Ruhsuz temsil, sessiz bir taklitten fazlası değil: Kültür Yolu Festivalleri

Vahap Aydoğan Independent Türkçe için yazdı

Eğer kültür bir yolsa, yürüyeni tek bir yöne çevirmekle değil, yönün kendisini sorgulatmakla başlar.

Çünkü düşünce, çokluğun sessizce dizildiği yerde değil; farkın neden susturulduğu sorusunda uyanır.

Kültür Yolu Festivalleri ise artık düşünsel bir karşılaşma değil, kurumsal bir onay biçimi olmaya doğru evriliyor…

Kadim şehirlerin kendi ritüelleri, denenmiş hafızaları olur.

Kültür Yolu Festivalleri ise bu derin belleği taşımaktan çok, onun üstüne hazır bir vitrin yerleştiriyor.

Oysa şehirlerin ruhu vitrinle değil, yaşayan kültürle ortaya çıkar.

Aynı şeye bakıyor ama farklı şeyleri düşünemiyoruz artık.

Kent, kendini göstermez; kent ancak hatırlanır.

Modern zamanlarda kentler, artık birer mekân olmaktan çıkıp birer "sahne"ye dönüştü.

Betonun üstüne sahne, insanın üzerine kostüm, belleğin yerine senaryo dikildi.

Bize ait olanı, bize aitmiş gibi sunan estetik bir taklit çağındayız artık.

Ve Kültür Yolu Festivalleri, çoğu zaman bu taklidin en cilalı yüzü.

Seyir, bir zamanlar toplulukları bir araya getiren şeydi.

Şimdi ise seyir, bizi birbirimizden uzaklaştıran bir sessizlik biçimi.

Aynı şeye bakıyor ama farklı şeyleri düşünemiyoruz artık.

Çünkü düşünce yerini gösteriye, gösteri yerini tüketime, tüketim ise hızla silinen bir etkiye bıraktı.

Oysa kent sadece yaşanan bir yer değil, aynı zamanda düşünülen bir şeydir.

Kent, tek bir görünüme indirgenemez; çünkü kent, görünmeyeni de içerir.

Bir sokakta yürürken taşın altındaki hafızayı hissedebiliyorsan, orası kenttir.

"Kültür Yolu Festivali" kavramı ise artık düşünsel bir karşılaşma değil, kurumsal bir onay biçimi olarak karşımıza çıkıyor.

Sanat ise seyirlik değil, karşılaşmadır.

Bir bakışın, başka bir bakışla çarpışması.

Bir ritmin, bir sessizliğe değmesi.

Bir sesin, başka bir yersizlikte yankı bulmasıdır.

Ancak bu yankı temsile indirgenirse, yalnızca "beğenilme" arzusuna sıkışır.

Ve beğenilmek isteyen her şey, önce kendini düzleştirir.

Çünkü herkesin beğenisi, kimsenin sesi değildir.

Bu, çokluk içinde çözülen derinliktir.

Şehir, herkesin sesiyle kurulan bir suskunluk değildir.

Aksine, bazen yalnızca birinin söyleyebildiği o tekil cümledir.

Ve sanat, o cümleyi duyurabilmek için vardır.

Festival, eğer gerçekten bir "kültür yolu" ise, bu yol çokluğun eşitliğini değil; farklılığın anlamını aramalıdır.

Kent, bellektir.

Ve her temsil, o belleğe bir müdahaledir.

Sahneye çıkan her şey, aynı anda bir başka şeyi sahneden indirir.

Bu yüzden mesele yalnızca neyin gösterildiği değil, neyin susturulduğudur.
 

 

Bir festival sadece bir etkinlikler dizisi değil; bir bakış biçimidir.

Baktığımız şey bize mi ait?

Yoksa bizim adımıza kurulmuş bir vitrine mi bakıyoruz?

Sanatın sorusu budur.

Ve kent, bu sorunun yankılandığı tek hakiki mekândır.

Bir festival broşürüne göz atar atmaz zihinde beliren o tanıdık cümle:

Yine mi aynı sahne, aynı ses, aynı bakış...


Adı "Kültür Yolu" olan ama aslında belleğin, aidiyetin ve çok katmanlı kimliğin üzerinden tek bir renkle geçilmiş bir kılavuz...

Örneğin Şanlıurfa...

Bin yıllık belleğiyle, içe dönük suskunluğu ve dışa dönük direnciyle yine aynı temsil kalıplarının içine sıkıştırılmış.

Yine "alışıldık" estetik, yine "görünmek" için var olan bir görünmezlik...

Zira burada kültür, bir manzara gibi ele alınmış:

Uzaktan bakılacak, fotoğraflanacak, geçip gidilecek bir şey.

Oysa kültür manzaraya değil, katmana benzer:

Alt alta binmiş zamanlar, üst üste geçmiş seslerdir.

Ve kent dediğimiz şey; bu katmanların arasından sızan, yer yer çatlayan, bazen yeniden birleşen anlamların toplamıdır.

Şehir, sadece dağın siluetinden, ovanın rüzgârından, mimarinin ihtişamından ibaret değildir.

Kent; zamanla yoğrulmuş bir düşünce formudur.

Bir fikir alanı, bir çelişkiler bahçesi, bir bellek labirentidir.

Ve hiçbir şehir, sadece benzer düşünenlerin, benzer beğenilerin, benzer ritimlerin toplamı olarak var olamaz.

Bir festivali anlamlı kılan şey, hangi sanatçının sahneye çıktığı kadar; hangi sesin neden dışarıda kaldığıdır.

Kimi davet ettiğimiz kadar, kimi çağırmadığımızla da konuşuruz aslında.

Şanlıurfa’ya biçilen bu rol; halkın iç sesini, tarihsel belleğini, farklı estetik anlayışları dışarıda bırakıp, kent dokusunu tek tip bir anlatıya mecbur bırakıyor.

Bu, yalnızca bir içerik tercihi değil; bir bakış biçimidir.

Oysa kültür yolunun gerçekten "yol" olabilmesi için, yürüyeni dönüştürmesi gerekir.

Yol dediğimiz şey, sadece adımlarla değil, sorularla yürünür.

Ve gerçek sanat, bize cevap değil, sorular sunar.

Bir müziğin ritminde, bir şiirin sessizliğinde, bir heykelin ağırlığında, bir performansın geçiciliğinde o sorular gizlidir.

O sorular ki; bir şehri şehir yapan, bir insanı düşünen yapan sorulardır.

Ne var ki bu festivaller, sorulara değil, cevaplara odaklı.

Güvende hissettiren, tanıdık gelen, rahatsız etmeyen cevaplara...

Oysa sanat rahatsız eder.

Sarsar, yerinden oynatır, soru sordurur.

Bizi alışkanlıklarımızdan uzaklaştırır; işte bu yüzden kıymetlidir.

Bugün "kültür üretimi" adı altında bize sunulan içerikler, kentlerin çok sesli doğasını değil; belirli bir yaşam biçiminin, belirli bir estetik tercihinin, belirli bir ideolojik yönelimin görsel temsiline indirgenmiş durumda.

Bu, bir kutlama değil; bir dışlama biçimidir.

Çünkü kültürü yalnızca sunmakla kalmaz, aynı zamanda şekillendiririz.

Ve eğer biz yalnızca tek bir hikâyeyi anlatıyorsak, diğer tüm anlatıları sessizliğe mahkûm ederiz.

Şehir, kendini tekrar eden değil; kendini soran bir şeydir.

Kültür de öyle.

Ve bir festival, bu soruların yankılandığı en gür mekân olabilir; yeter ki sahne sadece göz önünde olanlara değil, sesi bastırılmış olanlara da açılsın.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU