Tarihte ve coğrafyada konumlanmak

Gürsel Tokmakoğlu Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Aïda Amer/Axios

Bu makale sizlerle önemli ve köklü bir sorunun cevabını arayacak ve tartışacak:

Bugüne değin hangi toplumlar neler yaptılar, ayakta kaldılar, nerede kazandılar, kimler kaybettiler, kullanıldılar, yıkılmaya mahkûm oldular?

Tarihte ve coğrafyada kaybolmak veya kaybolmamak!

İşte bu konuyu birlikte bakacağız, temelde politik bir analiz yapacağız.

İncelenen konuların başlıkları şunlar: Politika, dünyayı yönetmek, İngilizlerin, Yahudilerin, Almanların, Amerikalıların, Rusların, Çinlilerin dünyasında ve zamanındayken (bu bölümde etkileşimler ve politik analizler de var) ve sonuç olarak "sistem sorunu".


Politika

Zamanının icaplarına, çıkarlarına, bilgi ve görgüsüne dayanarak, şahıs, politikacı, parti, şirket, ülke, müttefik, ortak, her biri kendine göre bir yerde konumlanır. Bireyler için ve en çok politikacılar için tarih bilmek en başta gelen vazifedir.

Ama hangi tarih? Her an için gerçekçi olmak gerekir. Ama hangi gerçek?

Coğrafya bazı uluslar için handikap olabilir, ilave yükler getirebilir. Bazı hallerde ise jeopolitik önemden dolayı ülke bir dengenin merkezi konumunda yer alabilir. Başka tabirle, ülkeyi coğrafya riske sokar veya tam tersine coğrafya korur. Türkiye tam da böyle bir ülkedir.

Politikacılar, tarihi kendilerince yorumlayabildikleri gibi, coğrafi tercihlerle de kendileri açısından bir tarifle yürümek isterler. Mesela, "Batı, Atlantik, Avrasya, İslam, ülke, hatta gönül coğrafyası…" birer tariftir.

Bütün bunlar iç politikaya göre mi, yoksa dış politikaya göre mi düşünülür? Bazen her şey iç içe girebilirse de "yüksek politika" yapanlar bu gibi hususları biliyor, yönlendirebiliyor ve ülkeleri için bir kazanca çeviriyor olmalıdır. 

Bu yüksek politika terimini hassaten ifade ediyor ve önemsiyorum, ki kolaycılara karşı bunu ayırt edici bir şekilde ileri sürüyorum. Öyleyse şunu ilave etmeliyim, "yüksek politika yapmak demek aynı zamanda tarihte ve coğrafyada doğru konumlanmak" demektir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Diğer bakışla ise başkaları tarafından bir şekilde "kullanılmak" söz konusu olabilir. Kendi durumunu iyi bilenlerin üstünlüğü ile diğerleri rahatlıkla kullanabilir. Haliyle kullanılmak, istenmeyen bir durumdur.

İstenmeyen durum! Kandırılmak, kandırılmaya veya kullanılmaya yatkın olmak… Ortak görünüyorken bile, kim neyi ne ölçüde kontrol ediyor, diye bakmak gerekir. Güçlü olanın hakkı daha fazla öne çıkar. Güç, özneye doğal avantajlar verir. 

Tarih bize göstermektedir, politika yapanlar, bu tür istenmeyen durumlara, kullanımlara, tavizlere sahne olabilirler. Tarihlerini ve coğrafyalarını bilemedikleri gibi, rakiplerinin ve başat güçlerininkileri de değerlendiremeyebilirler. Her şeyden önce kendi yapması gerekenleri tam yapamamak gibi bir iç mesele vardır ve bu en önemli olandır. 

Toplumca organize olamamak, rasyonel yoldan çıkmak, eldeki değerleri kullanamamak, gibi olumsuz meseleler vardır. İşte bunlar politikanın yanlışlığından kaynaklanan konulardır.

Her şeyden önce politika! İdari sistem, rejim, hukuk, ekonomi, eğitim, sağlık, güvenlik, aklınıza ne geliyorsa, eğer politik olumsuzluklar var ise bunlar da yanlış gelişir. Aslında politika "dünyaya bakma şekli" gibi basit bir konu olarak da düşünülebilir.

Dünyaya, bulunulan coğrafyaya ve zamana yanlış mercekler kullanılarak bakılıyorsa, odak yanlışsa diğer her şey yanlıştır. İşte doğru odaktakiler diğerlerini kullanabilirler, onlardan istedikleri gibi istifade edebilirler.

En basit şekliyle "politika, bir iddiadır, iradedir, istektir ve bunları yapak için plan yapmak ve tatbik etmektir". Kişi, kurum, ülke, vs. hepsinin buna göre bir amacı, hedefi, yolu, yöntemi vardır, ki politika kavramı bununla ilgilidir.

Göz ardı edilen bir nokta var: Kişilerin veya belli bir zümrenin kendi politikası bazen herkese, ulusa veya bir ülkeye mâledilebilmektedir. Konunun karmaşıklığı bundan ileri gelir. Yanlış yönde olmak mümkündür. En iyi bilinenin dahi sorunlu olması mümkündür. İş işten geçince durum ortaya çıksa da çaresizlik söz konusudur.

Şöyle bakalım:

İngiltere'nin politikası, Rusya'nın politikası, Almanya'nın politikası, İsrail'in politikası, vs. demekteyiz. Buradaki ortak kavram politikadır. Bunların hepsi politika yapar ve haliyle hepsinin kendi amacı, durumu ve şartları vardır.

Ortak olan kavram çerçevesinde hepsi neyi yapar? "Kazanmak, öne çıkmak, güçlenmek…"

İşte kim ne ölçüde bu yaklaşımda diğerine göre daha verimli çaba içindeyse, o rekabette öne geçer. Yapan, yaptıran, diğerine kendi arzusunu, isteğini, iddiasını kabul ettiren için ne söylenir? 

Politikada işleri karıştırmak dedik ya, burada ideolojiler, dini yaklaşımlar, gibi farklı düşüncelerin baskın olması durumundan söz etmekteyiz. Mesela biri için Marksizm bir ideolojidir. O kimseye sorarsanız "tam olarak uygulayan olmadı ki" der ve beklentisini sürdürür. Bu onun düşünce hakkıdır.

Fakat bir gerçek var, Bolşevik Devrimi ile tatbik edilen sistem kapitalizme yenik düştü. Bir kapitalist çıksa dese ki, "hayallerle uğraşmayın, gerçekçi olun" ona da hak verilebilir. Bunlar politik tartışmalardır. Fakat görüldüğü üzere, ortak terim politika, uluslara şunu söylüyor? "Rekabetten kazançlı çık, sistemini güçlendir, iddianı sürdür…"

Başka şekilde söylersek: "Refahın ve güvenliğin artsın." Refahını ve güvenliğini arttırana, "neden öne geçtin" deniyor ise bunun karşı taraftaki (öndeki) için pek de önemi olmaz, o işine devam eder. Buna rasyonel bakış demek doğru olur. İdeolojinin dışında rasyonelliğe engel örnekler aklınıza geliyordur.

Rasyonelliğin ötesindeki her tür bakış açısı, görüş ve iddia yine bir politika olmakla beraber, sonuca bakıldığında; kim önde kim değil, kiminki sürdürülebilir kiminki sürdürülemez, kim cazip kim değil, kim değerli kim değil, buna benzer somut ölçülere başvurmak gerekir. Yüksek politika buradaki bütün olumlu çıkarımlarla ilgilidir.

Eğer yanlış yolda ısrar var ise burada ya kasıtlı ya da aldanmış bir politik irade vardır.

Politikacının veya politika yapanların iki görevi vardır:

  • Birincisi, politikacı milli iradeye bağlı hareket eder. Yani bu, "milletim böyle istiyor, ben de bunu sağlamaya çalışıyorum" demektir.
     
  • İkincisi ise, tersi bir durum; "milletin değerlerini, imkanlarını, tasavvurlarını arttıracak atmosferi yaratmak ve düzenlemek" konusudur ki liderlik burada önemlidir. Bu, "milletimin refahını ve güvenliğini arttırabileceği şartları geliştiriyorum" demektir.

İkincisindeki hata şöyle olur: Kendi düşüncesini millete aşılamak, dayatmak ve yansıtmak. Yani yüksek politikadan sadece politikaya düşmek.

Lider ama nasıl? İşte çok bilinen bir örnek: Hitler de halkının oyuyla seçildi, o da politikasını yaptı, Almanya'ya bir dava aşıladı, insanlar ona ve davaya inandı, çok çalıştı… Sonuç?


Dünyayı yönetmek

Dünyayı yönetmek zor değil aslında, ama ince ve uzun soluklu çalışmayı gerektiriyor. İnsanların yüzüne bakarak, gülümseyerek, hatta onların gönlünü hoş ederek yapılan işler bunlar.

Hedef bölgede kendinize müzahir kesimler yaratacaksınız. Burada sağlam bir kültürel analiz yapacaksınız. Analizi müteakip çok kullanışlı temalar bulacaksınız. Söylediğim gibi, bunlar da zor şeyler değil. Gözlemlenecek, analiz edilecek ve toplum en çok hangi konularla ilgileniyor, bunlar bulunacak.

En azından tarifi olan işler…

Kısaca özetleyeyim (aşağıdaki grafikten takip ediniz):

Zamanı 3 dönem halinde ele alıyorum; dinler dönemi, modern dönem ve bugünkü şartlar olarak.

Burada konu din değil, ortaya çıkan ne ve toplumlar nasıl yönlendiriliyor, bunu inceliyoruz. Dinler (Semavi dinler) zamanında İbrahim ile başlayan bir süreç var ve devamında Yahudilik ortaya çıkarılıyor. Bu dönemde algı yoluyla bir krallık nasıl kurulur, insanlık bunu gördü, öğrendi. Yahudi Krallığı daha ziyade Davud zamanında gerçekleştiyse de tohumlarının atılması İbrahim'e dayanır.
 

Dünyada baskın etkileşimlerin özneleri ve serüveni
Dünyada baskın etkileşimlerin özneleri ve serüveni

 

İsa ve Roma zamanında toplumların yönlendirilmesi nasıl oldu? Katolikler veya Papalık, din ve devlet işlerini birlikte götürmekteydiler. Bu yapı dış politikayı güçlü ve sistemli bir biçimde yaşama soktu. İşte bu dönemde Yahudiler başta Mediciler olmak üzere, o dönemki İtalya'da ve daha sonra Avrupa'da kullanıldılar. İşin diğer kısmı ise Yahudiler de Hıristiyanları kullanmayı öğrendiler. Ortadoğu'da İsa'nın ortaya çıktığı zamanın sonrasındaki, din-devlet ve din-ticaret bahsi çerçevesinde olanları söylüyorum. 

Muhammed zamanında Yahudiler veya İbraniler Müslümanların hep içindeydiler, örneğin Medine'dekiler gibi. Buradan itibaren, devamı da dahil, Emeviler, Abbasiler ve sonrasında Yahudiler hep Müslümanlarla yan yana idi.

Bu zamanlar boyunca Yahudiler Müslümanlarla ilişkilerin nasıl olacağını öğrendi, bununla da kalmadı, Hıristiyanlara ve diğerlerine de öğretti, onlara ilişkilerde rehberlik etti. Genel olarak Orta Çağ döneminden bahsediyoruz.

Avrupa Orta Çağ'ın ağırlığı dolayısıyla içindeki sorgulamaya bağlı olarak mezheplerini oluşturdu. Bu zamanlarda Yahudiler hem Hıristiyanların hem de Müslümanların mezhepleri ile ilgili sistemlerini analiz etti, etkilerini ve sonuçlarını en yakinen bilenlerden oldular.

Bu dönemlerde Yahudiler değişik coğrafyalarda zenginleştiler. Avrupa'da Almanya, Fransa ve İngiltere'de reform hareketleri ortaya çıkarken Yahudiler bunları hep izlediler.

Modern döneme geldik. İlk ifade edebileceğim kısım Sanayi Devrimi ve Kolonileşme ile ilgili olanlardır.  Bilim ve teknoloji ile kapitalist sistem birleşirken, özellikle Avrupa'daki Yahudilerin bilimde ve sanatta kendilerini göstermeye başladıklarına tanık olundu. 

Yine bu dönemde "ulusçuluk" fikri ortaya çıktı. Ulus devletler kendi sistemlerini geliştirirken, diğer taraftan bazı etnik yapıları da tetiklemeye başladılar ve yeni ulus devletlerin oluşması söz konusu oldu. Bu dönemde etnisite ile neler yapılabilir, bunlar öğrenildi.

Anglo-Sakson ve İngiltere özelinde meydana gelen gelişmeler var. Bu dönemde algı ile kapitalist sistem birleşti. Bu kez Yahudiler İngiltere'nin gelişme alanında yer aldılar. İngiltere dünya çapında koloniler açmaya veya işletmeye başladı.

Bu bir Güneş Batmayan İmparatorluk'a dönüştü. Modern dönemde bu güçlü yapı İngiltere'ye çok şey kazandırdı; dünyanın, başka ifadeyle değişik kültürlerin yönetilmesi konusu ortaya çıktı. Bu bir tecrübe kazanmak ve bilgi sahibi olmak demekti. İngilizler dünyanın çok çeşitli yerlerini yönetirlerken etnik ve dini (mezhepsel) ögeleri bir araya getirdiler, bunları işlediler.

Güçlü olanın neyle ve nasıl güçlü olduğuna bakmak gerekir. İngilizler koloni döneminden çok faydalandılar, hatta başkalarının kolonilerini kendi idarelerine almayı bildiler. O dönem için bunlar çok güç, ayrıntılı planlama gerektiren, disiplinli ve kararlı çalışmalar kapsamındaydı. Sadece lojistik, operatif, istihbarat, diplomasi, gibi alanları düşünerek değerlendirmeyin, bu tür mücadele biçimleri o dönem bir tür savaş kazanmanın da ötesinde kazanılan yerde egemenlik inşa edebilmek manasına gelmekteydi.

Bu, yerel halkları ve ileri çıkan kültürel ögeleri, rakiplerden önce ve daha ustaca, yönlendirebilecek politik argümanları ortaya koyup uygulamak demekti. Öğretmek, öğrenilenleri işe yarar kılmak, öğrenmeye açık olmak, özeleştiri yapmak, ders çıkarmak, disipline olmak, metot oluşturmak… Bunlar öyle zor konulardı ki!

Ancak konumuz politika olduğuna göre tekrar etmek isterim, başka kültürden olanların kendi rızalarıyla İngilizlere katılmasını sağlamak, rakiplerin hamlelerini boşa çıkarmak, sermayeyi sürekli güçlendirmek, kazanımların politikasıyla hareket etmek, jeopolitik ve stratejik bakmak, vizyon sahibi ve açık fikirli olmak, ama kendi iradeni de sürekli güçlendirebilmek, gibi pek çok önemsenmesi gereken hususu belirleyenleri iyi düşünmek gerekir.

İşte bu noktada özellikle Ortadoğu'da ve Avrupa'da Yahudiler İngilizlerin çok işine yaradılar, kolaylaştırıcı oldular, ayrıca Amerika kıtasına, Hint-Pasifik'e veya Okyanusya'ya gidildiğinde de birlikte oldular. Sermaye bazlı faaliyetlerle dünya kültürleri yönetildi. Buna sömürgecilik demek de mümkündür.

Sömürgecilik içinde pek çok konu insanın varoluşuna terstir, ama konu budur, sermaye, güç ve dünyayı yönetmek! Ortadoğu'da etnik ve mezhep dahil dini temalar kullanılmayacak mı, hem kendi rızasıyla iş yapmak isteyenlerin en önde kullanıldığı bir yerde?

Bu bir çelişki değil, bu süreçleri yaratan ve uygulayan akıl sahiplerinin rasyonel ve modern yaklaşımları göz ardı edilmemelidir. Zira güçlü olanlar kimler ise egemenlik o taraftakilere doğru işler. İşte bu çerçeve içindeyken, dünyada uluslar üzerinden bir yeni oluşum sürecine girilmişken, geri dönüşün olmayacağı bir zaman döngüsünde hareket eden olmak gerekirken, uluslararası kurumların da ortaya çıkarılması ve ulusların buna bağlı hareket etmeleri süreçleri yönetildi.

Sermaye esaslı dedim ya bunu vurgulayarak ifade etmeliyim, o zamanlarda politik-ekonomi yeni yaratılmış gerçekti ve somut, güçlü, kabul görür, sistemsel olan konu buydu.

Konu hem sermaye hem de politika olunca öne ideolojiler çıktı. Çıkan ideolojilerin ideologlarının bir kısmının İngiltere topraklarından bir kısmının da Yahudilerden çıkmasını göz ardı etmemek gerekir. Uygulayanlara pek bakmayın siz! Uygulama alanlarından ve buradaki liderlerden hareketle önemsedikleriniz olabilir, yaşam bu! Elbette önemli ama burada kaynak önemli. Kaynağı kenara koyarak fikir sahibi olmanın pek de yararı olmaz. 

Bunu neden söylüyorum? Bugün bile bu tür gerçeklerden uzak, kendilerine hayali dünyalar (irrasyonel) inşa ederek başkalarını etkilemek peşinde koşan politikacılar ve entelektüel kesimler var da ondan.

Bu kapsamda ve bu zamanlarda Yahudi ileri gelenlerinin, felsefede, bilimde, sanatta öne çıkanların listelerini çıkarın ve kendinize neden diye sorun isterim. Fikirler var ve karşıtı olanlar da var; iki yönlü bakın isterim. Eğer bu soruyu cevaplarsanız bugün de nerelerde olduğunuzu bulabilirsiniz.

Örneğin neden modernizmin karşıtısınız? Acaba bu savunu birilerinin işine mi geliyor? İşte karşı tarafta görünerek yapılan politika aslında (enerji çıkışı için gerekli) sürtünme yaratan hadisedir ve proje sahibi İngiliz ve Yahudi planlarının tam da istediği böylesi kullanılabilir temsilciler olmaktadır. Planlanan noktadan ileriye ilerlemek için enerji gerekir.

Bu şartlarla birlikte Amerika ve küreselleşme evresine geldik çattık! ABD ileri çıkan bir ülke, yeni dünya, güç, sermaye merkezi, kaynak, proje, örnek, her ne derseniz deyin artık. Ancak içindekiler Avrupalılar, İngilizler, Yahudiler ve bunların beraberinde getirdikleri gerçeklikler.

Buradan nereye gidilir, diye bakmak gerekir. Sermaye artacak, uluslararası sistem örgüsü artacak, politik-ekonomi yeni bakış açılarını doğuracak, bir sorun olursa bütün dünya iliklerine kadar hissedecek… 

Batı sistemi yeni bir evrede artık. Merkez ABD ama ana akıl belli, Anglo-Sakson. Bu yeni dünya ve yeni proje ile artık küreselleşme, liberal sistem (politik ve ekonomik), bununla politika yapma biçimi demek oluyor. Yahudiler bu ilerleme yollarının hemen yanı başındalar hem besleniyorlar hem de besliyorlar.

Ana konular; ekonomi, politika, bilim-teknoloji, sanat… Her şey yeni; kavramlar ve sahneler ile sosyolojik biçimler yeni; bu yeni bir yaşam biçimi… Her şey etki-tepki halinde, bir sürtünme yaratır biçimde, gelişme ile ilerleme yaratır halde; fakat bunları üretenlerin, yönetenlerin, biçimlendirenlerin olduğu bir düzende, bir kısım toplumlar için ise düzensizlik içinde… 

Böyle olunca, "kaybolanlar" da çok olabiliyor, Anglo-Sakson ve Yahudi girişimlerinin ne olduğunu anlatmak güçleşiyor.

Örneğin, bir uzmana herhangi bir ülkedeki politik atmosferin şekillenmesini açıkla deseniz, cevaben isabetli bir cümle kurulsa, bu kez siz inanamazsınız, inanmak bile istemezsiniz. Bunlara "komplo" demek bile mümkündür. 

Her şeyin rasyonel açıklaması varken başka bir şeye gerek var mı? Ama algıda sorun varsa yapacak bir şey kalmıyor, bu da böyle.

Gerçeklikten komploya, propagandadan yaratılmış gerçekliğe, aldanmaktan yeni tariflere… Hatta geldik doğal olandan yapay, sanal ve siber dünyaya, bilgi çağına ve dijital çağa... Her şey çok hızlı gelişti! Geri dönüş yok artık.

Bugüne geldik. "İlk zamanlarda algı yoluyla krallık kurdular" desem, inanır mısınız bilmem. İnançlar hakkında bir cümle kursam, ne tür düşünceler içerisine girersiniz, bunu da bilmem.

Ama açık olduğu halde, Birinci Sanayi Devrimi yeni bir dünya inşa etti, savaşlar, güç mücadeleleri, sermaye, sistem, politik yapılar, hepsiyle ilgili düşünceler ve insanlığın geldiği noktada arka planda duranlar belli desem, buna da inanmazsınız. Dördüncü Sanayi Devrimi gereği yönetme becerisi birilerinin elinde desem, gülersiniz…

Sizce, inandıklarınızın ve temel gerçekliğin tartışmalı olduğu bir dünyada, bundan böyle; siber-uzay, yapay zekâ (AI), internet, sosyal ağlar, yaratılmış gerçeklik hizmetinizde! Gelin çıkın şu işin içinden!..

Başta politika bahsini ifade ettim, sonra dünyayı yönetmekten söz ettim. Aslında bunlar "özet" açıklamalar şeklindeydi. Hem daha geniş hem de okurlarımın daha özel düşünmelerini sağlayacak biçimde şimdi bazı dünya-zaman anlatımlarım olacak. İngilizlerle başlayalım.


İngilizlerin dünyasında ve zamanındayken

Burada kültür, jeopolitik, strateji, uluslararası sermaye, kapitalizm, güç mücadelesi diye açıklamalar yapmam mümkünken, doğrudan bakalım şu öyküye.

Angıllardan, Britonlardan, Saksonlardan, vs. başlayan bir öykü bu; Birleşik Krallık'a olan zaman akışı 16'ıncı yüzyılda başladı ve 19'uncu yüzyılda doruk yaptı. 

20'nci yüzyılda Dünya Savaşı başladı. Bu toplumlar bu arada neler öğrendiler? Dünyayı yönetmeyi! Halkları, sömürgeleri, kolonileri, çeşitli kültürleri analiz etmeyi ve yönetmeyi öğrendiler.

O zaman bu öyle basit bir konu değil. Kendini, diğerini, şartları bileceksin, bir özgün yöntemin olacak ve bunu değişik yerlerde kabul gören biçimde kullanacaksın, değer üreteceksin, paylaşacaksın, sistem kuracaksın, organize olup, organize edeceksin, motivasyon sağlayacaksın, ideal oluşturacaksın, adil olacaksın, tatmin edeceksin, aidiyet aşılayacaksın, bunları uzun zamanlar için geliştirebilecek, gerektiğinde uygun reformları hayata geçirebileceksin, paydaşları ortak yapabileceksin, politika tayin edebileceksin, yönetebileceksin…

Sonuçta iyi öğrendiler; İngilizler herkesi kendi yerinde veya gerektiğinde başka bir yerde kullandılar. 

Hani emperyalizm, kapitalizm, vs. diyoruz ya, şimdi konuya politika becerisi gözüyle bakın, her defasında kazandıklarını üst üste koyan, değerleri arttıran ve gelişen bir sistem olarak bakın;

Bunları o değil de siz yapabilseydiniz ne diyecektiniz?

O günlerde İngilizler bunu yapabildiler ise bugün yapamayacaklar mı?

Bu arada Britanyalıların ülkeleri içinde her türlü güç odağı oluştu hem bunlar dünya kaynaklarına ulaşabilen ve zengin güç odakları.

Bu güç odakları arasında büyük bir rekabetle demokrasi nasıl geliştirilir?

Sıra bu anlayışı geliştirmek oldu. Aristokrasi, monarşi, konsey, elitler ve halk arasındaki hassas çizgiler akort edildi. Demokrasi, anayasası olmayan bir anayasal sistem, hukuk devleti, ki küresel ticaret hukuku İngiliz (Anglo-Sakson) hukukuna bağlı oluştu, dili ve kültür bağı belirgin bir ulus devletler topluluğu, monarşik bir ülke…

İngilizler hem kendilerini hem de kendi sistemlerine girenleri yönettiler ki bu, esasen dünyayı yönetmeyi başarabilmek demekti.

Bu sistem her şeyi ve coğrafyayı, Ortadoğu'da ve dünya çapında, örneğin Yahudileri de Müslümanları da yönetmeyi bildi, bu gayret içinde oldu. 

Basitçe, kapitalizmin dini imanı paradır! Bu bilinmeyen bir şey değil. Bu atmosferde güçlü odaklar kendilerini küresel çapta geliştirebildi; bankacılar, borsacılar, sigortacılar, sanayiciler, tacirler, eğitimciler, bilim insanları, sanatçılar, modacılar… Londra deyince akla ne geliyor? Hepsi.

Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar… Bu petro-devletler kapitalizm amaçlı kuruldular; monarşikler, ticaret sistemleri ve hukukları Anglo-Sakson, ortaklıkları ve piyasa imkanları belli… Ekleyebilirsiniz, Kuveyt, Bahreyn, Umman… Konumuz Ortadoğu olduğundan başka coğrafyalara pek değinmek istemiyorum. Ama siz aklınızdan geçirin: Singapur, Hong Kong…  Değişen yok, sistem yerine özgü ve belli!

Yahudilerin zenginleri, örgütçüleri, entelektüelleri, hepsi İngiltere ve etkisi içindeki yerlerde güçlendi ve küreselleşti. 

Londra borsası Kraliçe Elizabeth zamanında (1571) kuruldu, dünya çapında ticaret ve fabrikalar açıldı, işletildi, burada sermaye hareketleri yapıldı, geliştirildi, buna uygun yerel ve bölgesel siyaset şekillendirildi. Değişik noktalarda savaşlar, çatışmalar, darbeler, çete hareketleri oldu. İngiltere'de para, iş ve gelişme imkânı vardı ve Yahudiler de oradaydı, kapitalizm bunu gerektiriyordu.

Duvarcılık, taş ustalığı gibi bir mesleki örgütlenmenin bir sosyo-politik ve sosyo-ekonomik davranışa dönüşmesi ve güç odağı olması konusuna değinelim. 16'ncı yüzyıla dayanan Mason loncaları toparlandılar ve 1717'de Londra Büyük Mason Locası'nı kurdular.

Yahudiler bu sistem içerisinde hep var oldular. 1730'da Masonluk koloniciler tarafından Amerika'ya da taşındı. 1776'da ABD kuruldu. Buradan söylemek istediğim, Yahudiler, Yahudi kapitalizmi İngilizlerle birlikte hep vardı ve aslında her yerdeydi.

Nerede kalmıştık? Sonuçtan gelerek söyleyecek olursak, "Arapları ve Müslümanları en iyi kimler biliyordu" diye sormakla devam edelim.

Daha Hz. Muhammed zamanından başlatın, Emevî, Abbasi, hepsini aklınızdan geçirin, isterseniz Osmanlı İmparatorluğu'na kadar gelin bakın, Ortadoğu'yu en iyi kimler biliyordu? Yahudiler. 

Peki, İngilizler bu işin neresindeydiler?

Onlar her dönem Yahudilerle ortak olmayı biliyorlardı. Sanayi, makine, üretim, kapital, enerji demek artık petrol demekti. Herkes petrolün peşindeydi, özellikle de sanayi ülkeleri ve bilim-teknolojiye hâkim olanlar. Osmanlı içindeki Yahudiler ile İngilizler hep birlikteydiler, ticaretten sanata, aklınıza ne geliyorsa. 

İngilizlerin işbirlikçisi olarak Osmanlı içinde 1916'da silahlandırılan Şerif Hüseyin, saldırılarına başladı. İngilizlerin maşası olarak gelişen çetecilik ve ayrılıkçı hareket konusuna böyle bakın isterim. İngilizler çeşitli yollarla ama en çok bu çetelerle petrol bölgelerine çöktüler. Birinci Dünya Savaşı'nda Ortadoğu'daki cepheler böyleydi. Yemen, Sina, Kanal, Filistin…

İngilizler, Osmanlı'nın başkenti İstanbul'a 1918-1923 arasında bir işgalci olarak oturdu. 

Bu dönemde Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti), 1920'de İngilizlerin öncülüğünde kuruldu. 1919'da Paris Barış Konferansı ve Versay Anlaşması başta olmak üzere, birçok uluslararası düzen arayışı için yapılan toplantılar, bu şemsiye kuruluş altında sevk ve idare edildi. İngilizler atık uluslararası sistemi kuruyorlardı.

Ortadoğu'daki ülkelerin sınırları bu tür uluslararası araçlar ile belirginleştiriliyordu. Dümdüz yazıyorum, koparılan yerler Türklerin ve Müslümanların topraklarıydı. Bakın burada özellikle Osmanlı demedim. Ancak, siz buradan çıkarın gereken sonuçları.

Bugüne bakarken bu terimlerle değerlendirin. "Türklük" üzerinden mi siyaset yapılıyor, yoksa başka terimler mi öne çıkarılıyor? Bu başka terimler din, mezhep, vs. şeklinde mi?

Örneğin, eğer, "Yeni-Osmanlıcılık önemli", diyen biri var ise bu fikirlerin gerisinde bilin ki İngilizlerin aklı ve çıkarı vardır. Başka ne tür terimler var? 

Konu hassas olduğundan vurgulayarak yazıyorum, Türk ve Türklük zaten belli olan kavramlardır. Ayrıca her Türk, kim ve ne olduğunu bilmektedir!

Türkün tarihi, dini, kimliği, kültürü, vs. sorun bu noktada değildir. Rakiplerce bilinçli bir şekilde Türk'e karşı yürütülen bir politika var ve bunu iyi anlamak gerekir. Türk'e politikayı, rakipler belli politik aparatları kullanarak, iç politik atmosferinde gerçekleştirirler. Yani kullandıkları büyük ölçüde içeridedir.

Türkün olduğu yerde veya bir Türk yurdunda, başka terimleri veya diğerleri ile ayırt edici özellikleri ortaya çıkarmayı ve belli amacı olan bir yaklaşımı çağrıştırarak yapılan kullanımları dikkate alın isterim.

Kullanma yöntemine ve sıklığına bakarak düşünün. Eğer "Türklük" değil de "bir din ve mezhep öznesi", "Kürtçülük", "Türkiyelilik" terimleri öne çıkarıldı ise orada mutlaka bir sorun veya kasıt var demektir. 

Çünkü Ortadoğu'da İngilizler şunu öğrendiler; Yahudi-Müslüman karşıtlığı, İslam içindeki mezhepçilik, etnikçilik bu coğrafyada toplumları ve siyaseti yönlendirmek için en uygun konudur. Tarihte hiç devlet olamamış bir etnik kimlik proje halinde öne çıkarılarak çete faaliyetlerine veya politik amaçlı harekete dönüştürülmektedir.

Belirgin örneğe bakalım. Lozan Anlaşması içinde "çözümü daha sonraya bırakılan" bir petrol bölgesi olan Musul-Kerkük sınırları (buraları Misak-ı Milli içindedir ve Lozan'da istenmiştir) Türkiye Cumhuriyeti dışında kalsın diye siyaseten örgütlenen ve İngilizlerin finanse ettiği Şeyh Said hareketini düşünün, içinde hem "Müslümanlık" hem de "Kürtçülük" vardır!

Bugün Musul-Kerkük nerede, nasıl yönetiliyor, düşünün isterim. Benzer şekilde olan gelişmeleri de düşünün. Kurbağanın düşük ateşte ısıtılması gibi yöntemlerin kullanılmasını da düşünün…

İşte bu tür ifadeler (karşıtları olan terimler de birlikte çağırışı yapılarak), ikide bir, din, mezhep, etnisite, yörecilik terimleri kullanılıyor ise bilin ki orada bir İngiliz parmağı, İngilizlere çalışan bir akıl vardır ve beraberinde kolaylaştırıcıları da vardır.

Kolaylaştırıcı demek, hizip yaratan, kışkırtıcı demektir. Örneğin Ortadoğu'da İngilizler için Yahudiler bir kolaylaştırıcıdır. Onlar Müslümanlara söz ederler (çeşitli şekillerde), İngilizlerin oyununa gelmiş kimseler ise hemen karşılarına çıkarlar ve Yahudilere yönelik belli terimleri kullanırlar. (Örneğin anlamı iyi bilinen ve çok kullanılan, aşağıda da tarihsel açıdan değineceğim bir terim var, Siyonist.)

Bu hizipleşmeden en çok kazanan kim olur, diye düşünün isterim. Hatta bu terimleri ve temaları kullanarak bir örgüt, parti, siyasi anlayış oluşturuldu ise bilin ki, bunlar kendileri farkında olsunlar olmasınlar, bu tartışılır, sonuçta İngilizlerin oyununa gelmişler.

Din ve mezhep içerikli temaları fazlaca öne çıkarak hareketler, siyasi örgütler, esasen ne dine hizmet eder ne de Türklüğe; ancak İngilizlere ve Yahudilere hizmet ederler. Her ne yapılacaksa yapılır! Bu başka konudur. Ama bir politik algı yaratma konusu çok dikkatle düşünülmelidir.

Üstünde Güneş Batmayan Britanya İmparatorluğu içindeki güçler, 1913'te sermayesinin üçte birini ABD'ye taşıdılar. 1914 yılında Dünya Savaşı başladı. 

Büyük sermaye hep emniyettedir.

Son olarak bir politik analiz yapalım: Birleşik Krallık tam (ileri) demokrasinin olduğu bir ülke, kültür. Monarşileri, aristokrasileri, halk ve sistem devrimlerini kendisi yaratıp icra edebilmiş bir coğrafya, bir toplum. Bilim ve sanatta ileri, teknoloji üreten rasyonel akla sahip, eğitim sistemi ile öne çıkmış halde.

Dünya için gereken idari, ekonomik ve sosyolojik modeli yaratabiliyor. Kendinden emin olmakla kibirlilik arasındaki denge zaman zaman tartışmalı halde görülüyor.


Yahudilerin dünyasında ve zamanındayken

Hangi zamandan başlasam anlatmaya? Hz. İbrahim'den başlamayacağım. İbrahimiliği… Yakup'un düşünü, Medineli Yahudileri, fısıldayanları… Medici döneminden, Katolik dünyasının, Papalığın nasıl yola getirildiğinden ve Anvers bankerlerinden, Hollanda'nın dünyanın ilk kapitalist ulus devlet olmasından söz etmeyeceğim.

Faşizm, Hitler Almanya'sı ve soykırıma da değinmeyeceğim. Doğrudan İsrail Devleti kurulmasına, 1948'e geleceğim ve olabildiğince kısa yazacağım.

Siyonizmi kuran bir gazeteci-yazar, Theodor Herzl (1860-1904). "Yahudi Devleti" (Der Judenstaat) isimli kitabı 1896'da yayımlandı. Herzl, Dünya Siyonist Örgütü'nü kurmuş ve bir Yahudi devleti kurmak amacıyla, Yahudilerin, o zaman Osmanlı ülkesine dahil olan Filistin topraklarına göç etmeleri gerektiği fikrini savunmuştur.

Herzl, 1897'de, İsviçre-Basel'de Birinci Siyonist Kongre'yi topladı. Bir Yahudi Devleti kurmak amacıyla 1898'de diplomatik olarak bir girişimi var ve karşılığını da gördü. Örneğin, II. Wilhelm tarafından birçok kez davete çağrıldı. Bu davetlerin ilki Kudüs'te gerçekleşti. Herzl ayrıca Lahey Barış Konferansı'na da katıldı. Herzl, 1901'de, Sultan II. Abdülhamid ile de bir görüşme yapmıştır.

I. Dünya Savaşı başlayınca İngilizlerin çabasıyla, Türk topraklarında Şerif Hüseyin ile MacMahon anlaşması yapıldı.1915 yılında Arap ayaklanması başladı. Sonra 1916 yılında şu meşhur Sykes-Picot anlaşması vardı. Bu anlaşma Ortadoğu'daki Osmanlı topraklarının Fransız ve İngilizler tarafından nasıl pay edileceğini işaret etmekteydi.

1948'de kurulacak olan İsrail devleti için resmi süreç 1917'de başlatıldı. Burada dikkate değer Balfour Deklarasyonu konusuydu. Lloyd George'un başbakanlığında Dışişleri Bakanı olan Arthur Balfour'un mektubu ilk adımı yansıtmıştı. Şöyle: 

Dışişleri Bakanlığı, 2 Kasım 1917. Sayın Lord Rothschild, Majestelerinin Hükümeti adına, Kabine'ye sunulan ve Kabine tarafından onaylanan Yahudi Siyonist özlemlerine ilişkin aşağıdaki sempati beyanını sizlere iletmekten büyük mutluluk duyuyorum: ‘Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için ulusal bir yurt kurulmasını olumlu karşılamaktadır ve bu hedefe ulaşılmasını kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır; Filistin'deki mevcut Yahudi olmayan toplulukların medeni ve dini haklarına veya herhangi başka bir ülkedeki Yahudilerin sahip olduğu hak ve siyasi statüye zarar verebilecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmıştır.' Bu bildirgeyi Siyonist Federasyon'un bilgisine sunarsanız memnun olurum. Saygılarımla. Arthur James Balfour.


Bazı notlar olarak düşünelim, burada İngiltere Kabinesi'nden ve Lord Rothschild'den söz ediliyor. "Ulusal bir yurt" deniyor. Hangi ulus? Yahudi halkı ifadesi kabul edilebilir. Bu derin bir mevzudur, ama bana göre bu bir ulus inşası sürecine karşılık gelen bir terimdir.

"Yahudi olmayan toplulukların medeni ve dini hakları" deniyor. Kim bunlar? Buradaki din konusu nedir? Bilinmeyen bir şey mi var?

I. Dünya Savaşı sürerken, İngiltere Başbakanı ve aynı zamanda Sevr Anlaşması'nın baş mimarı olan Lloyd George, Filistin'de güvenli Yahudi yurdu kurulması davasını üstlenen isimdi.

1915 yılında İtilaf Devletleri arasında yapılan gizli anlaşmaları gereği Filistin'de İngiliz mandası kurulmasını ve Yahudi göçünü bizzat Lloyd George kabul ettirdi. O dönem barış görüşmelerinde bu fikre en büyük muhalefet Katolik Fransa'dan gelmişti.

Ekim 1917'de Rusya'da Bolşevik Devrimi olmuştu. Bu tarihten sonra dünyada, yani ilk planda Avrupa, Asya ve Ortadoğu'da yayılmacı politikalar güdecek bir Sovyet sisteminin varlığını hep aklımızda tutmamız gerekmekteydi. Ama unutmayalım, İsrail'e Avrupa'dan olduğu kadar en büyük göç dalgası Rusya'dan gelmekteydi.

Balfour Deklarasyonu gündeme geldiğinde bugünkü İsrail topraklarındaki Yahudi nüfusunun oranı yüzde 10'u geçmiyordu. Yahudilerin büyük çoğunluğu diasporada veya başka coğrafyalarda yerleşmiş vaziyetteydi. Dünya Savaşı'nın da etkisiyle, 1920'lerde bölgeye göç eden Yahudilerde bir miktar artış olmaktaydı. 1932'de bölgede yüzde 80 Arap, yüzde 20 Yahudi vardı.

Hitler'in soykırımı sonrasında bölgeye göç eden Yahudi oranı giderek arttı. 1936'da Yahudi nüfusu yüzde 40'a kadar yükseldi ve artma eğilimindeydi. II. Dünya Savaşı bölgenin demografisini değiştiren başlıca faktör niteliğindeydi. 

Peki, Hitler'den kaçan Yahudilerin bu bölgeye doğru akış göstermesinin arkasındaki kolaylaştırıcı faktör neydi?

I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin topraklarının Manda Yönetimi İngilizlere aitti. İngiliz Hükümeti II. Dünya Savaşı'nda, zamanın Siyonist örgütleri aracılığıyla, Yahudilere kendi yönetimindeki bu bölgeye göçünü salık vermişti.

Bölgedeki Araplar ise İngilizlerin bu eylemine karşı şikayetleri olmuştu. "Avrupa'da işlenen tarihin en büyük günahının bedelini neden Araplar ödüyor? Bedel ödenecekse Avrupa ödemelidir" diye sızlanmışlardı.

Bölgedeki Araplar ile göçle bölgeye gelen Yahudiler sürekli kavga etmişlerdi. Bu kavga Yahudileri birleştirmişti, ama Araplar bir türlü birlikte hareket edip üstün gelememişlerdi.

Milletler Cemiyeti tarafından Dünya Savaşı sonrasında, 1922 yılında, Filistin Mandası İngilizlere verilir. Filistin topraklarında barış ve istikrar bu noktadan itibaren değişmişti. Mandacı İngilizler tarafından Filistin'de Araplar bir yönetim altında toplanır ve 1936 itibarıyla Arap Yüksek Komitesi adı altında temsil edilmeleri istendi.

Ancak bu Araplar 1937'de İngilizlere başkaldırdı. Ayaklanma sonrası Peel Komisyonu toplandı ve bir rapor yayımladı. Bu rapor bir plan içermekteydi. Dünya Siyonist Kongresi'nin bu planı kabul etmesi istendi. Neydi kabul edilecek olan?

Filistin üçe bölünecekti; bir kısmı Araplara, bir kısmı Yahudilere, kalanı da İngilizlerin idaresinde olacaktı. Londra'da 1939'da İngiliz Hükümeti kendince bir karar aldı ve 10 yıl içinde bağımsız bir Filistin için çağrıda bulunuldu.

Bu ne demekti? Bu karar aynı zamanda İsrail için de bir çağrı anlamı taşımaktaydı. 

Cemiyet-i Akvam (1920-1946) Birleşik Krallık üstünlüğüyle anılırken, Birleşmiş Milletler (1945-…) Amerika Birleşik Devletleri üstünlüğüyle anılabilir.

Ortadoğu'da başka bir aktör daha devredeydi. Kral Abdül Aziz bin Suud ile ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt 14 Şubat 1945 tarihinde Süveyş Kanalı'nda USS Quincy isimli savaş gemisinin güvertesinde bir anlaşma imzaladı.

Bu imza ile bundan böyle Arap Yarımadası'ndaki petrolden ve bölgeyi savunmaktan ABD'nin sorumlu olacağı belirginleşti. Buna karşılık Körfez bölgesindeki Araplar zenginleşmeye başladı. Dahası, her bir konu için Araplar ABD'ye danışacaklardı. 

Roosevelt zamanında Ortadoğu'da hakimiyet İngiltere ile beraber ABD'ye geçti.

Değişik düşüncelerden dolayı Araplar "birlik" fikrindeydi. 1945 yılında Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan ve Yemen, Arap Birliği'ni kurmuşlardı.

Arap Birliği, Filistin konusunda İngilizlere ve Yahudilere karşı oluşum içinde göründü. Bunun üzerine İngilizler, Filistin meselesini Birleşmiş Milletler örgütüne havale etti. Genel Kurul toplandı ve sonuç şöyleydi:

Filistin'in Arap ve Yahudi devletleri arasında taksimini, Kudüs'ün BM vesayetine girmesinin oylanmasını, BM taksim planının Yahudiler tarafından kabulünü.


Bu Yahudi ülkesi fikrini Arap Birliği ülkeleri BM'de reddetmişlerdi. Bunun üzerine Filistin'de Arap ve Yahudi çatışması başlamıştı. Sayıca kalabalık olan Araplar, Yahudiler kadar organize değillerdi.

Manda zamanındaki çatışmalar sonunda Yahudiler Filistin'de daha fazla yere sahip olmuşlardı. Bu sonuç onları giderek ümitlendirmişti.

Bu çatışmayı bahane eden İngiliz Hükümeti "mandayı kaldırma" kararı aldı; ki bu durumda siyasi boşluk meydana geldi ve planlanan oyuna göre Yahudiler derhal David ben Gurion başkanlığında bir hükümet kurdular. Bu hükümet 14 Mayıs 1948'de İsrail Devleti ilanında bulundular.

İlk kabul edenler kimler dersiniz? Amerikalılar ve Sovyetler.

Ardında Arap Birliği ve İsrail Devleti ile savaşa başladı, savaş 1949'a değin sürdü. Savaşa rağmen 1949 yılında BM, İsrail Devleti'ni tanıdı.

Peki, 1948 tarihinde İsrail Devleti kurulunca vaziyet neydi?

Yahudiler, "Bize bir devlet kurulsun, ancak bu topraklarda hem İsrail hem de Filistin devleti var olsun" demişlerdi. Bunu Araplar kabul etmemişti. Ama sonunda İsrail'i kabul etmişlerdi (1977). 

Kurulduğundan bugüne İsrail büyüyor ve sınırlarını genişletiyor. 2025 yılındayken gözlerinizin önüne gelenleri düşünün. İsrail saldırıyor…

Diğer taraftan başat güç ABD'de Yahudi Lobisi çok aktif. ABD kuruluşundan itibaren Avrupalı Yahudiler için yeni bir dünya oldu ve ABD zenginleştikçe Yahudiler de beraber zenginleşti.

Politik analiz yapmalı mıyım, tereddüt ettim, ama birkaç cümle yazayım: Görünürde sistemsel şekilde demokrasi var. Ama dünyada hiçbir kurala uymamayı politika yapmış bir toplumdan söz ediyoruz. Çıkarların ülkesi, toplumu! Orada her şey var: Otokrasi, nepotizm, popülizm, kleptokrasi, elitizm, devlet gücü, post-modern demokrasi…

Hepsi var, ancak kendine özgü, hepsini yönetebilen köklü tarihi-krallık hükümlerine tabiler. Bir tek kendilerini bağlayan sisteme sahipler. Başkası Yahudi olamaz, İsrail gibi yönetilemez!.. Bu politik-amorf düzen onlara mahsus.

Bir dönem Moskova Yahudileri İsrail'e göç etti içlerinde Sosyalistler vardı, başka dönem Avrupa'dan göç eden demokrasiye inananlar vardı, şimdi küreselleşmeyle ilgili yeni anlayışları ileri sürenler var, ama hepsi var bu küçük coğrafyada. 

Onlar bir tek güçten anlarlar, güç kullanan ile durdurulabilirler; yoksa onlar sürekli önlerindekileri kullanırlar. Yahudilerin amacı küresel yönetimdir. Bu amaç için herkesi kullanmak isterler, öyle veya böyle…


Almanların dünyasında ve zamanındayken

Aslen Almanlar Ortadoğu'ya diğerleri kadar giremediler, teşebbüsleri çok ama bölgeye sokulmadılar. Hep zorlandı, fırsat arandı, ama bir türlü bir İngiliz'in veya Fransız'ınki kadar olmadı. 

Fırsat ilk olarak Almanlara Osmanlı'nın son zamanlarında verildi. Padişah II. Abdülhamid, Kaiser II. Wilhelm ile anlaştı. Ziyaretler 1889, 1898 ve 1917 tarihlerinde gerçekleşti. Hicaz Demiryolu projesi dahil, çeşitli girişimler oldu. 

Hatta Dünya Savaşı'na bile birlikte girildi, Osmanlılar Almanlarla birlikteydi. Balkan Savaşı sonrasında Otto Liman von Sanders, Erich von Falkenhayn ve Colmar von der Goltz Osmanlı ordusunda söz sahibi olmuş askerlerdi. Çanakkale Savaşı dahil birçok cephede Osmanlı orduları bu yapı ile birlikte, diğer Avrupalılara karşı savaş verdiler.

Diğer diyorum, çünkü İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar, Almanları bu coğrafyada görmek istemiyorlardı. Osmanlı tercihini Almanya yanında yapmıştı. 

Sonra Dünya Savaşı'nda Almanya yenildi. Osmanlı da yenik devlet olarak işlem gördü. Osmanlı ile galip devletler arasında Sevr anlaşması imzalandı. Bu Osmanlı'nın sonlanması demekti.

Nasıl sonlandı? (Neredeyse) ordu yok, insan gücü yok, para yok, maliye başkalarının elinde, borç çok, hasat kıt, sanayi ve ticaret ekalliyetin elinde ve hatta ülke toprağı denilen bölge sadece Orta Anadolu ve az da olsa Karadeniz kıyılarında belli yerler… 

Almanya ile ilişkileri açıklarken kısaca, 1909'da Berlin'de Askeri Ataşelik yapan ve 1914'te Padişah Abdülmecid'in torunu Naciye Sultan'la evlenerek Osmanlı Hanedanı'na damat olan İsmail Enver Paşa'ya bakalım. Enver Paşa, 1914'te Almanya ile askerî ittifaka önayak olarak Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na girmesine öncülük etti. Savaş yıllarında Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili sıfatıyla askerî politikayı yönetti.

Savunma Bakanı Enver Paşa bölgede Almanlara ne tür imkanlar sağladı?

Enver Paşa, Ağustos 1914'te Rusya'ya karşı gizli bir Türk-Alman ittifak anlaşması imzalanmasında önemli rol oynadı. 10 Ağustos'ta Boğazlar'dan girmesine izin verilen iki Alman kruvazörünün 29 Ekim'de Odessa'daki Rus Çarlığı liman ve gemilerine saldırması için gerekli onayı verdi.

Odessa Limanı'nı topa tutan iki zırhlı, Goeben (sonraki ismi Yavuz) ve Breslau (sonraki ismi Midilli) idi. Alman zırhlılarının mürettebatı başlarına fes giymişlerdi, gemilere Osmanlı bayrağı çekilmişti. 14 Kasım'da Fatih Camii'nde okunan Cihad-ı Ekber ilanı ile devlet, resmen I. Dünya Savaşı'na katılmış oldu.

Bugün de Almanya Ortadoğu'ya sokulmuyorlar. Almanya, bugün Avrupa Birliği patronluğuyla Türkiye ile sınırlı ilişkiler kurmak suretiyle, Suriye ve diğer noktalarda nüfuz elde etme girişimlerinde. Ama İsrail, ABD ve İngiltere (bu gruba Fransa da eklenebilir) bu yönde kararlı görünüyor, mümkün mertebe Almanya'nın bu bölgede varlık göstermesinin önünde duruyorlar. Almanya ise bu kez İran ile olan derin ilişkilerinden yararlanmaya ağırlık veriyor.

Politik analiz: Almanya, Avrupa'da Monarşiyi ve Aristokrasiyi yaşamış bir kültürden geliyor. Dinde reformu yapmış, felsefede dünyaya önderlik etmiş, bilim ve sanatta kendine yeterli bir toplum. Avrupa sisteminde başat aktör, halen rasyonel anlayış bakımından dünyaya örnek tarafları var. Demokrasi ve İleri demokrasi arasında uygulamaları var. Tek sorunu, aşırı milliyetçiliğe kayabilen bir sosyolojiye sahip olması. Disiplinli bir halkı var ve bunu eğitim sistemi olan Bildung ile bütünleştirebilmiş haldedir.


Amerikalıların dünyasında ve zamanındayken

Zengin ve büyük bir kıtaya sahip Amerika Birleşik Devletleri kapitalizmin, demokrasinin ve özgür dünyanın "meşalesi" ile kendini gösterdi. (New York'taki Özgürlük Heykeli'ni düşünün.) Dünya Savaşları'nın galibi olarak ortaya çıktı ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu içinde olduğumuz uluslararası sistemi, bütün kurum-kuruluşları ve içindeki anlayışlarıyla birlikte kurdular.

Bugün (kabaca yazıyorum) küresel dolar rezerv gücü yüzde 61, pound ise yüzde 9, toplam yüzde 70. Avrupa'nın parası avro ile birlikte düşünürseniz, Batı'nın toplam küresel rezerv para gücü yüzde 90 mertebesinde olur. New York ve Londra borsalarının küresel işlem hacim içindeki payı (etkisindekiler dahil) yüzde 95. Para ve işverenler Batı'da, üreten ve tüketen dünyanın diğer tarafında mı? Amerika'nın dünyasını incelemeden önce bu tür temel göstergeleri tespit etmekte yarar var. 

Bu noktada esas konulardan biri de hukuk. Anglo-Sakson ticaret hukuku paranın olduğu her noktada tercih edilen sistem ve kullanışlı. Eğer Çin'in gelişimini düşünecek olursak, burada farklı olan en temel göstergenin hukuk olduğunu da görmemiz gerekmektedir.

ABD demek büyük ölçüde Anglo-Sakson sistemi demektir. Yahudiler para neredeyse orada ise şimdi hem İngilizlerin hem de Amerikalıların yanındalar. Özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra nüfus ve maddi güç olarak toplanılan coğrafya, her tür fırsatın olduğu "yeni dünya" olmuştur. Akıl, sermaye, güç, bilim-teknoloji, vs. burada toplanmıştır ve işleyen sistemleri de bütün bu değişkenlikleri içinde barındırabilecek türdendir.

Rekabet esaslı bir kapitalist sistemdir, liberal demokrasi bunun için önemlidir. Yakın zamanda bazı yazarlar ABD için "demokratik kapitalizmin ülkesi" demektedirler. Eklemekteler:

Demokratik kapitalizm küreselleşme için de esas özelliktir.


Amerika Birleşik Devletleri, İngilizler ve Yahudiler her ne biliyorlarsa, onlardan aldılar ve kendi sistemleri içinde kullanıyorlar. Özellikle 1950'lerden itibaren dünya çapında ve uluslararası anlayışla sürdürülen bütün politikalar Amerikalılara "önce enerjiyi ve jeopolitik yolları kontrol et" dedi.

Birleşik Devletler buna ilişkin bir dünya örgüsüne girdi; askeri, politik, ekonomik, kültürel, bilim-teknolojik, vs. yönlerle.

Özellikle Dwight D. Eisenhower'dan bugüne Ortadoğu'daki ülkelerinin her biri ABD sistemine göre çalışmaktadır. Eğer sistem dışına çıkan ülkeler ve politikacılar olur ise her ne kadar karşısında görünüyorlarsa da bunlar üzerlerinden fayda temin edebilmek için yine bir akılla bunlar kullanılmaktadır.

O halde İngiltere ne yapıyor ise ABD'nin de (benzer) yöntemidir. İngilizler "böl ve hükmet" derken, bunlar "özgürlük ve demokrasi" derler. Hatta Amerikalılar, hedeflerindekileri, kendi güdümünde bir siyaset atmosferine çekerler. Yöntem değişik görünse de İngilizlerin tecrübelerinden bugün bile yararlanılmaktalar. Araplar ne düşünür, İranlılar ne yaparlar, Yahudilere ne gerekir?..

ABD ve İngiltere, siyaset sahnesinde olan aktörleri karşılıklı geliştirir. Yerelde zannedersiniz ki ABD veya İngiltere aleyhine politika yapılıyor; ama aslında o aktör de belli bir amaç için kullanılıyordur, çünkü atmosferin sahici zannedilmesi için bu tür karşıtlıklar gereklidir. 

Sahici atmosfer ve aktörler: Seçeneklerin olması ve kontrollü bir rekabetin sağlanması gerekir.


Politik analiz yapalım: Özellikle de son Başkan Donald Trump'ın yönetimini esas alalım: Düne kadar ileri veya tam demokrasi ile yönetildiğini düşündüğümüz ABD bugün sorunlu, eksik demokrasi ile yönetiliyor ve küresel sistem bu durum içinde büyük bir tartışma halinde.

Ben bu yeni duruma "Post-modern Demokrasi" diyorum. Demagojiye fazlaca önem veren Trump, giderek daha belirgin biçimde otokrasi, kleptokrasi, nepotizm, popülizm ile anılır oluyor. Trump, korkulara hitap etmeye başladı ve önyargılar ile duygular idareye yansıtılıyor. Bunlar tehlikeli şeyler.

Ayrıca ülkede elitizm öne çıktı. Ülkede ahlaki bir çöküş söz konusudur. Eğer bir de oklokrasi daha fazla kendine yer edinecek olursa ABD kaotik bir duruma girecek özelliklere sahip. Kaosun olduğu yerde tiranlık kendine bir yer bulur! Amerika Birleşik Devletleri demek federal bir devlet demek, üstelik bu ülke göçmenlerle bu hale geldi. Bu haldeyken otoritede hatalı, yanlı, üstü kapalı konular olur ise bunlar ülkeyi için için zehirlemeye yeter.


Rusların dünyasında ve zamanındayken

Ruslar zorbadır, kindardır, Slav milliyetçisidir. Ruslar, aradan yıllar geçse de kendi çıkarlarına kastedenler ile bir şekilde yüzleşirler.

Jeopolitik açıklamalar ortada, devasa ve zengin coğrafyaya sahip Rusya gücünün farkında ve kritik noktalarının da farkındadır. Moskova'nın, Kremlin'in, Oligarşinin ayakta kalması, onlar için yeter şarttır.

Ruslar kendi içindekileri bilirler. Kırım Tatarları başta olmak üzere Tatarlar önceliklidir. Kafkasya önemlidir.

Kafkasya önemlidir, arada bir çatışırlar. Doğuya gidildikçe diğer Türk toplulukları giderek jeopolitik öneme dahil olmaktalar, ancak onlar da daha çok iddiasız bir anlayışa sahipler, ulus hareketinde olmayı tercih etmemekteler.
Oligarşi kazandı, Komünizm kaybetti.

Çarlık Rusya'sı oligarşikti. Ara dönemde Bolşevik Devrimi ve Lenin ile başlayan bir süreç var, Gorbaçov ile sonlandı. Dönüş yine Oligarşiye oldu. Bugün Putin bu oligarşik sistemin başındadır, Kremlin'in yöneticisidir. Bazı yorumcular hata yapıyor, Rusların bugün komünizmle ilgili bir geri dönüş istekleri yok.

Ruslar, Ukraynalı milliyetçiler ile daha çok çatışırlar… Bu aynı zamanda Avrupa'nın savaşıdır. 

Rusların Avrasya geneliyle açıklaması yapılabilir ancak; kültür, din, dil, bilim, politika ve jeopolitik angajman yönüyle esasen Avrupalıdır. Avrupa tarihinde Slavlar hep vardır. Slavlar ile ilgili her tür konuda Ruslar ve Ortodokslar ortak hareket etmek isterler. Yine de somut ayrım şudur, Moskova, Kremlin, Oligarşi önceliklidir, Slavların konuları bir diğer angajman alanıdır.

Ruslar için Karadeniz ve Boğazlar nefes alma yeridir, buradaki dengesizlik Moskova'ya tehdit olarak görülür. Moskova, Batıdaki, Karadeniz'i, Kuzey Buz Denizi'ni ve Baltık'ı hayati, vazgeçilmez olarak görür.
Ruslar, Kuzey Kutbu'ndan Karadeniz'e kadar uzanan NATO hattı üzerinde silahlanırlar, güvenlik esaslı politikalara önem verirler. Bu silahlanma stratejik güçle birleşir.

Ruslar, esasen Çinliler ile geçinemezler, sorunları bitmez, ama her ikisi de üstünü örter türden politikaları seçerler. Pasifik, Ruslar için Avrupa bölgesinden sonra ikinci güç mücadelesi alanıdır. Bering Boğazı ve Japon Denizi bir diğer kritik mevkilerdir.

Yahudiler her yerdeler! Aynı zamanda Moskova'dalar ve Sovyet döneminden yeni döneme geçen ülkelerdeler. Karadeniz ve Hazar havzasındaki yeni ülkeler, politikacılar ve liderler kimlerin etkisindeler, incelemelisiniz. Oligarkların hangileri Yahudi, bakın istersiniz. Oligarşi ve küresel dengede Ruslar ile Ortodokslar nasıl işbirlikçi oluyor, inceleyin isterseniz…


Politika analizi yapalım: Rusya Oligarşisi güçlü ve zengin elitlerin kurallarına göre işler. Ruslar soyluların (aristokrasinin) yönetimini de tiranlığı (zulüm, baskı, vs.) da bilir. Ruslar tarihinde halk devrimi de yapmış (Bolşevik Devrimi), bedelini ölümlerle ödemek durumunda kalmıştır. Bugün otoriter Rusya'da nepotizm, kleptokrasi, yozlaşma, popülizm var. Yönetim oligarşik Kapitalizme dayanıyor. Devletin yetiştirdiği bir kişilik olan Vladimir Putin bu sistemin başında yönetici ve işini (politikayı) bilen biri. Rusya'da oklokrasi de mevcut. Rusya asla bir demokrasiye evrilmez, ancak zaman zaman tiranlık görülebilir.


Çinlilerin dünyasında ve zamanındayken

Şurası açık, Çinli Yahudi yok! Ama Çin'in Mao'nun yoksulluğun önüne geçmek adına ülke kapılarını dünyaya açmaya başladığı andan itibaren, Yahudi girişimciler hemen burayla ilgilendiler.

En son safhada ABD ve Çin birlikteliği başladığı andan itibaren, Nixon ve Kissinger ile başlayan süreçlerde, Yahudiler hem ABD hem de İsrail devleti olarak Çin ile ilgilendiler. Amaç Çin'i zenginleştirmek idi ve bu amaç için ortak hareket edilecek çok noktada işbirliği imkânı yaratıldı. 

Hemen bu noktadan şunu söyleyebilirim, Müslüman'ı bilen Yahudi için diğer kültürleri bilmek mi zor olacak? Sermayenin nasıl yaratılacağının temelinden itibaren tüm evrelerini bilen ve bunların oluşumunda işin içinde olan Yahudiler için sermayeye ihtiyacı olan Çinlilere akıl vermek mi zor olacak? Yahudi izi dünyada olacak da Çin'de mi olmayacak? 

Çinliler Ruslar gibi değiller! Ne demek bu? Otoriter Çin ülkesi bir gün olur dağılabilir, içinden birkaç ülke çıkabilir. Yani Çin'in bir egemenlik sorunu hep vardır. Ancak yine bir otoriter yönetime sahip Rusya, herkesle kavga etse bile, egemenliğini kaybetmez, ülkesini böldürmez. Bu uğurda dünya savaşı çıkarmaktan çekinmez.


Politik analiz yapalım: Çin'i Komünist (Maoist) tabanlı bir yapı halindeki "parti" yönetiyor. Başkan Xi Jinping görevini iyi yapan (şanlı) liderler sınıfından. Ülkede halen devlet Kapitalizmi çalışıyor. Bu da oligarşik bir yönetim ve kleptokrasi ile nepotizmin varlığından bahsetmek mümkün.

Çin, "devlet Kapitalizmi" dediğim bir anlayışı benimsemiş haldedir. Komünist Parti olarak devleti idare eden bir güçlü kesimin idaresinde olan ülkeyi düşünün, güçlü olabildiği nispette kendisiyle çalışırlar. Gücü neyle sağlar? İçeridekileri yönetimde özgür yaparak mı? Hayır. İçeridekileri dışarıdakiler için tercih konusu yapar ve olabildiğince baskı altında tutar.

Çin'in en büyük handikabı hukukudur. Özellikle konumuz ekonomi olur ise yatırımcı veya sermaye bu ülkeye gelirken çoğu defa bir Çinli ile ortaklık (ki onu devlet veya ülkenin elitleri tayin eder) kurması gerekir.

Bu hukuk garantisi vermez. Hukuk, hızlı hareket eden sermayenin rahat girip çıkabileceği, garantilerin tam ve şeffaf olduğu ortamlarda işe yarar, devletin veya belli kesimlerin verdiği imtiyazlara pek bakmaz.

Çin bugün Hint-Pasifik bölgesinde ayağını sağlam bakmakla ilgileniyor. Tayvan'ı egemenliğinin tamamlanması için birinci çözümlenmesi gereken ödev olarak görüyor.

Çin silahlanıyor, istihbaratta ilerlemek için çaba içerisinde, sürekli teknoloji çalıyor ve ürün yapıp piyasaları kontrol etmek istiyor, Pasifik'te kendine dur diyebilecek ABD, Japonya ve bunlarla birlikte olan güçlerle mücadele edebilecek seviyeyi geçmek istiyor. Hedefleri 2049'a kadar belli ve çok çalışıyor. 

Bir Çinliyle yola çıkılır mı? Çinli mi önde duracak, siz mi? Modern dünyayı kuran akıl bu sorunun cevabını olumsuz şekilde veriyor. Modern dünyanın icaplarını zamanında kuramayan bir medeniyetin, birden çok güçlü olması halinde, acaba insanlık adına ne gibi sorunlar çıkar, kimse bu durumu güvenilir bulmuyor.

Ama Çinli her yerde olmak istiyor, siber-uzayda, Dördüncü Sanayi Devrimi'nin önünde, hatta kuantumda… 

Dünya demek sadece üreten ve tüketen olmak demek mi? Eğer kapitalistlere, Yahudilere, küresel çalışmayı öne çıkaranlara sorarsanız buna ne derler? Çin'in insanlığa verebilecekleri teknoloji, yeni ürün veya mali destek mi?

Bunlar pek belli değil. Ama eğer her kim Çin'i zenginleştirdi ise şimdiden sonrasındaki zamanlarda bu ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak görünüyor, arka planda bile olsa. Bütün dünyanın Konfüçyüsyen olmasını beklememek gerekir, Komünizm zaten Çinlilere ait değil.

Çin paylaşmacı mı, neyi paylaşmayı tercih ediyor? Kendine tabi olan imkanlara mı öncelik veriyor? Ticaret, ticaret yolları… Bunların nasıl olduğunu dünya biliyor. İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar, Hollandalılar… Hepsi örnek. Yeni bir şey var mı?


Sistem sorunu

ABD, Çin, Rusya, vs. açıkladım. Şimdi size aşağıdaki grafikle toparlayıcı bir açıklama yapmak isterim. 
Kabilelerden geldik buralara. Tiranları ve yönetimlerini, monarşileri ve yönetimlerini biliyoruz.

Bu makalede "tarihte ve coğrafyada konumlanmak" hakkında bir tartışma yapmaktayız. Gelinen noktada dünya kaosa doğru mu sürükleniyor? ABD bile post-modern demokrasi evresini yaşıyor.

Oklokrasi yani mafya kuralları arttı. Partilerin ve yönetimlerin içinde mafya türevi etkileşimler var. Otokrasi ve popülizm yaygınlaştı. Liderler birer demagog gibiler.

Sosyal medya onlara yeni imkanlar veriyor. Liderler aşırılaşıyorlar; korkuya hitap ediyorlar, önyargılılar ve duyguları hep ön planda.

Nerede o akılcı yaklaşım?

Eğer bir büyük savaş veya buhran olsun, görün siz, tiranlık nasıl patlayacak!..
 

Politik analiz piramiti
Politik analiz piramiti

 

Şimdi bana söyler misiniz, neredesiniz ne noktadasınız, güvende misiniz? İngilizler ve Yahudiler her yerdeler diye söylüyorsunuz, peki siz kiminle ortaksınız? Kapitalizmin hangi işlevsel türüne bağlısınız? İngilizler ve Yahudiler dünyayı yönetmeyi öğrendiler ise size ait uygulamalar neler olabilir? Yaptığınız başka, söyledikleriniz başka mı?

Kendinize ait yönteminiz ne, hayal dünyası mısınız, bu şartlardayken bile gerçekten başarılı olma şansınız ne? Yakın tarihte güçlü olmanın yolunu çizenler belli, eğer siz önce tarihi saptırırsanız, yerinizi neye göre bulacaksınız? Kaybolursanız size birileri rehberlik edecekler mi? Kim onlar?

Bir tespitimi söylemek isterim, eğer insanları biraz sıkıştırın, yoksunlaştırın, hemen kabileye dönüyorlar, birey veya toplum olarak, davranış veya politik sistem olarak. 

Bu size sunduğun piramit aslında döngüsel bir durumu da tarif eder mahiyettedir. Eğer kabile olmayı seçmeyi öneren bir politika var ise bugün bu insanlığın geldiği nokta itibariyle bilinmelidir, konumu bellidir, tarihte ve coğrafyada kaybolmuştur.

Bütün hüner piramidin üstünde ve örnek olabilmektir, kendi ayaklarını sağlama almak insanlığı değil, sadece bir kesimi memnun edebilir. Sistem ve ilerleme yöntemi insanlığa aittir, bir fikre, gruba veya ideolojiye değil.

Yapılanlar bellidir:

  1. Tezatları yaratanların oyununa alet olmak veya olmamak!
  2. İşlerini yapmaya yatkın olanları bulurlar ve kullanırlar (yerel taşeron yönetimi).
  3. Yüksek politika yapmak ile sıradan politika yapmak arasında derin bir uçurum vardır. 

Eğer bir politik kesim tezatları konu eden ve derin tartışmalara, korkulara, duygulara ait yaklaşımlarla politika yapmaya başladıysa, kabile seviyeli anlayışları politik argüman olarak sunuyorsa, bilin ki kullanılıyordur, kendisi bilse de bilmese de. Yüksek politika yapan bunların bilincindedir ve hatta yapabiliyor ise başkalarına bunları bulup uygular ve halkına ait refahı ve güvenliği arttırır.

Sonuç olarak, dünya sancılı bir döneme daha girdi. Burada beka en önemli konu ve ben bunu çok fazla dile getiriyorum. Beka dediğimde şu var, ezelden ebede var olmak.

Peki sürekli değiştirdikleriniz (sistem, anlayış, strateji, vs.) oluyor ise, neyi biriktirebiliyorsunuz, birikiminiz ne üstüne oluyor? 

Birikimde İngilizler ve Yahudiler örnektir, sermayede, akılda, yöntemde, stratejide… Demokraside bazı Avrupa ülkeleri örnektir. Tabii onların aynısı olmamak gerekir, zaten olunamaz! Hatta onların dünyada, tarihte yarattığı sorun çok, ama örnek alınacak noktaları da çok! Neyi kullanıyorlar, nasıl kullanıyorlar, öncelikle buna iyi bakın isterim. 

Sonuçta pasaport çok şeyin somut göstergesidir. Neticede bu dünyada yaşıyoruz… Pasaport deyip geçmemek lazım; bu aynı zamanda sistemin, politikanın, konumlanan yerin çok temel bir yansımasıdır.

 

 

Not: Bu makaledeki bilgiler ve grafikler referans verilmeksizin kullanılamaz.

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU