Sanayi Devrimi ile hızlanan değişim (modernleşme) ve bunun beraberinde getirdiği yeni imkanlar (iletişim teknolojisi gibi) günümüzde balta girmemiş ormanlarda yaşayanları dahi değişime zorluyor.
Bu değişim süreci elbette ki az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde çok daha belirgin bir şekilde kendini gösteriyor.
Öyle görünüyor ki değişime öncülük eden dinamikler (kentleşme, sanayi, ticaret, eğitim, iletişim teknolojisi) gün geçtikçe daha güçlü bir şekilde -birtakım çelişkileri içinde barındırsa da- küresel düzeyde yaygınlık kazanıyor ve buna paralel bir şekilde toplumların sosyolojisi değişiyor.
Söz konusu değişim dinamikleri Avrupa ülkelerindekine benzer şekilde refahı getirmese de özellikle teknolojinin oluşturduğu yeni olanaklar söz konusu ülkelerde de göreceli belli bir konfor yaratıyor.
Evet, yoksulluk hâlâ dünyanın en büyük sorunlarından biri ama 100 yıl öncesi ile karşılaştırıldığında toplumların göreceli daha iyi yerde olduğu da söylenebilir.
Şunu unutmamak gerekir ki insanlık tarihinde ilk defa insanlar açlıktan değil aşırı yemek yemekten (obezite) ölüyor!
Aristo'nun demokrasiyi kendisine dayandırdığı ve erdemli sınıf kabul ettiği orta sınıf, dünyanın en geri kalmış toplumlarında dahi (zayıf da olsa) görünür hale geliyor.
Ekonomik alanda yaşanan bu değişime eşlik eden kentleşme, yaygın ve yüksek eğitim, iletişim ağlarının (sosyal medya) herkesi her şeyden haberdar eden yeni imkanları dayanışmacı toplumsal bağları çözüp "bireysel yaşam"ın önünü açıyor.
Bugün küresel düzeyde insanlar, her zamankinden daha çok sistemin aldığı kararlardan etkileniyor ve her zamankinden daha çok kendi varlıklarının ve sistem ile olan ilişkilerinin bilincindeler.
Onun için günümüzün insanı kafasına vurularak yönetilebilecek bir insan değil artık.
Örneğin, 2000 yılı sonrası doğanlar içinde yer alan "Z Kuşağı"nın belirgin özelliği, insan hakları, kadın, çevre ve hayvan hakları konusunda sahip olduğu duyarlılıktır.
Bu kuşak, hiyerarşiden hoşlanmıyor.
Dolayısıyla, çağımızın insanı atalarına göre haklar konusunda çok daha güçlü bir hassasiyete sahip.
Eğer ekonomik, sosyal ve teknolojik açıdan tarihin gidişatı bu doğrultuda ilerlemeye devam ederse bundan sonraki kuşaklarda söz konusu hassasiyetin daha da güçlü olacağını beklemek gerekir.
Dolayısıyla, ekonomik ve sosyal alanda yaşanan değişim siyasal yaşamda da etkisini gösteriyor.
1970 ve 80'li yıllara kadar dünyanın birçok bölgesinde tipik diktatörlük rejimleri mevcuttu.
Ortadoğu'da bunun tipik iki örneği Saddam ile Kaddafi'nin yönetim anlayışıdır.
Kamboyça'da Pol Pot, Yugoslavya'da Tito, Şili'de Pinochet, Romanya'da Çavuşesku diğer birkaç örneği oluşturuyor.
Bu rejimlerin tümü yıkıldı.
Evet, hepsinin yerine belki demokrasi gelmedi ama kaba diktatörlükler de kurulmadı.
Stalin, Hitler ve Musolini tarzı totaliter rejimler ise çoktan miadını doldurdu.
Dünyanın birçok ülkesinde klasik diktatörlük rejimleri yerini rekabetçi otoriteryanizme bıraktı.
Aslında Arap Baharı'nı da yukarıda zikrettiğimiz dinamiklerin etkisi ile değişime uğramış ve göreceli "bireysel" bir kimlik kazanmış, "hak bilinci" gelişmiş, "kaba diktatörlük"lere tahammülleri kalmayan, toplumsal kesimlerin tepkisi olarak görmek gerekir.
Günümüzün Batı-dışı toplumlarının insanı, batılı anlamda hak bilincine sahip değilse bile en azından hükümetlerin diktatörlüklerde olduğu gibi, kendilerine kötü davranılmasını istemeyecekleri kadar da bir hassasiyete sahipler.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Rekabetçi otoriteryanizm, diktatörlük yönetimleri ile demokrasi arasında bir yerde yer alan rejimlerdir.
Bu rejimlerde de keyfilik var ama bu rejimler, kitleleri harekete geçirecek kadar da baskıcı değiller.
Rekabetçi otoriteryanizm, demokrasi dışındaki yönetimler içinde demokrasiye en yakın yönetim biçimi kabul ediliyor.
Toplumların yaşadığı değişim rekabetçi otoriteryan rejimleri demokratik rejimlere ulaştıracağı anlamına gelmiyor ama klasik diktatörlüklere de gün geçtikçe tahammülleri azalıyor insanların.
Bazı ülkeler için bu geçişin olacağını beklemekle beraber tersi gelişmeleri de beklemek gerekir.
Çünkü demokrasi çok hassas bir dengede kurulabilen bir rejim.
Demokrasi için gerekli ekonomik, sosyal ve siyasal zemini oluşturmak hiç de kolay değil.
Ancak birçok ülkede demokrasi olmayacaksa da ona yakın bir rejimi tesis ettirmek -kitlelerin belli taleplerini karşılamak adına- bir zorunluluğa dönüşüyor sanki.
Hülasa, bundan sonrası için küresel düzeyde yönetim biçimlerinin iki yönetim biçimi ile onların farklı versiyonları arasında gidip geleceklerini beklemek gerekir.
Yani, geleceğin siyasetine iki yönetim biçimi hakim olacak gibi: Demokrasi ve rekabetçi otoriteryanizm.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish