Demokrasi ve aşırı sağ arasında Dünya ve Türkiye

Dr. Onur Alp Yılmaz Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Nathalie Lees

Thomas Piketty, yakın zamanda 'A Brief History of Equality' başlıklı bir çalışma yayımladı. Henüz dilimize kazandırılmamış olan bu eserin argümanını özel kılan şey, onun yalnızca adil bir gelir dağılımının yetmeyeceğini, ayrıca miras ve mülkün de yeniden dağıtılması gerektiğini iddia etmesidir.

Onu bu düşünceye yönlendiren şey ise en yoksul yüzde 50'nin hiçbir zaman kayda değer bir mülkiyetinin olmamasıdır. Bunun çözüm yolu, herkesin asgari bir miras almasını sağlayacak olan bir mirasın yeniden dağıtım mekanizmasını hayata geçirmektir.

İşte bu nokta, Keynezyenizm'den fazlasına işaret eder ve nesiller boyu aktarılan sosyal adaletsizliğe çare olma iddiası taşır. Yani hayata 0-0 başlanmasa da en azından 5-0 geride de başlanmaz. Yani bu model, sadece fırsat eşitliği değil, fırsat adaletini de vadeder. 

Şöyle bir örnek verir Piketty:

Bu asgari miras, yetişkinler arasındaki kişi başına düşmesi gerekenin ortalama yüzde 60'ına tekabül edebilir. Bu da, şu an 200 bin euro olması gereken bu servet üzerinden hesaplandığında, 25 yaşına gelen herkese 120 bin euro miras verilmesi anlamına gelecektir.

Peki, bunun finansmanı nasıl sağlanacaktır?

Piketty'nin hesaplamalarına göre, milli gelirin yüzde 5'ine tekabül eden, miras ve toplam gelire göre yükselen kademeli vergilendirmeyle…

Bunun sonucunda, Avrupa'da mevcut durumda en zengin yüzde 10'un mülkiyetin yüzde 60'ını, yüzde 40'lık orta sınıfın yüzde 40'ını ve en yoksul yüzde 50'nin yüzde 10'unu elinde tuttuğu düzen sırasıyla şöyle değişecektir: Yüzde 20, yüzde 45 ve yüzde 35.

Bu durumda dahi en zengin yüzde 10'a düşen ortalama miras 600 bin euro iken, en yoksul yüzde 50'ye 120 bin euro düşmektedir. 

Peki, böyle bir miras ne sağlayacaktır?

Her şeyden önce der Piketty, insanların sermeye ve devlet karşısındaki pazarlık gücünü arttırır. Yani, yoksulluğun dayattığı insanlık dışı koşullarda ve düşük ücretlerle çalışmayı reddetmesine vesile olur.

Çünkü kimse bu cehennem koşullarına mecbur değildir ve elindeki parayla iş kurabilir ya da ev satın alabilir.

Ancak tabii, yalnızca bu yeterli olamayacaktır. Piketty'nin "muazzam yeniden dağıtım (refahın)" olarak adlandırdığı 1914-1980 döneminin aksine, 1980'de dünyayı tamamıyla saran ve hâlâ içinde bulunduğumuz neoliberal dönemde insan onuruna yaraşır yaşam standartlarını sağlayan hemen tüm başlıklarda 1914 öncesine ya geri dönülmüştür ya da durum daha da kötüdür.

Dolayısıyla bu asgari miras dağıtımı, garantili istihdam, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri, insan onuruna yaşaşır emekli ve işsizlik maaşları gibi mümkün olan en kapsamlı refah devleti haklarıyla da desteklenmelidir. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Türkiye'de de nesiller boyu aktarılan eşitsizliğin temelinde yatan şey mülkiyet eşitsizliğidir.

İYİ Parti Kalkınma Politikaları Başkanı Ümit Özlale'nin ekibinin yaptığı çalışmaya göre, en zengin 8 milyon kişi, menkul kıymet gelirinin yüzde 52'sine, gayrimenkul gelirinin yüzde 59'una sahip.

Daha da acısı, 25 milyon hanenin yalnızca 3,5 milyonu tüm mülkiyeti elinde tutuyor.

Peki diğer ekonomik verilerde durum nedir?

Tüketici Hakları Derneği'ne göre, Türkiye'de 70 milyondan fazla kişi açlık ya da yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

İlk bakışta "yok artık" denebilecek olan bu veri, Türk-İş'e göre açlık sınırının 6 bin 319 lira, yoksulluk sınırının 20 bin 818 lira ve bekâr bir çalışanın 'yaşama maliyeti'nin ise aylık 8 bin 313 lira olduğu düşünüldüğünde haklı çıkıyor.

Yani bekar bir çalışanın dahi asgari yaşam maliyetlerini sağlayabilmesi için asgari ücrete ek yaklaşık 4 bin liraya daha ihtiyacı var.

Diğer taraftan 2019'da 114 bin 997, 2020'de 99 bin, 2021'de ise 101 bin esnaf iflas bayrağını çekti.

Dolayısıyla batan bu esnafların da çoğu niteliksiz ve ucuz iş gücü pazarının bir parçası hâline gelerek ücretli emeğin örgütsüz ve güvencesiz hâlinin mustariplerinden oldular.

Ancak bunun yanında, Türkiye'deki milyoner sayısı iktidarın döviz şoklarıyla yarattığı servet transferinin de sonucunda 2021'den 2022'e uzanan süreçte, yani sadece bir yılda 300 bin kişiden 500 bin kişiye çıkarak 200 bin kişi arttı. 


Tüm bunlar insanların "şanslıysa" insanlık dışı koşullarda çalışmasıyla, şanssızsa yaşam umudunu yitirmesiyle sonuçlandı.

"İş bulma ümidini yitirenler" ve "İş aramayıp çalışmaya hazır olanlar"ın 2002'deki yaklaşık 820 bin sayısından 2020'de 3,7 milyon gibi ciddi bir sayıya yükselmesi de bu umutsuzluk ve güvensizliğin işsizlikle arasındaki korelasyonu ortaya koyar niteliktedir.

Ayrıca, işsizlik de insanları ya tamamen güvencesiz alanlarda ya da niteliğiyle ilgisiz işlerde çalışmaya zorlamaktadır.

Hatta çoğu durumda da bu iki durum birbiriyle iç içe geçiyor. Örneğin Türkiye'de kayıtlı olan yalnızca 100 bin motokurye varken, gerçek sayılarının 900 bine vardığı Tüm Anadolu Motosikletli Kuryeler Federasyonu (TAMKF) tarafından ifade ediliyor.

Yine, ortalaması 45 saat olarak görülen haftalık çalışma saatlerinin çok üzerinde çalıştırılan ve esnek çalışma şartlarından mustarip olan bir diğer grup da AVM çalışanları.

Çoğu yükseköğrenim görmüş olan bu kişilerin sayısı ise 2019'da yaklaşık 500 bin kişiyi buldu. 2019'da, çağrı merkezlerinin toplam çalışan sayısı 102 bin iken, pandeminin etkilerinin hissedilmeye başlandığı 2020 yılında ise 123 bine çıkarak yüzde 21'lik bir artış göstermiş.

Bu farkın dramatikliği önceki yıllarla kıyaslandığında daha net ortaya koyulabilir: 2016-2017 arasındaki artış yüzde 7,1, 2017-2018 arasındaki artış yüzde 5,5 ve 2018-2019 arasındaki artış yüzde 6,2.

Günde ortalama 11 saat çalıştırılan çağrı merkezi emekçileri, günde ortalama 150-200 görüşme yapıyorlar ve iki çağrı arasındaki en fazla bekleme süreleri 20 saniye. 


Tüm bu tablo düşünüldüğünde SODEV'in yapmış olduğu "Türkiye'nin Gençliği Araştırması Raporu"nun verileri anlam kazanıyor: Gençlerin yüzde62,5'i imkan bulması durumunda başka bir ülkede yaşamak istiyor.

Avrupa ve Türkiye'nin bu verilerine baktığımızda, Piketty'nin de dediği gibi, en yüksek gelir ve servetin artan oranlı bir vergilendirmeye tabi tutulduğu katı bir mali ve sosyal adalet anlayışına dayanan kolektif finansmanın gerekliliğine inanç yaratılmadan refahın toplumsallaştırılması imkansızdır.

Yani başka bir ifadeyle, Avrupa'da ve Türkiye'de aşırı sağın nefreti küresel iktisadi düzene değil de aktörlere, yani mültecilere (Türkiye'de sığınmacılara) yönelttiği ve bunun üzerinde tepinen ve deşarj olan kitleleri kontrol ettiği sürece günden güne derinleşen yoksulluk hepimizi bekleyen kader olmaya devam edecek.

Yani nasıl neoliberalizm yükselirken sosyal devleti yutulan toplumların dikkati "öbür dünya vaadine" çekilip Batı'da yeni sağ, Türkiye'de ise Türk-İslam sentezi devletin temellerine yerleştirildiyse, şimdi de insanların barınma ve yeme-içme gibi asgari yaşam standartlarının yok olduğu bir dönemde tüm sorumluluk "içimizdeki yabancılara", yani sığınmacılara ve mültecilere yıkılıyor.

Dolayısıyla 1980 sonrasında yeni sağ ile uyuşturulan toplumlar, bu kez de kökünde mülteci ve sığınmacı karşıtlığı olan aşırı sağ ile uyuşturuluyor: Onlar geldi, siz fakirleştiniz.

Ancak bu anlatı, ne hikmetse toplumun asgari yaşam standartlarını hanesinin sofrasından alıp, plazalardaki kasalarına koyan ve olağanüstü zenginleşen bir avuç sermayedarı kapsamıyor. 


Fransa'da Le Pen, Almanya'da AfD ve Türkiye'de Zafer Partisi gibi aktörlerle pompalanan bu düşmanlık, büyük bir cinnet ortamına ve Tanıl Bora'nın "Medeniyet Kaybı" olarak ifade ettiği lince de ortam hazırlıyor.

Kitleler, anonimliğin ve kitlenin içine saklanıp "vurun abalıya" anlayışıyla yoksulluğunun ve bütün umutsuzluğunun hıncını kendisinden farklı olandan çıkarıyor.

Kendisini bireysel olarak tanımlayabileceği bir mesleği ya da hayatı olmadığı için, içinde bulunduğu yığınla beraber kolektif ve tehditkar bir özneye dönüşüyor.

Bu kitle, öfkesini yalnızca kendisinden farklı olan yabancıya yöneltmiyor. Diğer taraftan kendisinden farklı düşünen yerlisini de "geri zekalı" ya da "hain" olarak kodluyor.

Dolayısıyla "dikkatli olunması gereken büyük oyun"un "yerli işbirlikçileri" de bulunduğuna göre kitle daha da saldırganlaşabiliyor.

Sonuçta bireysel sorumluluğa değil; kolektif cinnete dayanan, demokrasinin kamburu bir anlayış ortaya çıkıyor. 


Tüm bu cinnet ortamı, tıpkı yangın anında "durun" diyen ve herkes için daha güvenli bir çıkışı olduğunu haykırmak isteyen kişinin sesinin kaybolması gibi alternatif tüm çıkışları kapatıyor ve hem yangın devam ederken hem de yığınlar panikle güçsüz olanın üstünden geçiyor. Demokrasinin ihtiyaç duyduğu asgari nezaket yutuluyor. 

Dolayısıyla tüm dünyada özellikle gençlerin geleneksel anlamdaki demokrasiye inançlarının kaybolmaya başladığı bu dönemde aşırı sağ partilerin yükselmesiyle, demokrasinin yutulması arasında bir doğru orantı var.

Çünkü demokrasiye ve onun tarihsel partilerine güvenmeyen gençler, sistemdışı aktör arayışına yöneliyor. Öfkelerini ortak bir düşmanla besleyen aşırı sağ partiler de bu gençlerin uğrak noktası oluyor.

Eğer bu ortak düşmanın, yukarıda verilerle de ortaya koyduğum neoliberalizm olduğunu gösterecek bir hikaye yaratılmazsa; aşırı sağ, yeni "aşırılıklar çağı"nın parçalarından biri olmaya aday.

Çünkü hâlihazırda 280 milyon insanın doğduğu ülkelerin dışında yaşamını idame ettirmesinin de en temel nedeni, neoliberalizmin merkez ülkeler haricindeki ülkelere dayattığı yoksulluk.

Yani, insanların ülkelerinde kalmasını istiyorsak da bu düzenle evrensel bir hesabımız olmalı. Bu olmazsa hem göçün arttığı hem de buna bağlı olarak aşırı sağın yükseldiği küresel bir kısır döngü içine gireceğiz.

Aşırı sağ dışında iki temel "aşırılık" da yine tüm dünyayı tehdit ediyor: Avrasyacı-Putinvari hibrit rejimlerin kurulma riski ve IŞİD gibi terör örgütlerinin dünyanın umutsuz gençlerini örgütleyerek palazlanması. 

Bu yüzden mevcut durumda refahın toplumsallaşmasıyla demokrasinin ayakta kalması iç içe geçmiş durumda.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde sosyal devleti ve sosyal demokrasiyi "ehven-i şer" olarak gören sermaye grupları, bu kez bunun yerine aşırı sağı bir alternatif olarak değerlendirme ihtimalini masada tutuyor.

Dolayısıyla tek yol, toplumsallaşmış bir refah düzeni yaratabilmek. Tüm demokratların iç içe geçmiş bu riskleri son derece iyi değerlendirmesi gerekli. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU