İslam coğrafyasında neden demokrasi yok?

Esedullah Oğuz Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Linas Garsys/The Washington Times

İslam coğrafyasının son demokrasi kalesi Türkiye idi ama o da son yıllarda Doğulu ve müstebit geçmişine doğru hızla yol alıp tek adam yönetiminin baş tacı edildiği bugünlere ulaştı. 

Oysa 20'nci yüzyılın başında İslam coğrafyasının yüzü genel olarak demokrasiye dönüktü.

Atatürk Türkiye'si, Reza Pehlevi'nin İran'ı ve Amanullah Han'ın Afganistan'ı arka arkaya reformlar gerçekleştirerek demokrasiden sanayileşmeye, bilimden teknolojiye Batı'ya yetişmeye çalışıyordu.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu kervana Arap ülkeleri de katıldı. Saddam Hüseyin'in Irak'ı, Kaddafi'nin Libya'sı ve Cemal Abdunnasır'ın Mısır'ı da Sovyet tipi bir sosyalist kalkınma modelini benimsedi.

Onu da Zulfikar Ali Bhutto'nun Pakistan'ı ve Suharto'nun Endonezya'sı gibi Güney Asya'nın laik Müslüman yönetimleri izledi. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

30-40 yıl içerisinde tüm bu laik devletler yerli yerine oturup daha da demokratikleşeceklerine katı birer dikta yönetimine evrildiler.

Aldıkları şekil aşağı yukarı şöyleydi: başta güçlü, karizmatik bir lider ve onun çevresine toplanan küçük bir grup.

Ülkenin tüm kaynakları lider ve yakın çevresi tarafından çarçur edilirken halk yığınları sefalet içindeydi ve kimse korkudan sesini çıkaramıyordu.

Ağzını açan ya hayatını ya da uzun yıllar süren işkencelerden dolayı aklını ve sağlığını kaybediyordu. 

Böylece Batılı laik yönetim modelleri Fas'tan Malezya'ya kadar tüm İslam coğrafyasındaki halklar arasında büyük hayal kırıklığı yarattı.

Onun yerine alternatif olarak her İslam ülkesinde irili ufaklı siyasal İslamcı hareketler ortaya çıkmaya ve giderek güçlenmeye başladı. 

Ve çok geçmeden belli başlı Müslüman ülkelerde laik yönetimler askeri darbeler veya halk ayaklanmalarıyla devrilirken yerine İslamcılar geçti.

İran, Afganistan, Irak, Sudan'da olan buydu. Türkiye de 20 yılı aşkın bir süredir siyasal İslamcı gelenekten gelen bir yönetim tarafından idare ediliyor.

Gerçi İslamcılar Türkiye'de halk ayaklanmasıyla değil, halkın oylarıyla başa geldiler ama sonuç olarak gelinen nokta aynı. 

20'nci yüzyılda İslam coğrafyasında kurulan onlarca laik yönetimden sadece biri bile tam anlamıyla başarılı olabilseydi bu, diğerlerine de örnek olacak ve halk yığınları demokrasiye olan inancını yitirmeyecekti. Elbette o zaman durum bambaşka olurdu. 

Tarihteki eski büyüklüğüne kavuşmuş İslam'ın başat ülkeleri İran, Türkiye ve Mısır'ın sanayiden bilime, hukuktan sanata, demokrasiden hukuk devletine her alanda bugünkü İngiltere, Almanya ve Japonya'nın dengi olabilecek bir kalkınmışlık düzeyine ulaştığını hayal edin.

Onu da Güney Asya'nın diğer küçük ekonomik kaplanları sayılan Güney Kore, Tayvan ve Singapur'un seviyesine yükselmiş Afganistan, Pakistan, Fas, Cezayir, Özbekistan gibi diğer İslam ülkelerinin izlediğini düşünün. 

O zaman İslam coğrafyası Sovyetler ve ABD gibi süper güçler tarafından işgal edilmeyecek, Müslümanlar Çin'de toplama kamplarına kapatılmayacak, Hindistan'da sokaklarda linç edilmeyecek ve Filistin'de uçaklarla bombalanmayacaktı.  

Aksine Fas'tan Endonezya'ya kadar uçsuz bucaksız geniş İslam coğrafyasında insanlar birer İsveçli ve Norveçli gibi huzur, güven ve refah içinde yaşayacaktı. 

İslam dünyasındaki laik elitler en baştan modernleşmeyi yanlış anladılar. Onların modernleşmeden anladığı şey, geçmişleriyle ilgili her şeyi kötüleyip ondan mümkün olduğunca uzaklaşmaktı.

Onlara göre namaz kılmak, başörtüsü takmak, oruç tutmak, vakıflar, medreseler gibi eski gelenekler ve kurumlar gericiliğin birer sembolüydü ve bir an önce terk edilmesi gerekiyordu. 

Oysa yapılması gereken, Japonların yaptığı gibi eski ile modern dünyanın normlarını uzlaştıran bir ara yol bulmaktı.

Eski geleneklerden ve kurumlardan işimize yarayanı günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde revize edip sürdürürken, bizi uygar dünyaya taşıyacak modern yöntemleri de hayatımıza sokmamız gerekiyordu.

Nitekim Japonlar bunu yaptılar; çağın gerisinde kalan eski Samuray sistemini tamamen ortadan kaldırırken, Batı'nın modern yönetim ve kalkınma modellerini kendi gelenekleriyle uyumlaştırıp olağanüstü bir sentez yarattılar ve tüm dünyaya parmak ısırtan bir başarı elde ettiler. 

Zamanın gerisinde kalmış iki eski imparatorluk olan Feodal Japonya ile Osmanlı devleti Batılılaşma ve modernleşme girişimlerine aynı dönemde başladılar, hatta Osmanlı devleti reformlara Japonya'dan 30 yıl kadar önce 1830'larda II. Mahmut döneminde başladı.

Buna rağmen, 50-60 yıl içerisinde, yani 20'nci yüzyılın başına geldiğimizde Japonya büyük bir ekonomik ve sanayi gücüne dönüşürken, Osmanlı'nın durumu hasta yatağında son nefesini vermek üzere olan yaşlı bir hastadan farksızdı. 

İki eski imparatorluktan birini başarısız diğerini başarılı kılan şey, birinin görüntü, diğerinin ise öz ile ilgilenmesiydi.
 


Osmanlı, Avrupa'nın askeri ve sanayi mamullerini ithal ederek kalkınmayı umarken Japonlar, kalkınmayı sağlayan Batı bilimi, felsefesi, düşünce biçimiyle ilgileniyor, o yöntemleri özümsemeye çalışıyordu. 

20'nci yüzyılda da aynı şeyler oldu; bir sürü Müslüman laik devlet, parlamento, sendikalar, seçimler, okullar, üniversiteler, fabrikalar, hastaneler, uçaklar ve tanklar gibi, Batı'nın kurumlarını ve ürünlerini ithal ederek kalkınmaya çalışırken kimse, bu ürünleri ortaya çıkaran düşünce yapısını anlama ve özümseme gereği duymadı.

O yüzden İslam coğrafyasında sıradan bir vatandaş ile elinde devlet gücünü bulunduran bir yönetici kanun önünde hiçbir zaman eşit olmadı. Her ne kadar kağıt üstünde eşit gibi görünse de. 

Aslında bugün Batılıların yaşamında gördüğümüz bu eşitlik, İslam'ın özünde vardı.

Peygamber Efendimiz, "Hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa elini kesin" diyerek kanunlar önünde kimseye ayrımcılık yapılmayacağını belirtmişti. 

Kan, gözyaşı ve yürek burkan acılarla dolu İslam coğrafyasını Batı gibi yeryüzündeki cennete dönüştürmek için yapılması gereken, aslında gayet basit: din ile devlet işlerini her alanda kesin çizgilerle birbirinden ayırıp, devleti akıl ve mantığın rehberliğinde yönetmek.

Demokrasi, insan hakları, eşitlik gibi ilkeleri ve değerleri mış gibi yaparak değil, gerçekten özümseyerek hayatımıza katmak ve uygulamak.

Kalkınan tüm ülkeler, hedeflerine bu yoldan ulaştılar. Ne de olsa, aklın yolu birdir. 

Elbette, bunun (Çin ve Rusya gibi) bir iki istisnası olabilir. Ama istisnalar, bildiğiniz gibi kaideyi bozmaz. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU