Bir insanlık dramı; mülteciler

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Şu anda yaşamakta olduğum Hakkari ve Van illerimize dört bölgeden veya ülkeden düzenli bir mülteci akını var.

Ağustos 2014’teki IŞİD saldırısının ardından, çok kısa zamanda yoğun bir Yezidi Kürt ilticası yaşandı. Onlar IKYB (Irak Kürt Bölgesel Yönetimi) sınırlarından, Hakkari'nin Çukurca ve -daha önce Hakkari'ye bağlı olup, 1992’de ise Şırnak'a bağlanan- Beytüşşebap ve Uludere sınırlarından memleketimize giriş yapan Yezidi Kürtler, hemen sınır boylarından taşınıyor ve daha iç kısımlara götürülüyordu.

Yezidi Kürtlerin büyük kısmı Şengal'e geri döndü, sanırım küçük bir kısmı da Avrupa'ya gitti. Onların sorunları veya akıbetleri ile ilgili başka herhangi bir bilgimiz yok. Kamplara veya başka bir yere yerleştirildiklerine dair bir haber de yok.

İran'dan gelen mülteciler ise daha çok bireysel olarak geliyorlar. Kitlesel bir göçleri yok. Daha çok İran'daki rejimden hoşnut olmayanlar ile oradaki ekonomik ve siyasi baskılardan dolayı göç edip gelen insanlar var.

Son on yıldır, özellikle Van ve çevresinde çok görülmelerine rağmen ya buralarda bir iş bulup çalışıyorlar veya geride kalan ailelerinden destek alarak yaşamlarına devam ediyorlar.

Bir kısmı Birleşmiş Milletler Mülteciler Komisyonu'na müracaat edip üçüncü bir ülkeye gitme talebinde bulunuyor ve bu yolla buradan ayrılıyor. Bir kısmı ise beklemekten bıkıp memleketlerine geri dönüyor. Tanıdığım bir kaç insan da böyle yaptı.

Bu mültecilerden biri bana Farsça dersler veriyordu. Onunla olan ilişkimizden biliyorum; rejim baskısından gelen İranlı mültecilerin önemli bir özelliği, çoğunun din değiştirmeleridir.

Aralarında din değiştirip Hristiyan olan, deist veya New Age denilen akımlara kapılan çok insan vardı. Burada kendilerine kilise oluşturmuşlar ve kiliselerden dini eğitim alıp, Avrupa'da yaşamaya uygun bir hale getiriliyorlar.

İranlı mültecilerin bir başka özelliği de nispeten nitelikli insanlar olmalarıdır. Okur yazar, yabancı dil bilen, bilgisayarla haşır neşir olan insanlardı.

Komplo teorilerine çok itibar edilmemesi söylenir, ama bana kalırsa sürekli olarak İran'dan Avrupa'ya taze kan taşıyan bir karanlık el var. 

Afgan mültecilerin durumu İranlı mültecilerin durumundan çok daha kötü ve daha kötü şartlarda buralara ulaşabiliyorlar. Ailece gelenler olduğu gibi, bireysel olarak gelenler de var.

Hepsinin şikayetlerinin ortak noktası işsizlik, fakirlik, pahalılık ve içinde bulundukları sürekli savaş ortamının oluşturduğu güvensizliktir. Bir tas çorba ve rahat bir ortam ile geride kalan ailelerine yardım etmek isteklerini beyan ediyorlar.

Bugünlerde çalıştığım Sanayi Sitesi içindeki karakolun önünde, şehirlerarası otobüs terminali ve çevresinde binlerce mülteci görüyorum. Hepsi de çok pejmürde bir halde, halsiz, hasta ve yorgun görünüyorlar. Kızgın güneşin altında şuraya buraya kıvrılmış çoluk çocuk, kadın ve yaşlı insanların bu manzarası kelimenin tam anlamıyla insanın yüreğini burkuyor.

Günlerdir yıkanmamış olmanın verdiği kirlilikle, yüzlerine konan sinekleri bile kovamayan çocukların o görüntüsü karşısında insan olarak yapabilecek hiçbir şeyimin olmaması da beni ayrıca huzursuz ediyor.

Nereden bakarsan vicdanı yaralayan bir durumla karşı karşıyayız.

Bu mülteciler meselesinde yukarıda saydığım gruplar kamuoyunda pek fazla gündem oluşturmuyorlar. Çünkü mülteciler meselesinde gündemleşenler sadece Suriyeli mültecilerdir. Onlar da her tarafı altın hesabıyla İstanbul ve çevresine yerleşmeye çalışıyorlar.

Elbette İstanbul'da yaşayan her dört beş kişiden birinin Arap lisanı ve görüntüsü Suriyeli mülteci olduğu izlenimini veriyor. Fakat her Arapça konuşan insan mülteci değil herhalde.

İnsan olarak yerini yurdunu bırakan, babasının mezarını, ailelerinin bütün geçmişini ardında bırakmış bu insanlara karşı nasıl davranmalıyız, diye kendime soruyorum. Onlarla empati kurmaktan; "Ya ben, ailem ve çevrem bu durumda olsaydık, başkasının bize nasıl davranmasını isterdik; biz de öyle davranmalıyız" demekten başka bir çare bulamıyorum.

Hakikaten de etrafımızda gelişmekte olan bu insanlık dramına insanca yaklaşmaktan başka çaremiz yok.

Evet devletlerin sorumluluğu var, hükümetlerin eksiklikleri var. Ancak insan olarak bizim de sorumluluklarımız yok mu?

Sahip olduğu her şeyini savaş ortamında bırakıp canını kurtarmış bu insanlara karşı biz hiç mi sorumlu değiliz? 

Mümkünse bir tas çorba, bir bardak su... 

Evde yıllar yılıdır giymediğimiz elbiseler, kullanmadığımız battaniyeler ve yataklar ne zaman ve kimin için? 

Hiç olmazsa bir güler yüz, merhametli bir bakış bizi tekrar insan yapmaz mı?

İnsanın kendini insan gibi hissettiği anlar vardır; o vakitlerin en önemlisi iyilik yapma ve iyilikle davranma anlarıdır. 

Suriyeli mülteciler için, "Niye silahlanıp savaşmıyorlar?", "Niye ülkelerine dönmüyorlar?", "Niye zalime karşı mücadele etmiyorlar?" demek, "bekara karı boşamak kadar kolay" bir şey. Ama gel gör ki hakikat öyle mi?

Bugün Suriye'de yüzlerce grup birbiri ile savaşmakta ve birbirlerini adeta boğazlamaktadır.

Her grup başka bir devletin vekalet savaşını yürütmektedir. Bir gün bu savaş biterse, orada savaşan her taraf niye öldüğünü, kimin için öldürdüğünü bile bilemeyecek. Çünkü orada fitne var. Fitneden başka bir şey değil Suriye'deki savaş.

Evini barkını, çoluğunu çocuğunu bu kötülükten sakınmaya çalışanı kınamak ne kadar hak acaba? 

"Fitne uyandığında koşan yürüsün, yürüyen dursun, duran otursun" mealinde bir hadisi olan Peygamberin ümmetiyiz biz. 

Genelde bütün İslam aleminde, ama özel olarak da Suriye, Yemen ve Afganistan gibi yerlerde bir fitne uyanmış. Hem de fitnenin en büyüğü; iç savaş başlamış ve bütün ağırlığı ile devam etmekte. 

Şimdi bu insanlar, o korkunç savaş ortamlarından kaçmış ve bize sığınmışlar. Bizim onlara "Gidin, oralarda birbirinizi öldürün; birbirinizin çoluk çocuğunu, kadın ve erkeklerini öldürün" dememiz insaf ve vicdana sığar mı?

Savaş hele hele iç savaş, kardeşin kardeşi öldürdüğü bu korkunç savaş insanoğlunun başına gelebilecek en kötü afettir. Bir tek canı bile bu kötülükten kurtarabilmek bizi biraz daha insan yapacaktır, buna inanıyorum.

Bundan sadece yüzyıl önce Suriye denilen devletin tamamı bizim bir vilayetimizdi. Oradaki insanlar dara düştüklerinde bizi sığınmayacaklar da ne yapacaklardı? Ama gel gör ki emperyalizm ve emperyalizmin yerel işbirlikçileri bugün bu hale getirdiler bizi...

Dediğim gibi çaresiziz, ama hiç olmazsa insan olmamızın gereği olarak elimizden gelen, bu kutsal bayram günlerinde onlara insanî ve İslamî davranmak olmalı, değil mi? 

Biliyorum, “Müslümanım” diyen insanlar, Peygamberlerinin söylediğinin çok azını bile yapsalar yeryüzünde aç ve biilaç insan kalmaz. Fakat biz böyle bir davranış şeklinden uzağız.

Çoğumuz kurban kesip, konu komşuya kurban dağıtacağız; dağıtıyoruz. Bari bu bayrama özel, kurbanlarımızı ve sadakalarımızı gerçekten ‘sığınanlara’ verelim...

Belki o zaman bayramımızda gerçekten bayram olur.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU