da. Yani üniter bir şey kurmaya çalışıyordu Hamaney kendi tek adam rejiminin bir parçası olarak. Ama İran’da geleneksel ve tarihsel olarak yerel unsurlar çok güçlüdür.

İran tarihsel olarak bütün bir coğrafya, İslam’ın yeni dünyası aslında. İslam medeniyetini orada kurdu. Hem İslami dönemde hem önceki dönemde hiçbir zaman böyle parçalara ayrılmamış, etnik parçalara bölünmemiş, öyle bir temeli yok. Ben ona çok ihtimal vermiyorum ama bu rejimin değişmesi ve demokratik bir İran kurulması artık çok beklenen bir şeydir.


“Rejim değişmeli ve demokratik bir İran kurulmalı”

Cumhuriyet döneminin kapandığını muhalif dindarlar dâhil herkes kabul ediyor.

İslam Cumhuriyeti dönemi artık kapandı. Seküler, laik bir İran olacak.

Yani bundan sonraki rejim böyle olacak.

Mollalar kendi alanlarına çekilecekler.

Başka türlü de İran huzur bulmaz diye bunları çok açık yazıyorlar.

İslamcılar da yazıyor ve çok net biçimde söylüyorlar.

Yani, siyasi rejim işi değil İslam; herkesin kendisi vicdanıyla ilgili bir şey.

Bunu seküler kişiler zamanında söylüyordu diyebilirsin.

Bireyseldir dini inanç, insanın Allah’la kendi arasında bir şeydir, kimse kimseye bir şey dayatamaz. 

(Bkz. http://rusencakir.com/Kenan-Camurcu-degerlendirdi-Iranda-Islam-rejimi-varligini-surdurebilecek-mi/10060. 24 Haziran 2025.)

İran’da rejimin değişmesi ve demokratik bir İran’ın kurulması artık beklenen bir şey...

2009 seçimleri için “Sipah’ın kara darbesi” diyordu iktidara muhalif Yeşil hareketi.

16 yıldır hapiste tutulan bu hareketin lideri sayılan eski Başbakan Mir Hüseyin

Musevi’nin danışmanı Erdeşir Ercüment kendi sitesinde “İran artık İslam Cumhuriyeti’nin ötesine geçmek zorunda” diye yazdı. (Bkz. https://www.facebook.com/watch/?v=439784085896628)


İslam Özkan konuşuyor: “İran diz çökmedi, İsrail’e zarar verdi” 

Savaşı başlatan İran değil, İsrail’dir. Önleyici vuruş çerçevesinde yapılan ABD-İsrail operasyonuydu. Almanya Başbakanı Joachim-Friedrich Martin Josef Merz, ‘Kirli işlerimizi İsrail’e yaptırıyoruz!’ dedi. Savaşın kirliliğini, meşru olmadığını ve kimlerle birlikte yapıldığını açıklayan bir itiraftır bu. 

Hesap şuydu: İran’ı dize getirir, istediklerimizi dayatırız. Ancak hiç de hesapladıkları gibi olmadı. İsrail savaşa devam etseydi; İran füzeleri karşısında Tel Aviv Gazze’den daha beter bir yer olurdu. Kirya’daki İsrail Savunma Bakanlığı, istihbarat teşkilatı Mossad merkezi vuruldu; arşiv ve istihbarat bilgileri yok edildi. 

Çoğu asker olan TV’deki uzmanları ‘Karar verildi; Hamas ve Hizbullah yok edildi, sıra İran’da!’ fikrini savundular. Oysa ABD ve İsrail yenilmez değildir. 

İran savaş uçakları teknolojik olarak çok geri, ancak elindeki füzeler hayli gelişkin. İsrail İran ile girdiği 12 günlük muharebede, 1967’den bu yana Arap ülkeleriyle yaptığı savaşlarda bile hiç bu kadar zayiata uğramadı, mal ve can kaybı oldukça fazlaydı.

İsrail, F-35 dâhil bütün gelişmiş savaş uçaklarını ve diğer silahlarını kullandı. Buna karşılık İran elindeki Hayber gibi stratejik füzeleri kullanmadı. Eğer kullanmış olsaydı, İsrail’e çok daha büyük kayıplar verdirirdi. 

Kısacası İran, ne İsrail ne de ABD karşısında diz çöktü. Dimdik ayakta durdu. Onun için ‘kaybetti veya kazandı’ tanımları nereden baktığınıza bağlı olarak değişir. Mesela Kirmanşah’tan fırlatılan bir balistik füze sırasıyla Irak, Katar ve Ürdün’deki Amerikan hava savunma füzelerini atlatıyor; NATO savunma sisteminden (Eylat’taki) kurtulabiliyor ve nihayet Güney Kıbrıs üslerinden kalkan İngiliz uçaklarını geçiyor. 

Ayrıca İran füzeleri Doğu Akdeniz’deki Amerikan hava savunma gemilerinden kalkan uçakları da geçip İsrail hava sahasına girebiliyor; orada çok övülen üç katmanlı (Demir Kubbe, Arrow-Ok ve Davut Sapanı) savunma sistemini aşarak Tel Aviv yahut Berşeba gibi hedefleri vurabiliyor. O halde burada bir başarı var demektir.

İsrail için, ordusu olan bir devlet demek mümkün değildir; devleti olan bir ordu demek daha doğrudur. Mesela İsrail’deki büyük binalar, ticari plazalar veya alışveriş yerlerinin alt bölümleri ve bodrum katlarında askeri yahut sivil istihbarat şubeleri kuruludur. İsrail’de ekonomi de, hukuk da, siyaset de ordu içindir.


Bu noktada ekleme yapalım: İran tarafını tutan Londra merkezli Arapça gazetesi El Ray El Em Yayın Yönetmeni Abdulbari Atwan, kendince şöyle bir formül buldu:

Bu savaşta hezimete uğratılamayan İran kazandı, bozguna uğratırım niyetiyle İran’a saldıran İsrail ile ABD başarısız sayıldı.


“İran’ın özgün sistemi var ama eleştirilebilir”

İslam Özkan, İran’daki sistemin üst yapısına ilişkin bilgi veriyor, paylaşalım:

İran’da siyasal partiler 1982’den sonra ortadan kaldırıldı. Partiler olmayınca şahıs odaklı şahsiyetler seçimde aday oluyorlar. Bu kişiler tabii ki belli çıkar çevrelerine, belli önemli vakıf, dernek, topluluk veya fikri ekollere yakın isimlerdir. Onun yahut bunun etrafındaki kümelenmeler de taraftar sayılmış oluyorlar.

Bu yandan İran’dan bahsedildiğinde ‘Molla rejimi’ deniliyor ama diğer taraftan ABD söz konusu olunca ‘Amerikan yönetimi’ deniliyor. Yani sistem tanımlamasında bile İran’ın gözden düşürülmesi amaçlanıyor. 

Elbette İran’da otoriter bir rejim var. Elbette eleştirilecek çok yanı var. Misal zorunlu başörtüsü var, olmamalı, başörtüsü dayatılmamalı. Kadın erkek parklarda ve sokaklarda el ele kola gezemezler ama gezmeliler. 

Kişisel özgürlükler açısından sorunlar var. İstediğiniz gibi davranamazsınız; gece kulüpleri yahut eğlence yerleri açamazsınız. Alkol içemezsiniz vs. Bunlar eleştirilmesi gereken şeyler. Bütün bunlara rağmen İran, klasik Ortadoğu ülkelerindekinden daha farklı bir yerde ve konumdadır. 

Ancak bizler İran’ı Arapça veya Farsça kaynaklardan değil de Batı medyasından izlediğimizde ister istemez önyargılı davranıp Batılıların çizdiği kalıplar çerçevesinde düşünüyoruz. Dolayısıyla perspektifimiz değişip yanlış olabiliyor.

Örneğin İran’daki rejiminde en az katı ve sertlik yanlıları kadar düzeni eleştiren ciddi bir muhalif kesim de var. Şark, Etemad ve Entehab gibi gazeteler buna örnektir. 

İran’ı tek adam rejimini temsil etmiş olan Saddam Hüseyin (Irak), Muammer Kaddafi (Libya) ve Beşar Esad (Suriye) diktatörlükleriyle karşılaştırmak mümkün değildir. Onların iki dudağı arasından çıkan her söz kanun ve buyruktu. 

Oysa İran’da güç, tek bir kişinin elinde temerküz etmez. Mesela bütün erklerin (asker-sivil bürokrasi) üstünde sayılan ruhani lider Ali Hameney’in bile her dediği kanun değildir; çünkü orada kurumsal nitelik kazanmış bir parlamento var. Denilen şey her bakımdan değerlendirilir, tartışılıp kararlaştırılır sonra kanun haline gelir. 

Evet, İran’daki sistem klasik demokrasinin veya siyaset biliminin temel kriterlerine uymayabilir; nispeten baskıcı sayılabilecek otoriter bir rejim var. Ancak tahminlerimizin ötesinde oryantalist sayılabilecek diktatörlüklere benzemez İran. 

Misal Suudi Arabistan’da anayasa yok ve parlamento yoktur. Tavsiye kararları alabilen Şura Meclisi var ama kralın ağzından çıkan kanundur. Körfez ülkeleri de böyledir. Buna rağmen Batı medyası onlar için ‘otokratik rejimler, diktatörlükle yönetiliyorlar’ sözlerini kullanmıyorlar. 

Siyaset bilimi açısından İran’daki seçim sistemi ve fren-denge mekanizmaları başka ülkelerdekine benzemiyor. 

İran’ın sorunu şudur: Batılı değer ve kavramlara alabildiğine savaş açan İran, bilhassa siyasal-askeri krizler döneminde her bakımdan (sosyal, siyasal, ideolojik, teolojik, idari) Batılı siyaset erbabı ve medyasının hedef tahtasına konulup karalanmaktadır. Kültürel, entelektüel ve fikri düzlemde Batılı propaganda mekanizmasının karalama hamlesine maruz kalmaktadır. 

Bunlar psikolojik savaşın bir parçası olarak devreye giriyorlar.

Evet, iktidarın halkıyla, kadınlarla ve toplumun farklı kesimleriyle çok ciddi sorunları var. Bu alanlarda her devlet eleştirildiği gibi İran da pekâlâ eleştirilebilir. İran’ın İslam Cumhuriyeti olması, cumhuriyet kelimesinin İslam kelimesiyle birlikte kullanılması bu ülkeyi eleştiriden muaf kılmaz. Alabildiğine eleştirilmelidir de.

İran’a yönelik eleştiri veya değerlendirmeler; özgünlükleri, kendi dinamikleri ve değerleri çerçevesinde yapılırsa bir anlam kazanabilir. Söz gelimi İran’daki parlamento hiçbir anlam ifade etmiyor diyemeyiz.

Milli Güvenlik Kurulunun aldığı kararlar da önemlidir. Şûrayi Nigehban veya Nizamın Maslahatını Teşhis diye iki farklı kurum da var. Bunların kararları da önemsenip uygulanır.


İran’ı daha iyi anlayabilmek için bu ülkeyi iyi tanıyan ancak farklı açılardan ele alan İslami gelenekten gelen iki aydının sözlerine yer verdik.

Gerisini okuyucuya bırakıyoruz. 

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU