Türkiye, yıllardır genç bir ülke olmanın verdiği demografik avantajı konuştu.
Planlar hep genç nüfus üzerine kuruldu; ekonomik büyüme, iş gücü piyasası, eğitim sistemleri hep "gençlik" merkezli inşa edildi.
Oysa zaman, kaçınılmaz biçimde akıyor.
Ve şimdi, kaçtığımız o demografik gerçeğin kapımızda belirdiği bir döneme girdik: Türkiye yaşlanıyor.
Hem de sessiz, sarsıcı ve hazırlıksız biçimde.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun projeksiyonları bu dönüşümün şifrelerini veriyor.
2000 yılında nüfusun sadece yüzde 5,7'si 65 yaş ve üzerindeydi.
2024 itibarıyla bu oran yüzde 10,6'ya yükseldi.
2060'ta yüzde 27'ye, 2100'de ise yüzde 33,6'ya ulaşması bekleniyor.
Yani, bu yüzyılın sonunda, her üç kişiden biri yaşlı olacak.
İşte bu basit ama derin veriler, hepimizi sarsması gereken bir tabloyu ortaya koyuyor:
Kent Araştırmaları Enstitüsü'nün hazırladığı "Türkiye'de Yaşlı Refahı" başlıklı kapsamlı rapor, hem verilerle hem toplumsal algı analizleriyle bizi yüzleştiriyor.
Rapordaki bulguların büyük kısmını herkes biliyor, herkes görüyordur diye düşünüyorum.
Ama gelin görün ki biz, hâlâ yaşlılığı toplumsal gündemin kıyısında bir tartışma olarak tutuyoruz.
Sanki yaşlılık bize hiç uğramayacakmış gibi…
Kent Araştırmaları Enstitüsü'nün "Türkiye'de Yaşlı Refahı" başlıklı kapsamlı raporu, bizi kaçtığımız aynayla yüzleştiriyor.
En çarpıcı veri: Toplumun yüzde 60'ı yaşlı bakım hizmetlerinin yetersiz olduğunu düşünüyor.
Üstelik bu eleştiriler sadece düşük gelir gruplarından gelmiyor.
Gelir seviyesi ne olursa olsun, eğitim düzeyi yükseldikçe bakım hizmetlerine duyulan güvensizlik artıyor.
Bu da meselenin yalnızca sınıfsal değil, yapısal olarak büyük bir sorun olduğuna işaret ediyor.
Toplumun en güçlü şekilde dillendirdiği sorun ise yaşlıların ekonomik güvencesizliği.
Katılımcıların yüzde 62,2'si yaşlıların en büyük problemini düşük gelir ve yetersiz emekli maaşları olarak görüyor.
Artan yaşam maliyetleri karşısında sabit gelirli yaşlılar, artık temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyor.
Yalnızca sağlık harcamaları değil, ulaşım, barınma, beslenme gibi gündelik masraflar bile hayatta kalma mücadelesine dönüşmüş durumda.
Yaşlılık, artık "dinlenme" dönemi değil. Direnme dönemi.
Emekli olduktan sonra geçim mücadelesi vermek zorunda kalan bireyler için yaşlılık, fiziksel yorgunluğun değil; ekonomik tükenmişliğin adı.
Sokaklarda karton toplayan yaşlılar, pazardan çürük meyve seçen nineler, elektrik faturasını ödeyemediği için çaydanlıkta su ısıtan dedeler, Türkiye'nin görünmez yaşlılık haritasının parçaları.
Bunları görmezden gelince yok olmadıklarını hatırlatmak isterim.
Huzurevi kavramı, Türkiye'de daima kültürel bir tabu oldu.
Rapor da bunu doğruluyor: Katılımcıların yüzde 88,6'sı anne ya da babasının huzurevinde kalmasını istemediğini belirtiyor.
Bunun ardında derin toplumsal kodlar var.
Türk toplumunda yaşlıya evde bakmak, ahlaki bir görev, neredeyse kutsal bir sorumluluk olarak görülüyor.
Ancak pratikte durum bambaşka: Katılımcıların yüzde 51,5'i eğer aile desteği yoksa huzurevine gitmenin "gerekli" olduğunu söylüyor.
Yani, vicdan ile zorunluluk arasında büyüyen bir uçurum söz konusu.
Modern yaşamın getirdiği şehirleşme, çekirdek aile yapısı, kadın istihdamı, göç ve yalnızlaşma, bu ahlaki normları çoktan geride bırakmış görünüyor.
Artık kimse bakım yükünü tek başına taşıyamıyor ama alternatif sistem de kurulmuyor.
Böylece yaşlılık, aileler için bir yük; yaşlılar için ise kırılganlıkla dolu bir yalnızlık haline geliyor.
Huzurevleriyle ilgili en büyük korku, kötü muamele ve ilgisizlik.
yüzde 40,6'lık bir oran, bu endişeyi doğrudan dile getiriyor.
Kadınlar daha çok ilgisizlikten; erkekler ise sosyal çevresinden kopmaktan korkuyor.
Eğitim seviyesi yükseldikçe korkular değişiyor: yalnızlık yerini saygı görmemeye, kötü muameleye bırakıyor.
Bu korkular, bize yaşlılıkla ilgili asıl problemi gösteriyor: aidiyet kaybı.
Yaşlı bireyler kendilerini toplumun bir parçası olarak görmekte zorlanıyor.
Huzurevleri, çoğu zaman bir "bakım yeri" değil; bir "son durak" olarak algılanıyor.
Bu da yaşlı bireyleri hem psikolojik hem de fiziksel olarak daha kırılgan hale getiriyor.
Katılımcıların yüzde 44,8'i yaşlandığında ailesinin yanında yaşamak istiyor.
Ancak yüzde 29,7'si evde profesyonel bakım hizmetini tercih ediyor.
Bu oranlar, geleneksel aile yapısının hâlâ etkili olduğunu gösterse de, bireylerin giderek profesyonel destek arayışına yöneldiğini de ortaya koyuyor.
Yüzde 16,4'lük bir kesim ise yaşlı köyleri ve sosyal tesislerde bağımsız yaşamak istiyor.
Bu oran düşük gibi görünse de, özellikle eğitim seviyesi ve gelir düzeyi arttıkça bu oran artıyor.
Bu da Türkiye'de "aktif yaşlanma" fikrine olan ilginin yükseldiğini gösteriyor.
Yaşlı köyleri, yarı zamanlı bakım sistemleri, mobil sağlık ekipleri, gündüz bakım merkezleri ve gönüllü bakım ağları gibi alternatif modeller, hem yaşlıların özerkliğini korumasını sağlar hem de toplumsal vicdanı rahatlatır.
Bu noktada artık mesele sadece hizmet değil, bir zihniyet meselesi.
Yaşlılık, sadece sosyal politikaların konusu değil; toplumun kendisiyle kurduğu ilişkiyi belirleyen derin bir mesele.
Bugün yaşlılığı dışlayan, onu "bakıma muhtaç" bir dönem olarak tanımlayan her yaklaşım, aslında kendi geleceğini de dışlamaktadır.
Bu yüzden Türkiye'nin yaşlılık meselesine dair iki temel sorumluluğu var:
- Bakım hizmetlerinin hem nitelik hem nicelik açısından yeniden yapılandırılması: Erişilebilir, güvenceli, onurlu hizmetler.
- Alternatif yaşlanma modellerinin teşvik edilmesi: Yaşlı bireylerin sosyal katılımını, özerkliğini ve üretkenliğini esas alan sistemler.
Yaşlılara yapılan yatırım, sadece bugünün yaşlılarına değil; geleceğin yetişkinlerine yapılan yatırımdır.
Çünkü herkes bir gün yaşlanacak.
Bugün alacağımız her karar, gelecekte yaş alacak milyonlar için yol haritası olacak.
Türkiye'de yaşlılık meselesi, sadece demografik bir değişim değil; kültürel, ekonomik, siyasal ve etik bir dönüşüm çağrısıdır.
Bu çağrıya kulak vermek, yalnızca yaşlı bireyleri korumak için değil, toplumun tüm yapısını onarmak için gereklidir.
Zira yaşlılık, istisna değil; kaçınılmaz bir gerçeklik.
Ve bir toplum, yaşlısına ne kadar iyi bakarsa, geleceğe o kadar güvenle yürür.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish