Türkiye’de barışın “zor” yolu ve o yolun “yorgun” yolcusu

Gazeteci Müjgan Halis, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: X

Sırrı Süreyya Önder, ağır bir sağlık sorunuyla mücadele ettiği bu günlerde, yalnızca bir siyasetçi ya da entelektüel olarak değil, aynı zamanda Türkiye’de barışın dili, vicdanı ve umudu olarak da görülüyor. Onun hasta yatağında bile toplumun farklı kesimlerini bir araya getirebilme gücü, hayatı boyunca taşıdığı sorumlulukların ve ortaya koyduğu özgün duruşun bir yansıması.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Türkiye toplumunun derin fay hatları arasında, özellikle de Kürt meselesi gibi kırılgan bir alanda, Sırrı Süreyya Önder gibi şahsiyetler kolay yetişmiyor. Onun Abdullah Öcalan ile yürütülen görüşmelerdeki rolü, sıradan bir arabuluculuğun çok ötesinde. O, çözüm sürecinde yalnızca mesaj taşıyan bir figür değil, aynı zamanda o mesajlara güvenilirlik, insanlık ve mizah katan bir köprü çünkü.

Öcalan ile yapılan görüşmelerin 2013-2015 yılları arasında kamuoyuna yansıyan bölümleri, Önder’in süreçte ne kadar belirleyici olduğunu gösteriyor. Özellikle 2013 Nevruz’unda Diyarbakır’da okuduğu Öcalan’ın mektubu, Türkiye siyasi tarihinin en kritik anlarından biriydi. O konuşmada hem devlete hem Kürt hareketine hem de topluma hitap eden çok katmanlı bir dil vardı. Bu dili taşıyan kişi ise, yalnızca bir "aktarıcı" değil, sürecin ruhunu hissedebilen bir vicdandı.

Önder’in, hâlen Kürt sorununun barışçıl çözümü için yürütülen zorlu ve kırılgan görüşmelerde bir “görünmez el” gibi etkisini sürdürdüğü aşikâr. Hem DEM Parti içindeki hem de daha geniş kamuoyundaki güvenilirliği nedeniyle, süren temaslarda onun önerilerinin, dengeleyici yaklaşımlarının dikkate alındığı biliniyor. Önder’in sürece dair bilgi birikimi, sahici diyaloğa olan inancı ve çatışan taraflarla kurabildiği temas dili, çözüm yolundaki en güçlü ahlaki dayanaklardan biri olarak görülüyor.

Bugün Türkiye’nin pek çok kesiminden Sırrı Süreyya Önder’e yönelen ilgi, işte bu vicdani rolün bir takdiridir. Onun Öcalan’la yaptığı görüşmeler, Kürt meselesi gibi dikenli bir alanda, toplumun belli kesimlerini ikna edebilme becerisini gösterdi. Oysa Türkiye gibi kutuplaşmış bir toplumda, bir siyasetçinin bu kadar nazik bir alanda “aracılık” yapması büyük bir cesaret ve aynı zamanda bedel ister. Ve evet, o bu bedeli yıllar içinde defalarca ödedi.

Sırrı Süreyya Önder’in yaşadıkları, aslında çatışmalı coğrafyalarda barış için mücadele eden diğer figürlerle benzer bir tarihsel hattın parçası.

Kolombiya’da barışın sesini taşıyan kadın

Kolombiya’da Piedad Cordoba, tıpkı Önder gibi barış sürecinde aktif rol almış bir isimdi. Cordoba, özellikle 2000’li yıllarda FARC ile Kolombiya devleti arasındaki çatışmalı süreçte, diyalog yollarını arayan bir arabulucu, bir vicdan ve bir cesaret timsali olarak öne çıktı. Piedad Cordoba, Kolombiya Senatosu’nda uzun yıllar görev yapmış bir liberal politikacıydı. Ancak onu diğerlerinden ayıran en temel özelliği, silahlı çatışmanın taraflarıyla temas kurma konusundaki kararlılığıydı. 2000’li yılların ortalarında, ülkenin en büyük gerilla örgütü olan FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ile hükûmet arasında sıkışmış sivil halkın sesi olmaya çalıştı.
 


Özellikle rehinelerin serbest bırakılması için FARC ile doğrudan temas kurması, sadece siyasi bir hamle değil, aynı zamanda büyük bir kişisel risk anlamına geliyordu. Cordoba, FARC'ın elinde tuttuğu rehinelerin aileleriyle birlikte kamuoyunu harekete geçirdi ve yürüttüğü temaslar sonucunda birçok rehinenin serbest bırakılmasını sağladı. Bu yönüyle, çatışmanın sivilleşmesi sürecine katkıda bulundu. Ancak bu çabalar, her zaman takdir görmedi. Kolombiya’da özellikle sağcı kesimler, Cordoba’yı FARC’a "yakın olmakla" suçladı. Medyada hedef haline getirildi, hakkında "vatan hainliği" ithamları yapıldı. 2010 yılında, Kolombiya Başsavcılığı, FARC ile olan ilişkileri nedeniyle Cordoba’yı Senato’dan ihraç etti ve siyaset yapması yasaklandı. Uzun yıllar boyunca fiilen siyasi sürgün yaşadı.

Bu süreçte ölüm tehditleri aldı, ailesiyle birlikte büyük baskılara maruz kaldı. Ancak Cordoba geri adım atmadı. Cordoba’nın diyalog çabaları, ilerleyen yıllarda meyvesini verdi. 2012’de başlayan resmi Havana Barış Görüşmeleri, Kolombiya devletini ve FARC’ı aynı masada buluşturdu. Her ne kadar Cordoba bu masada doğrudan yer almasa da yıllar boyunca ördüğü güven köprüleri ve sivil toplumla kurduğu bağlar, bu sürecin zeminini oluşturan önemli faktörlerden biri oldu.

2024’te yaşamını yitiren Piedad Cordoba, Kolombiya’nın hâlâ sancılı olan barış sürecinde bir ilham kaynağı, bir cesaret örneği olarak anılıyor. Onun mücadelesi, sadece Kolombiya için değil, benzer çatışmaları yaşayan tüm coğrafyalar için şunu haykırıyor: Barış, sadece masada imzalanan bir metin değil; yürekte taşınan bir inanç, uğruna bedel ödemeyi göze aldığın bir hakikattir.

Kuzey İrlanda’nın sessiz barış mimarı

İrlanda'da John Hume’un barış sürecine en büyük katkısı, 1980'ler ve 1990'lar boyunca IRA'nın siyasi kanadı Sinn Fein ile diyalog kurarak, şiddetten uzak bir çözüm yolu aramaya cesaret etmesiydi. Bu temaslar özellikle tartışmalıydı çünkü IRA, o yıllarda İngiltere ve bazı kesimler tarafından “terörist örgüt” olarak tanımlanıyordu.
 


Hume, büyük bir siyasi ve kişisel risk alarak Sinn Fein lideri Gerry Adams ile açık ve gizli görüşmeler yürüttü. Bu görüşmeler sayesinde Adams ve çevresinin siyasal zemine çekilmesi, ardından IRA’nın ateşkes ilanı mümkün hale geldi. Hume’un barış yolundaki çabaları her zaman destek görmedi. Katolik topluluğun bazı kesimleri, onun silahlı direnişi reddeden tavrını bir “teslimiyet” olarak değerlendirdi. Protestanlar arasında ise Sinn Fein ile görüşmeler yürütmesi şüpheyle karşılandı. Hume hem kendi çevresinden hem de karşıt kesimlerden zaman zaman ağır eleştirilere, dışlanmalara ve tehditlere maruz kaldı. Bu yalnızlaştırıcı süreç, Hume’un sağlığı üzerinde de etkiler yarattı. Ancak o, şiddetten medet ummadan ısrarla diyalog, uzlaşı ve ortak akıl yolunu savunmaya devam etti.

John Hume’un bu çabaları, 1998 yılında Hayırlı Cuma Anlaşması’nın imzalanmasıyla somut meyvesini verdi. Bu tarihi anlaşmayla Kuzey İrlanda’da onlarca yıl süren silahlı çatışmalar sona erdi ve yeni bir siyasal uzlaşı süreci başladı. Hume, bu katkılarından ötürü 1998’de Nobel Barış Ödülü'ne layık görüldü. Ödül, sadece bir bireyin değil, kararlılıkla sürdürülen bir ahlaki duruşun onuruydu. John Hume’un 83 yıl süren yaşamı, barışın asla kolay olmadığını ama imkânsız da olmadığını öğretti.

Güney Afrika’da bir vicdan figürü: Desmond Tutu

Ve tabii ki Desmond Tutu. Desmond Tutu, Güney Afrika'nın apartheid rejiminden çıkış sürecinde yalnızca bir din adamı ya da insan hakları savunucusu olarak değil, aynı zamanda bir vicdan ve şefkat figürü olarak da öne çıktı. Tutu, barış sürecine yalnızca siyasi bir akıl değil, derin bir insani felsefeyle yaklaştı: Ubuntu. Bu anlayışa göre insan, başkalarıyla olan ilişkileri ve bağları içinde insan olur. Tutu, bu felsefeyi yalnızca vaazlarında değil, Güney Afrika toplumunu yeniden kurma sürecinde de rehber edindi. Ona göre, barış ancak karşılıklı bağışlama, empati ve hakikatin kabulüyle mümkündü.

Desmond Tutu, apartheid sonrası dönemde kurulan "Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu"nun başkanlığını yaptı. Bu komisyon, yalnızca suçları ortaya koymayı değil, aynı zamanda toplumsal bağışlama ve birlik zeminini kurmayı hedefledi. Bu süreçte Tutu, zalimlerle yüzleşmek zorunda kaldı; mağdurların gözyaşlarını dinledi. Ama en çok da toplumun vicdanına seslendi: “İntikam değil, adalet; unutmak değil, hatırlayarak iyileşmek,” diyordu. Elbette Tutu da bu yolculukta bedeller ödedi. Tehditler aldı, yalnız bırakıldı, zaman zaman kendi inandığı kesimlerce bile eleştirildi. Ama o hep “ubuntu” demeye devam etti.


Türkiye'de barışın kırılganlığı ve Önder’in rolü

Bugünün dünyasında, bu tür bütünleyici felsefeler olmadan barışın inşası neredeyse imkânsız. İşte bu yüzden, Sırrı Süreyya Önder’in taşıdığı vicdani ve kapsayıcı dilin kıymeti bir kez daha anlaşılır hale geliyor. Türkiye’nin barış serüveni ise ne yazık ki sürekli kesintiye uğrayan, umutların yarım kaldığı bir tarih. (Umarız bu seferki öyle olmaz.) Bu kırılgan süreçlerde, taraflar arasında güven oluşturabilecek, dili yumuşatabilecek ve toplumu hazırlayabilecek şahsiyetlere ihtiyaç duyulur. Sırrı Süreyya Önder işte bu noktada eşsiz bir örnek oluşturdu.

Onun mizahla bezenmiş dili hem sistemin içinden gelenleri hem de dışlananları bir araya getirme becerisi, siyaset üstü bir fonksiyon kazandırdı kendisine. Barışı savunduğu için “terörist” ilan edenler de oldu, yetersiz bulanlar da… Ama Önder, her şeye rağmen yüzü yere düşmeyen bir dille direndi. Barışın savunucusu olmanın kolay olmadığını, ama o görevi üstlenmeden de yaşamanın eksik kalacağını gösterdi.

Şimdi hasta yatağında, direnişine yeni bir cepheden devam ediyor. Ayşegül Doğan’ın deyimiyle, "Hasta yatağından bizi birleştirmeye devam ediyor." Bu ifade, belki de Önder’in hayatına dair en özlü özetlerden biri. Onun birleştirici dili, vicdanlı bakışı ve inatçı ısrarı, bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyler arasında.

Bu nedenle, bu süreçte onu yalnızca bir hastalıkla mücadele eden bir birey olarak değil, aynı zamanda Türkiye’nin barış potansiyelini taşıyan bir belleği, bir köprü, bir imkân olarak görmeliyiz. Barış, büyük laflar değil, küçük cesaretler ister.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU