İnsan, linç korkusu, rant ve biyolojik yok oluş

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Igor Ovsyannykov/Pixabay

Alman General Erich von Manstein'e genç Alman subaylar sormuşlar.

- "Savaşlarda savunmadaki kuvvetlerin neyi yapması elzemdir?"

"En başta araziyi, sahayı okumaları lazımdır" demiş.

- "Bu nasıl olacak?" dediklerinde ise şöyle hepeklemiş:

Sahada anormal giden her şeyin analizi, sahayı okumaktır. Düşman o sahanın zaafını kullanmadan önce sen kendi alanında o zaafları kapatmalısın. Yoksa hepsi aleyhine dönecek birer unsuru oluşturur.


Bildiğiniz üzere ülkemiz savaşların ve cephe hatlarının çok uzağında değil. Bir savaş bizim de kapımızı çalabilir. "Çalmaz" demeyin; çünkü en olmayacak dediğiniz zamanda oluyor bunlar.

Anormali vurgulayanları susturmak isteyenler artık bir milli güvenlik sorununa dönüşmeye başladı.

Dünya ülkelerinde köpeklerin sayısı 50, 60 binlerle ifade edilirken Türkiye'de bu rakamın 16 milyon civarında olduğu söyleniyor. 2 sene önce 8 milyon köpeğin olduğunu biliyorduk ve bunlara dair bir sayım da yapılmadı. En makul tahminse budur. Bunu 20 milyona vardıran da var.

Köpekler hayatın vazgeçilmezi, sadık dost ama sokakların süsü değiller. Hiçbir canlı sokakta kabul edilemez. İnsan isek bunu bilmeliyiz.

Sokakta trafik var, sokakta kar, yağmur var, sokakta yığınla kimyasal maddenin partikülü, cam, çivi ve en önemlisi de insan var. İnsanlar kendi yaptıkları şehirlerde altyapı ve temizlik ile ulaşım ve yaşamın nizamını ve sağlığını sağlarlar.

Korunmaya muhtaç olan canlılara yardım etmek yüce gönüllülüktür; ancak canlıların korunmaya ihtiyacı, sayıları arttıkça artar. Bir şehirde gezinen 100 ila 150 köpek, şehir çöplüğünde gezinir veya sağda soldaki atıklarla beslenir. O şehir o canlıların bu kadarına yaşam sağlar.

Köpekler artarsa doyamaz ve ölür. Bu, yaşamın matematiğinde kayıtlı bir koddur. Bir beslenme alanı bir canlı türünün doğal maksimumuna eriştiğinde o canlı türünün doğal yaşam idame sınırına ulaşır.

Şehirdeki köpekler kendilerine verilmiş binlerce kokuyu kilometrelerce öteden alabilme duyusu ile zaten hayatta kalır. Onlara mama vermekle şehrin tolere edebildiği ve besleyebildiği 100-150 köpeği bin, 10 binli rakamlara çıkarmak, insan sağlığını etkileyeceği gibi şehrin çevresindeki mücavir alandaki tavşan, kirpi, sincap gibi hayvanların da yaşamını etkiler.

Dikkat ederseniz bu hayvanları Türkiye'de görmüyorsunuz. Yoklar çünkü hepsini ormanda ve dağdaki başıboş hayvanlar yiyor.

Sokak hayvanlarına mama değil, barınma imkanı sağlanır. Hayvansever isen onları barındırmak için evvela evine alacaksın. Her yaştaki köpek sahiplenilir, her yaştaki köpeği de (istersen) evine alabilirsin.

İstemezsen de "Hayır, bu canlara dokunamazsınız" yaygarasını yapamazsın. Yaparsan da o vakit farklı ne tür hesabın olduğuna bakılır.


Dünya ülkelerinde

Üzerinde oynama yapılmış bir kuduz mikrobuna karşı ne yapabilirsiniz?

Hayvanı hem sebepsiz yere kudurtup ısırmaya iten hem de yayılan bir hastalıktır bu.

Üzerinde oynama yapılmış bir veba, "köpek vebası" olarak türetilse; ne yapacaksınız?

Üzerinde oynama yapılmış bir "köpek gribi" olsa? Köpeklerden bulaşsa? Köpeğini evden dışarı yürüyüşe çıkarmayacak kaç kişi var? Ayağı sokağa değecek olan burnu yerde koklayan her köpek kapacaktır bunu.

Üzerinde oynanan kimyasallar, bakteri ve virüslerin konuşulduğu bir dünyadayız. Sahadaki anormalliği bir tek ben görmüyorum elbette. Düşmanın da ilk göreceği anormallik bu olacaktır ve bu anormale oynayarak şehirleri yaşanamaz, insanları sokağa çıkaramaz hale getirmek, olası bir saldırıda işgal kuvvetlerinin işini kolaylaştıracak en olumlu iş olacaktır.

Askerlerini aşılamış bir düşman için iş bile değildir bu. Şehirleri savunan insanların direncini bir şekilde bastırmak, şehirleri teslim almaktır.

Şimdilerde bunları seslendirmeye başladığımızda karşımızda aklını "mama" lobilerinden alacakları paralara takmış bir rant şebekesi her konuda sizi susturmaya çalışıyor.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)


Arkadaşlar, milletlerin var olması ciddi bir iştir. Entelektüelleri susturarak, toplumdan gelen "bu kadar hayvan anormal bir şey" şikayetlerini "linç" ile susturmaya çalışmak önü alınması imkansız bir probleme götürür bizi.

Hayvanseverlik ambalajındaki rant saldırılarına da karnımız tok. Daha geçen gün bir teyze kaldırıma 4-5 kilogram köpek maması döküp gitti. Hem kokacak hem de orası kaldırım. O tozu ayağımızda evimizin ayakkabılığına taşıyacağız.

Modern bir ülkede bir insanın kaldırıma 4-5 kg mama dökmesi akıl kârı değildir. 'Hedef 200 ton mama', 'Hedef 500 ton mama' diyen platformlar kurulmuş.

Araştırıyorsunuz dernek değil, platform ve o platform da bir şirket çıkıyor. Hedeflediği şey, tonlarca mama ve tonlarca mamaya verilecek ödenek.

Tezgah basit aslında. Herkes de biliyor ama konuşmak demek takipçi kaybı demek. Bu sebepten ünlüler pek girmiyorlar bu topa. Girenleri de lafını sözünü bilmiyor bazen.


Belçika'da yapılan bir araştırmada köpek dışkısının endüstriyel kirlilik kadar sağlığa zarar verdiği kanıtlanmış. Gent şehrinde birkaç yıl boyunca bin 600 köpek takip edilmiş ve hektar başına ve de doğal alanlarda 11 kilogram azot ve 5 kilogram fosfor bıraktıkları görülmüş endüstriyel kirlenmeyle bile doğaya 5 kilogram ile 25 kilogram azot bırakılırken köpeklerin tek başına kattıkları bu miktarın doğaya zararlı olduğu da belirtilmiş.

Sanıyorum bazıları kaldırımda gördükleri kıvrık şeyleri nutella sanıyorlar. Değil işte. Kuruyor ve havada uçuşuyor, yerden 15-20 metre kalkarak boğazımıza, solunum sistemimize giriyorlar. Suya karışıyor, üzerimize sıçrıyor, farkında olmadığınız anda ağzınıza giriyor bu bakteriler.


İngilizcede "sitiuation awareness" ve "spatial awareness" denilen iki kavram vardır.

Birincisi durumsal farkındalıktır ve "etrafta anormal giden bir olay var mı yok mu?" Kişinin her an teyakkuzda olması ve etrafındaki olayları, gelişmeleri gözlemleyerek yaşaması ve çalışması üzerine bir tariftir.

Diğeri ise mekansal farkındalıktır. Etrafınızda mevcut her şeyi mekanın ruhuna ters ve anormal değerlerde gördüğünüzde bir alarm verir zihniniz.


Anadolu'da

Önlem almazsanız birkaç günde ortaçağı yaşarsınız.

Ukrayna birkaç gün içerisinde taş yığınlarına dönerken biz de veba, kuduz ve türlü hastalıklarla uğraşıyor oluruz.

Büyük bir nüfusumuz var ve Türkiye'ye yapılacak saldırı önce bu nüfusu azaltmak ya da etkisiz hale getirmek maksatlı olmalıdır ve Türkiye nüfusu özellikle son 50 yılda kentlerde yoğunlaşmıştır.

Türkiye'nin amiral gemisi İstanbul'dur. İstanbul hapşırsa, Türkiye yatağa düşer, İstanbul sakatlansa Türkiye'nin beli kırılır, İstanbul şahlanırsa Türkiye koşar.

İstanbul, Ankara, Bursa, İzmir, Adana, Trabzon, Kayseri, Diyarbakır ve tüm şehirler için bu geçerlidir.

Şehir, medeniyetin, sağlığın, insanca yaşam altyapısının zirvede olması gereken yerlerdir. Şehirlerde hayvanlar için yaşamayız. Şehirlerde insan olduğumuz için yaşarız.

Şehir tarih boyunca korunmak için bir araya gelen insanların "citadel"; yani iç kaleler içerisinde kendilerini korudukları ve geliştirdikleri mekanlar olmuştur.

İnsanlığın ve medeniyetin ilk aşaması önce kendi güvenliğini sağlamaktır. Kendi güvenliğini sağlarken de her şey "kontrol edilebilir" oranlarda olmalıdır.

Hayvanların kısırlaştırılması ve uyutulması bu konuda iki yoldur.


Kısırlaştırma hem pahalı hem de zahmet isteyen bir süreç ve hiçbir belediye ve devlet, vergi mükelleflerinden alınan vergiyi bu tür bir zahmetli sürece yatırmaz.

Devletler çoğu kez hesaplı yolu seçer ve bunun da yolu "itlaf" veya Avrupa'dan öğrendiğimiz şekliyle "iğne ile uyutulma" gibi seçeneklerdir.


Yaşam hakkı gibi hakların da bir sınırı vardır ve hayvanların sayısı insan nüfusunu ve sağlığını, insanca yaşamı tehdit eden sınırı geçmeye başladığında müdahale edilir.

Köpeklerin ormanlardaki yavru ayıları, tavşanları öldürmeleri, kedilerin ağaçlara yuva yaparak yaşayan ağaç kakanları bırakmamaları sadece Türkiye'de oluyor artık.

Sınırın az ötesinde Bulgaristan'a gidin ağaçkakan görmeden ölmezsiniz. Burada doğdum doğalı bir ağaçta ağaçkakan ya da kuş yuvası görmedim. Çoğunuzun da görmediğini biliyorum.

Köpek üzerine kurulu platformların da neden köpeğe yoğunlaştığını soracak olursanız cevabı açıktır. Çünkü daha çok tüketiyorlar. Bir kedinin yediği mamanın 8-10 katını tüketiyorlar ve buradaki rantın boyutu çok daha büyük. Daha fazla mama satışı ve daha fazla kâr demek.

Bir köpek "platformu" (dernek değil platform) "Hedef 200 ton mama" demiş.

'Hedef 200 bin kısırlaştırma' demiyor. Çünkü 200 ton mama ile büyüyen ve semiren köpekler onlara bir dahaki sefere 1.000 ton mama olarak ayrı bir rant kapısı açacak. Geometrik büyüyecek yani.
 


Doğada sadece insan, insansı ve otçul hayvanlar aritmetik olarak artar. Geri kalanı genellikle geometrik artışla artmaktadır.

5 hayvanın 25 hayvan olması sadece iki sene ise sonraki iki senede de 25x25 yani 625 hayvan olur. Sonraki iki senede ise 625x625 diye gider. Anormallik siz "yeter artık" diyene dek sürer.

Ama sizi susturan, araştırmacıların bulgularını, yazarların, akademisyenlerin buna dair çekincelerini susturan bir klik de daima var olacaktır ki bunların günümüzde sarıldıkları en büyük bahaneleri "platform" oluyor.

Birkaç kişi bir "platform" kurabiliyorsunuz. Dernek değilsiniz; yoksa denetlemeye tabi olursunuz. Adınız platform.


Peki, nedir bu platformlar?

Sistem şöyle işliyor;

Önce sevimli bazı köpek fotoğrafları buluyor ve sayfa yüzü yapıyorlar. Sağda solda köpeklere karşı ne kadar cürüm ve vahşi insanlarca yapılan eziyet varsa bir kısmı güncel olan videolar düzenli olarak paylaşılıyor.

Güncel video veya fotoğraf yoksa geçmişten getiriliyor. Bu, Hindistan'da Varanasi'nin bir ara sokağında köpeklerce parçalanmış bir köpek de olabiliyor ve kaldırım taşından başka bir şey görünmeyen bir resim koyarak "Muş'ta köpek katliamı" şeklinde veriliyor.

Kaç kişi gider ki Muş'a?

Koyuyor ve aşağıda aksın yorumlar, aksın duygular ve ardından insanların merhamet hisleri ile ilk sordukları soruyu sormaları bekleniyor: "Ne yapabiliriz?"

Bu noktada da kendilerinin kurduğu bir kumbara sistemi var ve tıklıyorsunuz oraya mama bağışı yapıyorsunuz. Yasal olarak bağış toplama izni olmayabilir ama kanunların arkasından dolaşacak yüzlerce yol var.

Birisi bana şunu yazdı dün:

Hocam filan ..... kuruluş bir dernek değil, platform. Dernek mevzuatına göre denetlenmemek için platform görünümlü ticari şirket (bilişim şirketi) Geliri aidat, bağış değil. O şirket üzerinden sattığı da boş abonelik. Valilikten izin alarak bağış toplamak istemedikleri için şirket üzerinden işi bitiriyorlar.


Faturasız bağışlar akıyor bir yandan. Ne kadar para toplanıyor ne kadarı dekontla gönderiyor kimse bilemez. Sen kendi gönderdiğin bağışı görürsün ve güvenilir bulursun ancak yüzlerce insan dönüp bakmaz bile.

Toplanan para ile kaçıncı kalite mama alındı? Toptan kaça anlaşıldı? Kaçı hayvana yedirildi?.. Bunları da bilemezsin. Hiçbir şey açıklanmaz ama sorduğunda hakaretleri yersin.

İşte bu, büyük bir dolandırıcılık ve rant furyasıdır.

Dernekler neyse ama derneğin internet sitesinde UNESCO Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi denilen ve palavradan ibaret bir yazı varsa bilin ki dernek sayfasına bir yalanla başlıyor.

Ortada bir dernek var mı? İyi.

Yönetim kurulundaki herkesi tanıyor musunuz?

O derneğe verdiğiniz/vereceğiniz para hangi örgüte gidiyor bunu biliyor musunuz peki?

Dernek azaları olan bu kişilerin geçmişte nereye ne gibi üyelikleri olduklarını biliyor musunuz? PKK olabilir, FETÖ olabilir bir başka örgüt olabilir.

Azalarını bilmediğiniz, "kamu yararı dernek" statüsü almamış bir derneğe vereceğiniz her kuruş, zamanı geldiğinde o dernekte farklı şeyler döndüğü TV'de haberlere yansıdığında bu kez başınıza gelecekleri sizin düşünmeniz gerekir.

Ayrıca, bir derneğin "dernek" olarak giderlerinin belli bir yüzdesini toplanan bağışlardan karşılamak gibi bir hakkın devletçe verildiğini de bilin.

Hiçbir dernekteki insan, vaktini hayvanlara yardım için kâr beklemeden harcamaz arkadaşlar.

Bir insan eğer tüm vaktini dernekte geçiriyorsa, hayvanlarla alakalı işlerde harcıyorsa; "Bu kişinin işi nedir? Ne yiyor? Taş mı yiyor?" diye sormak lazımdır.

Boş vakti boş olan adam, boş adamdır.

Boş vakti bol olan ve bir şeyleri hobi olarak yapan bir iş adamı da iş adamı değil farklı bir şeyler yapan ve iş adamlığı ile bunu perdeleyen bir adamdır.

Bu dernekleri götüren bir iş adamı varsa o da "kamu yararı dernek" statüsü alıp "vergi iadesini" derneğe bağış olarak alma maksadıyla yapıyordur.

Hayvanseverlerin gerçek dernekleri ise tüm kuruşu hayvanlar için harcayan ve bulundukları dernekten ne maaş alan ne de kira alan insanlardır.

Diyor ki "Derneğimizin kirası 17 bin lira."

Kiralayan adama bakıyorsun dernek azalarından birisi.

Diğer bir azanın eşi ise derneğin deposunun mal sahibi.

Bir diğer aza ise derneğe araç temin eden bir şirket.

Aslında iş çok güzel kurulmuş. Sen bağışını veriyorsun, kimse de maaş almıyor sözde ama giderler zaten azalara bölünmüş olduğundan her şey kitabına uygun.

Bu ülkede kitabına uydurduğunda babanı bile öpüyorsun özetle.

"Peki, kime bağışlayalım?" diyorsanız, bir metinde yazan sözü alıntılamak istiyorum:

Polise, jandarmaya, hastaneye ve belediyelere, itfaiyeye yani devlete nasıl başın sıkıştığında müracaat ediyorsan öyle müracaat edecek ve bağışını yapacaksın.


Çocuğu atanmadığı için dernek kurup onu dernekten bir şekilde nemalandırmaya çalışan insanları biliyorum.

Tüm Türkiye'de 122 bin dernek var. Bunların çoğu hemşehri ve köy dernekleri ile cami ve Kur'an Kursu dernekleri.

Ayrıca, sadece 237 belediyenin hayvan barınağı var ve toplamda bin 500 kadar veteriner hekime sahipler.

Yani 16 milyon köpeğe ameliyat edecek ne personel ne zaman ne para ne de imkan var. Her gün her veteriner işi gücü bırakıp köpekleri hadım etmeye çalışsa bile senelerce bitmeyecek bir iştir bu.

Bir kısırlaştırma ameliyatı 750 liralara bile yapılıyor. Ama bunun için 6 bin liralar toplayanlar var. Hayvana cinsiyet değiştirme ameliyatı yapılsa bu kadar tutmaz. Bu parayı veren dostlarıma sordum; Niye verdiniz?

"Kız güzeldi" diyenleri bile gördüm. Neymiş? Köpeklere koşturuyormuş. Kızı da tesadüfen tanıyorum. İki senede biri villa üç ev aldı. Ama işsiz... Nasıl aldı?

Eskiden araştırmacı gazetecilerimiz vardı ve bu tür konuların peşinden giderlerdi. Şimdilerde ise linçten korkan ve "belki takipçi sayımı kaybederim" diye bu tür şeyleri sorgulayanların yazdıklarını Retweet etmeye bile eli gitmeyenler var.

Herkesin hayatının merkezine oturmuş bir siyaset, kendi mecrasının dışındaki her tür düzensizliği görmemize mani oluyor.

Gerçek karanlık, bizler gözlerimizi başka noktalara kapatırken bizleri kuşatıyor. Anormali kanıksıyor, anormali yüceltiyor, anormali duygusallaştırıyoruz.

"Sokaktaki sevgililerimize yardım" demiş birisi.

Sevdiğini sokağa koyana ne derler?

Artık sokaklar da dikkat çektiği için bunları şehirlere yakın yeşil alanlara koydukları PVC yuvalar ve tahta evlerde bakanlar var. Çoğaltma merkezleri oldu buralar bir nevi.

Görürsünüz bazı videolarda. Adam aracıyla gelir, 5-6 kilo mamayı yavruların sevimli kuyruk sallamalı görüntüleri eşliğinde sever, kameraya bir de duygusal tirad çeker ve video paylaşılmaya başlar. 20 K, 40 K, 50 K. Ama adamı araştırmazsınız "kimdir bu?" diye.


Ben birisini araştırdım. Trakya'da bir mama şirketi varmış ve kapatmış. İşi gücü video çekip sosyal platformlarda paylaşmak. Takipçisi de hatırı sayılır oranda var.

Bu adam artık üretmiyor. Üretmek zaten risk işidir ve kâr marjın çoğu kez düşüktür. Üretmiyor ama ticaretin sihirli dünyası ile tanışmış kendisi. Üretilmiş olanı kitlelere pazarlamak.

Kendi o doğal ve bakımsız yüzü ile bir "gönül adamı" imajı veren bu kişinin yem şirketleri ile de diyaloğu ve her ay 2-3 ton arası aldığı yemlerden aldığı komisyon hiç kimse tarafından kontrol edilmez.

40'lı yaşlarda müflis bir insan tüm vaktini bu işlere neden harcar? Yardım toplama yetkisi olmayan derneklerin en tanınır dernekler olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

Sorular çok ama cevapları araştıracak olanlar kafasını tamamen siyasilere taktığı için yaklaşan bir biyolojik savaşta anormalleşen köpek nüfusuna karşı savunmasız kalacağımız bir güne doğru yürüyoruz.

Sen köpeği sokakta sevmek istiyorsun diye onların yavruları benim alanımı istila edemez.

Parklarda kaydıraktan köpekler kayıyor. Çocuklar için yapılmış oyun tünellerinden aniden köpek çıkıp havlıyor. Ülkede zaten az sayıdaki yeşil alan ve parklar da köpeklerce istila edilmiş halde.
 

 

Bir de hayvanlara kilo kilo kuru mama dökülüyor sokaklara ve çoğu da pis pis kokuyor, uçuşuyor. Hayvanlar bunları yemiyor bile.

Et, kemik ve kan tadı almış bir hayvan kuru mamanın dönüp yüzüne bakmaz, kokuyu takip eder. O koku, eli yaralanmış bir çocuğun elinden gelen taze et ve kan kokusu da olabilir, yüzündeki bir sıyrıktaki koku da...  Köpek besleyen herkes de bunu bilir.

Avusturyalı bir veteriner arkadaşım köpeklerin aniden insanlara saldırmasını, onların bedenlerindeki bir kokunun provoke etmesine bağlamıştı ve şöyle demişti:

Bir sokak köpeğini sevmeden önce yemek yediğin ortamda üzerine koku sinmemiş olursa iyi olur. Hatta elinde kan, kurumuş yara ve açık bir yara varsa bil ki bir sokak köpeğine yaklaşmamalısın.


Bunları söylüyorum, biliniz!

16 milyon köpek rakamını abartı bulanınız varsa söyleyeyim; tüm dağlarımız ve ormanlarımız köpek kaynıyor. Kırsalda bu köpekler hayvanları, keçi ve koyunları avlıyor ve köylü çoğu kez kurtları sorumlu tutuyor.

30 senedir Kurt görülmemiş yerlerde köpeklerin sürüleri parçaladığı haberlerini alırsınız.


Hayvan sevgisi gibi masum ve yüce duyguların arkasına saklanan ve sadece köpeğe odaklanmış, köpek merkezli bir "hayvansever" klik, normal değildir.

Civciv, tavuk, tavşan, kirpi, sığır da hayvandır. Tatlı tatlı bakıp elinizi yalamıyor diye, kuyruğunuzu sallayarak gelmiyor diye bir dana veya tosunun, bir tavuğun yaşam hakkı, köpekten az ve değersiz değildir.

Onlar eğer insan ırkının devamı için öldürülüyor ise köpeklere sadece sevimli oldukları için aynı ırkın devamı uğruna daha acısız bir ölüm yani "uyutma" hakkı da köpeğin değil, insanın hakkı içindir.

ABD'de yılda 3 milyon kadar sokak hayvanı uyutulur. 2000'lerin başında bu, 20 milyonmuş. İngiltere'de de yılda 200 binden fazla hayvan uyutulur.

Dünyanın geri kalanında ise hayvanlar sahiplendiriliyor.

Türkiye'de de yapılması gereken budur.

Hayvan bağışı da mamalar da tek merkezden yönetilmelidir.

Rant, kendi varlığını sürdürmek için linç kartını kullanıyor.

Başıboş Köpek Sorunu (KopekSorunu) adlı sayfanın yayımladığı bir ses kaydı gördüm.

Bir topluluğun lideri, üyelere "Tüm gücünüzle bu konuda açılan Twitter tag'leri için yoğunlaşın" diyordu. Sayfayı 3 güne dek kapattıracağına dair de emindi.


Twitter'ın PKK'lı hesapları, FETÖ hesaplarını, ASALA, PYD, DHKPC propagandası yapan hesapları bile kapatmadığını biliyoruz.

Bu süreç uzun ve netameli bir süreç ve Türkiye'de bir Twitter Ofisi olmasına rağmen, ABD'deki kontrol masasında Türkiye'deki hesapları kapatma işlerine bakanların genellikle ne tür kimseler olduğunu içeriden arkadaşlardan öğrenmiştim.

Ağırlıklı olarak Ermeni lobisine yakın, PKK'lı ve az da FETÖ'cü ile Soros muhibbi gruplar bunlar. Şimdi hesabı kapatacağına dair özgüvenle konuşan bu kişinin ne yapabileceğini ben de merak ediyorum doğrusu.

Ses kaydını dinlerken doğrusu dehşete düştüm. Milletimizin savunmasızlığını gördüm. Köpek veya hayvan sevgisi diye insanların bir yanlışa nasıl çekildiklerini gördüm.

Millete "sevgi" kartından yaklaşırsanız tüm milleti tuzağa düşürürsünüz. Fetullah Gülen bu sevgi kartını sonuna kadar kullandı. Her yere sızıldı, Türkiye'nin damarlarına girildi.

Birileri sizi sevgi ortak paydasında birleştirip bir tag'a destek vermeye, bir kişiyi hedef göstermeye başladığınızda kullanılmaya başladığınızı ve örgütlü bir ortamda yönetilmekte olduğunuzu bilin.

Bu kimselerin kumanda masasını ise devlet bilmelidir.

Tarihte bu şekilde "gayretsiz" ya da az kuvvetle çok kişinin yaşadığı büyük kentlerin düştüğü çok savaş vardır. Bizim gibi bir nüfusa saldıracak bir kuvvet ise bizden kalabalık olamayacağı için öncelikle bizi "makul" rakamlara indirgeyeceklerdir.


Peki, yeni bir şeyden mi bahsediyoruz?

Hayır. Tarihte biyolojik silah defaatle kullanılmıştır.

M.Ö 600'de Atinalı Solon, Krisa kuşatmasında müshil otunu kullanarak Krisa şehrini ele geçirmiştir.

1154'te Friedrich Barbarossa, birkaç bin askerle Alpleri aşarak İtalya'da kuyulara insan bedeni parçalarını bırakarak su kaynaklarını zehirleye zehirleye ilerlemişti. Sadece 1800 askerle başlattığı harekatı önceleri dikkat çekmedi ancak zamanla Milano düştü ve Barbarossa sonunda İtalya'yı da ele geçirdi.

1346 yılında Tatarlar ve Moğollar Kırım'daki Kefe'ye saldırdıklarında vebalı insanların vücut parçalarını Kefe kalesine fırlatmış ve şehri içerisinde insan yaşamı bitmiş bir halde teslim aldılar.

1495'te İspanyol kuvvetleri, günümüzde İtalya'nın Napoli şehrinde Fransız düşmanlarına savaşlar esnasında cüzzamlı hastaların kanıyla karıştırılmış şarap sağladı. Fransız askerleri can çekişerek öldü.

Yine bu dönemlerde Pizzaro'nun, Güney Amerika'daki yerlilere suçiçeği emdirilmiş kumaşları verdiği söylenir.

1710'da Deli Petro'nun orduları, İsveçlilerin idaresindeki büyük toprakların merkezindeki kale şehirlere yine Tatar ve Moğolların klasik yöntemi olan mancınıkla vebalı insan ve hayvan parçaları atarak teslim aldılar. Güçsüzleşen kalelerde suyu kuyudan alma imkanı olmayan ve sadece otla beslenen hayvanlar ve tavuklar hayatta kalmıştı.

Bir kaleyi ele geçiren birliğin tek yapması gereken şey duvara tırmanmak ve içeriden kapıyı açmak oluyordu.

1763'te İngilizler çiçek hastalarının yaraları emdirilmiş battaniyeleri Kızılderililere vererek bu hastalığa bağışıklığı olmayan Kuzey Amerika yerlilerinin toplu soykırımına imza atmıştı. Bir ülke büyüklüğündeki arazilerde çocuklar, kadınlar, erkekler ve yaşlılar birer birer yerlere serildi.

1797'de Napolyon, sıtmanın yayılmasını artırmak için İtalya, Mantua çevresindeki ovaları sular altında bıraktı ve binlerce insan sıtmadan öldü.

I. Dünya Savaşı'nda Alman ve Fransız ajanlar, birbirlerini Şarbon emdirilmiş mendil, peçete ve benzeri kumaşlar kullanarak zehirlerdi.

II. Dünya Savaşı'nda Japonlar şarbon, veba ve diğer hastalıklar üzerinde çalışarak bunları birçok yerde yaymayı geliştirdi. Bu olay, tüm dünyada biyolojik savaş üzerine bir yoğunlaşma ve araştırma laboratuvarları kurma çalışmalarını başlattı.

1980'lerde Irak lideri Saddam Hüseyin, hem İran'a hem de içerisindeki diğer etnik gruplara karşı Hardal gazı, Sarin gazı ve Tabun kullanarak kitlesel katliamlar yaptı.


Evcil hayvanlar, yabani ortamda vahşileşme eğilimindedir. Bir tavşan ve hemster ile koyun koyuna büyüyen, yediği önünde yemediği arkasında bir kedi fareyi yemeyi hiç düşünmez. Düşünse de daha zahmetsizi tabağındadır oyun arkadaşı ister.

Bir köpek de kedi ile büyümüşse oynar, geçinir giderler. Ancak vahşi ortama, vahşi olması da gerekmez yabani ortama, ormanlara bırakılan köpekler zamanla vahşileşiyor ve koyun, keçi sürülerini telef ediyor.

Bir de bakıyorsunuz Doğu'nun filanca köyünde etnik siyaset yapan bir parti ortaya bir şehir efsanesi atıyor.

"TECE köylerimize kurt bırakıyor" diyor ve köylü de buna inanıyor. Sonra çıkıyorlar dağlara Kurt kovalamaya. Kurt yok! Ayı da yok. Köpek çok. Kimse de düşünemiyor "Bu köpekler yemiş olamaz mı?" diye.

Evcil tüm hayvanlar, yabani ortamda doğup büyür ve vahşileşir. Canlının doğasında vardır bu.

Yaşadığım yerde binlerce insan köpek besliyor. Zaman zaman onların ormana, doğaya, şehrin bir yerine bıraktıkları "cins köpekleri" kayda alıp sosyal medyada paylaşıyorum.

ABD'den Green Card kazanıyor, köpeği bırakıp gidiyor. Şehir değiştiriyor, köpeği sokağa bırakıyor. Kocasından ayrılıyor, köpeği bırakıyor. Hayvan hasta oluyor, tümörü beliriyor, testislerinde tümörle gezen hayvan acı içinde geziniyor.

Birçoğu aşırı kilodan yürüyemiyor. Önündeki mama tabağındaki yemler duruyor ve hayvan çöpleri karıştırıyor çünkü yapısı o burnu kullanmak için dizayn edilmiş. Et kokusu, taze kemik kokusu kuru yeme ağır basıyor.

Geçtiğimiz senelerde Rus ve Ukraynalı haber ajanslarında Türkiye'ye gidecek olan turistlere "Başıboş köpek uyarısı" yapılmıştı. Artık YouTuber'lar Türkiye'ye geldiklerinde "hiçbir ülkede görmedikleri kadar kedi ve köpeğin yaşadıklarından" bahsediyorlar. Anormallik, gözle görünür haldedir artık. Herkes görüyor bunu.


Köpekleri seviyorum ama sokakta olmaz! Ya sahiplen, ya da sus!

Gelişmiş ülkelerde şehirlerde sokak köpekleri olmaz, varsa da tek tüktür ve toplanır.

Köpekler ve kediler de sokak hayvanı değildir, sokağa bırakılan hayvanlar da hastalanır, hayatta kalamaz ya da yaşam süreleri normal köpek ve kedilerin üçte birinden daha kısadır.

Sokakta doğan her 7 kediden 4'ü hayatta kalır. Buna rağmen bir çift kedi 4 kedi olabildiği gibi 4 kedi de 16 kedi olur. Bir kedinin yaşamı içerisinde kendi 10. 12. 15. kuşağını görebilmesi gibi bir durum vardır.

İçimizdeki vicdan duygusu ile bizi vurmak isteyenlere çok yenildik. Bu duvara çok top attılar, çok gedik aldık.

Vicdan ile sizi gütmeye çalışanlara o vicdanı en çok insan için kullanmanız gerektiğini hatırlayın.

Her şey insanın güvenliğini tehdit ettiği anda kırmızı alarm verir.

O güvenliği tehdit edecek olan şey öncelikle mekanda görünür. Mekansal farkındalık (Spatial Awareness) sizi çevrenizde olup bitenlere karşı yüksek duyarlılıkta tutan şeydir.

Hayatınızın devam ettiği bedeninizin nesneler veya diğer insanlarla ilgili olarak mekanda nerede olduğunu bilmek, nereye gittiğini ve işin nerelere gidebileceğini de öngörmek için şarttır.

İyi bir mekansal farkındalık için nesnelerin ve canlıların konumundaki bir değişikliği anlamanız ve buna tepki vermeniz gerekir.

Kesilen ağaçlar, ortalıkta bir anda görmemeye başladığınız ya da sayısı fazlaca artan bir canlı türü tepki vermeniz gereken andır.

Fareler mi arttı? Yılanlar mı çoğaldı? Yarasalar olması gerektiğinden fazla mı?

Avrupa'da parklarda ördek, sincap varken ben neden görmüyorum? Evinizde böcek mi türedi?

Her zaman apartman saçağına yuva yapan bir kırlangıç bu sene gelmedi mi?

Olması gerekeni aşan, normu aşan her anormal gözünüze takılmalıdır. Bu sorular hep mekansal farkındalık gerektiren gözleme dayalıdır.

Mekansal farkındalığı iyi okumazsanız başkaları sizin aleyhinize o mekanı kurgulayıp, hazırlayıp türlü fitneler planladığında size mekanın aktörü değil kurbanı olmak kalır.

Hakimi olamadığın coğrafyanın kurbanı, mücadele edemediğin aklın ve düşmanın da gün gelir kölesi olursun.

Yazıyı kaleme alırken faydalandığım bir makalede şunu diyordu:

Biyolojik silahlar, görünmezlikleri ve gecikmeli etkileri bakımından benzersizdir. Bu faktörler, onları kullananların kurbanları arasında korku uyandırmasına ve kafa karışıklığına neden olmasına ve fark edilmeden kaçmasına izin verir.
 

Bir biyolojik saldırı, yalnızca çok sayıda kurbanda hastalık ve ölüme neden olmakla kalmayacak, aynı zamanda korku, panik ve felç edici bir belirsizlik yaratmayı da amaçlayacaktır.

Bunun amacı da sosyal ve ekonomik faaliyetlerin akamete uğraması ve bozulması, hükumet otoritesinin bozulması ve askeri organizasyon, savunma, iletişim, lojistik ve kontrolün bozulmasıdır.

Kitlesel ölüm çoğu kez gerekmez. Sadece az sayıda enfeksiyonun ortaya çıkması bile muazzam bir psikolojik etki yaratabilir. Herkes kendini tehdit altında hisseder ve bundan sonra ne olacağını kimse bilemez.


Doktorların, hemşirelerin ve kolluk kuvvetleri ile personelinin koruyucu donanıma sahip olduğu, 'FLAŞ! FLAŞ!' puntoları ile servis edilen ani haberler veya gece haberlerindeki görüntüler, kamuoyunda yaygın bir dikkat dağınıklığına ve endişeye neden olabilir.

Ülke, Mustafa Kemal Atatürk'ün belirttiği gibi harap ve (harap değilse de) BİTAP düşmüş olabilir. Bir ülkeyi ele geçirmenin en iyi yolu da onu bitap duruma düşürüp tüm altyapısı ile birlikte ele geçirmektir.


Biyolojik saldırı bir savaş başlığı ya da bir roketin ucuna takılarak olmaz. Bu saldırı en sofistike en beklenmedik ve en hazırlıksız olduğunuz yerden, kalbinizden sizi vurabilir.

Adı sevgidir, patidir, miyavdır, sokaktaki dostlarımız diye bir hayvan türünün normalin 300 katı kadar artışıdır. Bu artışa sebep olanlar değil aslında piyon olanlar vardır.

Gerçek sebep, geride yüzü görünmeyen patronun elde viski ile haberleri izlediği kozmik odasındaki başarıya ulaşmış kahkahasıdır...

Ya da daha ciddi söyleyecek olursak, toplumların psikolojisini, merhametli olmalarını bilen ve o topluma göre silah geliştiren kişilerce alınan bir senaryonun uygulanmasıdır.


Zaaflarınızı bilirseniz o zaafları kullandırmazsınız. Zaaflarınızı başkaları bilirse kullanır. Türkler, merhametli bir millettir.

Hayvan çoğu kez melaike, mısmıl ya da "Allah'ın dilsiz kulları" şeklinde kültürümüzde kodludur. Bu kodlara sahip bu millet, Osmanlı döneminde öyle işler yapmıştır ki sadece İstanbul'da kafes kuşlarının satın alınıp serbest bırakılması üzerine dernekler bile kurulmuştur.

Yapılan camiler, köprüler ve imaretlere "kuş evleri" iliştirilmiştir. Sınırlarımız dışında kalan Yunanistan'daki Kavala şehrinde Mimar Sinan'ın yaptığı kemerde bile bunu görebilirsiniz.
 

 

Türk zaten ne darbe yiyorsa sevgiden ve merhametten yiyor.

Beraber yürüdüklerimiz, bir süre sonra bize yürüyor. Bir yerlerde hata var ama nerede bunu bilemiyoruz çünkü ne mekansal ne de durumsal farkındalık gibi bir şey geliştirmek şimdiye dek bize fısıldanmadı.

Linç kültürü ise sosyal medyada tam gaz ilerliyor. Bu kültürü devam ettirenlere karşı çok da korku ve çekince duymadığım için de rahat yazıyorum.

Beni de bilen biliyor zaten. Korkması gereken ben değil korkusuz kimselerle uğraştığını bilmesi gerekenlerdir, diye düşünürseniz haklı kimsenin ellerinin, valizinin temiz olduğu ve hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini de bilirsiniz.

İşte o vakit haklılığınız size bir cesaret olarak döner.

Korkması gerekenler, işleri masaya yatırılıp savcılık tarafından tutuklanıp içeri alındığında tüm cemaziyelevvelleri araştırılıp tüm ilişkileri, para trafiği, telefon kayıtları gün yüzüne çıkacak kimselerdir.

Böyleleri ile mücadele etmekten çekinmeyin. Diliniz hakikati söylediği sürece hakikat en yüce silahınız olur.


Türkiye'de biyolojik savaş için ortamın hazırlanmakta olduğunu buradan hepinize söylüyorum.

Sadece bir milleti, bir ırkı, bir toplumu öldürecek bir DNA'ya özel silahlar ve ilaçlar henüz yapılmadı.

Yapılsa da genetik yapısı çok çeşitli ırklar ve toplumların birleşiminden oluşan ve imparatorluk geçmişinin gen kokteyli yapısına sahip Türk toplumu bundan uzaktır.

Sizi böyle uzak ve afaki, olmayacak bir tehditle yüzleştirip biyolojik saldırının bu tür bir şey olacağının aklınızda canlanmasını sağlıyorlar oysa gerçek saldırı mekanda anormale binen bir canlı popülasyonu ile hayatınıza girecek bir saldırıdır.

Yukarıda da ifade ettiğim üzere bir kuduz ve köpek gribi sadece köpekten insana bulaşacak şekilde modifiye eder üzerinde çalışırsanız, kedi ve köpeklerinin sayısı 1 milyonu bulmayan Yunanistan'da çok bir şey olmaz ama sadece şehirleri ve dağda taştaki köpekleri 16 milyon kadar olduğu düşünülen Türkiye'de çok büyük bir felaket yaşarız.


Ayrıca belirteyim, kediler ve köpekler mecbur kalmadıkça suya girmezler. Ne Yunan ile aramızdaki Meriç'i geçerler ne de Bulgar ile aramızdaki Rezve deresini geçerler.

Biz de burada kırıldığımızla kalırız. Hastalık da buradan başka yerlere kolay kolay yayılmaz çünkü bu hayvanlar bulundukları bölgelerde belli bir avlanma ve yaşam sahasının dışına genellikle çıkmaz.

83 milyonu öldürmek ya da hasta etmek ister ve bunun çok az bir kısmını hasta ederseniz dahi sağlık kuruluşlarını felç eder, halkta paniğe sebep olur, morali bozmuş olursunuz.

Sonrasında size ilaç diye verilen ve ilk aşamada hiçbir şekilde bir zararı olmayan bir aşıyla da muhatap olabilirsiniz.

Bir de bakmışsınız ki bu hayvanlardan yayılan hastalıktan kırılırken esas kıyımı aşı ile almışsınızdır...


Değerli dostlar,

Biyolojik savaşta savaş alanı, bir ülkenin tamamı ya da bir kısmıdır. Bu savaş alanında mücadele yönteminin seçimi, devletin veya organizasyonun ekonomik, teknik ve finansal yeteneklerine bağlı olduğu gibi mücadele iradesine ve bu iradeyi hedef alan propaganda mekanizmaları ile mücadele iradesine de bağlıdır.

Günümüzde biyolojik silahların propaganda ile birlikte vicdan, sevgi, pati, miyav gibi sevimlilikler arkasında gizlendiği bir dönemdeyiz.

Sevgiyi silah olarak kullananlara karşı sevgiye aç olan, şefkatle büyümüş her insan ruhu çaresizdir.

Sevginin kendisi yanıltıcı ve aldatıcıdır.

Sevgi, 14 yaşında bir genç için yaşam enerjisidir. 20 yaşında bir genç için aile kurmanın itici gücü; ama 40'ındaki evli bir adam için yuva yıkıcıdır. Bir başkasını seversin, adı aşktır, sevgidir ama yıkıcıdır da.

Sevgi, romantizme, romantizm de milliyetçiliğe itici güçtür.

Bir zamanlar atalarım yaşamıştı diyerekten bir ülkenin yarısına girer, tepelerine bomba atarsın. Bunu yaptıran da sevgidir. Milletine duyduğun bağlılık, tarihine ve ulusuna duyduğun sevgi.

Bir canlı türünü gözlerine çok yaklaştıran ve medeniyeti kuran insanoğlunu unutan ruh hastaları ve sosyopatlara da hata yaptıran işte aynı kavram olan "sevgidir".

Bu söylediklerimi, onlarca köpeğin saldırısına uğrayarak minicik ayağından asfalta kanı akan küçücük bir kızı görmeden size pati diyerek para ve mama isteyenlerin anlamasını beklemeyin.
 

Köpeklerden kaynaklı saldırılarda zaman zaman çocuklar da mağdur oluyor.jpg
Köpeklerden kaynaklı saldırılarda zaman zaman çocuklar da mağdur oluyor

 

Bu söylediklerimi annesinin ve babasını, okşarken kokusunu içine çekerken cenneti hissettiği, ayağına taş değmesini istemediği ve gece öptüğü o yavrularının o kadife gibi yanaklarına diş geçiren ve onları 54 dikiş atılacak şekilde parçalayan köpekleri yaşam alanımıza sokanların anlamasını da beklemeyin.

Bu söylediklerimi, insafın adresini sadece bir canlı türüne yöneltmiş olan ama tabağındaki pirzolası ve yediği balığı, omzuna attığı tilki kürkünden taviz vermeyen sözde hayvanseverlerin de anlamasını beklemeyin.

Bizim kimseden anlaşılma ihtiyacımız yok. Doğruyu anlatacak, kararları aldıracak, kuralları uygulatacak ve hayatımızı, yaşam alanlarımızı rafine edip kültürümüzün devamını sağlayacağız.

Sevgi aldatıcı olduğu kadar gerçek maksadı gizleyicidir de. Bir yavrunun başını okşayan adama küçücük çocuğun sevildiği için sevgiyle bakması, onun psikolojisinde ve anılarında kolay kolay silinmeyecek bir istismarın da başlangıcıdır.

Çocuk sevildiğini sanır ama istismar edilir. Evlenme vaadi ya da iş teklifi ile kandırılan bir kız da kötü yola düşeceğini bilmez, bilemez. Sevgi her tür maksadı perdeler. Perdelemek ve örtmek de savaşta bir diğer stratejidir.

Ama biz, sevginin yanında sağduyulu olmayı da bileceğiz.

Coğrafi yani mekansal farkındalık ile durumsal farkındalığı azami derecede taşıyacağız. Bunu taşırsak varlığımızı korur, çocuklarımızı bir sonraki nesle, kültürümüzü de sonraki asırlara ancak öyle taşıyabiliriz.

İnsanız ve öncelikli olan kendi türümüzdür.

Dünyanın tüm köpekleri, bir çocuğun gülüşünden ve sağlığından değerli olamaz. Belediyeler bu sorunu çözmek için yeterli değildir. Devlet otoritesi lazımdır.

"Köpekleri uyutmayın!" diyen varsa "Sığırları kesmeyin", "Tavukları nuggets haline getirmeyin", "Balıkları avlamayın!" diye devam etmeli.

Yok, eğer gerçekten sahiplenecekse sahiplendirmek en güzelidir.

Sahiplendiği hayvana çip takılmalı ve hayvan o adreste yaşamaya devam ediyor mu? Belirli aralıklarla kontrol edilmelidir. Kısırlaştırma ücreti de tıpkı ateistlerin talepleri olan "Diyanet için neden vergi veriyoruz?" sorusu gibi karşılanabilir.

Kısırlaştırma için de hayvanseverler ek bir vergi ödeyebilir. Sen seviyorsun diye sevginin yükünü ben taşımak zorunda değilim.

Sayısı artmış, Romanya nüfusuna yaklaşmış olan bir köpek ordusuna 1500 veterinerle kısırlaştırma yapmak, 3-4 uçak dolusu sünnetçi ile Venezuela'nın yarısını sünnet edip dönmeye benzer. Buna ne zaman, ne imkan ne de para yeterlidir.

Çözüm, tüm modern ülkelerde uygulanan çözümdür. Acısız ve hayvana eziyet etmeden uyutulmalarıdır.

Dünya bunu yapıyorken bizde buna karşı kim çıkıp "sevgi" ve "pati" diyorsa ona da gülüp geçin.

Oy veriyoruz ve yöneten insanları oylarımızla genel eğilimimizle bizler de yönetiyoruz. Artık haklının ses vermesi için zamandır ve sesinizi yükseltin.

Yükseltin de cehaletin sesi kısılsın.

Rahmetli İnönü'nün deyimiyle;

Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça kurtuluş yoktur.


Namuslu insanın korkacağı bir şeyi yoktur.

Konuşun, haykırın.

İnsan türünün devamı için her ülkedeki en meşru hakkı ve modern uygulamaları kendi mekanınızda da sağlamakla ve sağlattırmakla da yükümlüsünüz.

Önünüze çıkan her dırıltıya da kulak asmak zorunda değilsiniz.

Bu konuda siyasi iradenin bir girişimi şarttır.


Özetle,

Anneni ve yavrunu seviyorsan sokakta besleyemeyeceğin gibi köpeği de uzaktan sevemezsin, uzakta besleyip sayısını kontrolden çıkartamaz, ülkeni bir bilinmeze sürükleyemezsin.

Ya sahiplen ya da sus!

Bir köpek ve kuş besleyen senelerdir de bundan vazgeçmeyen bir hayvansever olarak beslediğim canlıların hepsinden daha zeki olduğumu aklımdan çıkarmam.

Eskilerin deyimiyle;

Ata ite güven olmaz. İt ısırır, at teper.


Evine almadığın köpek, dışarıda can alır!

Akılsızca ve hesapsızca verilecek yıkıcı bir sevgiyi değil, kontrollü ve evimin sınırları içerisinde bir sevgiden yanayım.

Bunu da sadece hayvanlara değil, insanlara da uyguluyorum. Evimdekileri seviyor, dışındakilere ve yaşamlarına saygılı oluyorum.


Hepinizi tek tek elbette sevemem çünkü tanımadığımız hiç kimseyi sevemeyiz. Ama saygıdeğer tüm insanlara saygı besliyorum ve önemsiyorum.  

Önem ve saygı duyduğum insanların da yaşamı beni yakinen ilgilendirir çünkü ben onlara "milletim" diyorum.

Tek tek tanıyarak sevmeme gerek yoktur ama milletim dediğim topluluğu geneli itibarıyla milletim olduğu için severim.

Bu sevgi faşizm boyutuna taşınmaz ise insanı nadiren yanıltır ve sevdiklerimizden ümitvar olmaktan vazgeçmeyiz.

Milletini sevmek, onu diğer milletlerin üzerinde görmek ve üstün tutmak değil, modern ve müreffeh yaşayan diğer milletlerin standardına taşımaktır.

Hala köpek kakası ve pati yalayıcılığından bahseden varsa şöyle dışarı alalım.


Sevgi ve merhamet adına sevgiyi kullananların onun içerisinde büyüyenlere öğreteceği hiçbir şey yoktur.

Bizler bu necip milletin bir ferdiyiz ve bu topraklar, merhametin ana vatanıdır ama merhamet ve ahmaklık arasında da bir çizgi vardır.

Hayvanları da hedef seçmeyin asla. Çünkü insanla aynı düşünmezler. Her zaman bir insanı öldürmek için hareket etmezler de ama sonuçta insan zarar görebilir.

Örneğin daha saatler önce Sivas'ta bir köpekten kaçan minicik çocuğa bir araba çarptı. Çocuk ölebilir, şoför de hapse girebilir.

Hayatın olağan akışını ve düzenini bozan bu gibi durumlar hep artacak. Köpekten kaçan bir çocuk veya kız yüksek desibelli köpek havlamasından duyduğu korkunun refleksiyle caddeye atlayacak ve bir aracın altında kalacak. Bunları okurken bile bu acılara yenileri eklenmeye devam edecek.


Hayvan psikolojisi üzerine uzmanlık sahibi olanlar, köpeklerin arabaların farlarını "göz" gibi algılayarak onlara havladığını, farları olmayan araçlara karşı böyle bir şey yapmadıklarını belirtiyor.

Bunun üzerine yapılan deneylerde hayvanların ilkel ve makul bir içgüdü ile farları göz olarak görüp araçların sadece ön kısımlarına odaklanarak histerik bir şekilde kalkıp koşmalarının sebebini araştırmış ve bunu bulmuşlar.

Bu da o hayvanların psikolojisinde olan bir şey. Değiştiremezsiniz. Onların sayısı arttıkça sokaklarda da gezemezsiniz. Sizi ısırmasalar da aniden kalkıp siz kaldırımda iken havlayarak caddeye atılacaklar.

Siz de üzerinize doğru koşan bir köpeği size saldırıyor sanarak metalden yapılmış yürüyen bir makinanın tamponu tarafından çarpılacak ya da şansınız varsa o lastikleri arasında can verecek ya da bir organınızı, uzvunuzu kaybedeceksiniz.

Yine şansınız varsa köpekten doğan bir hastalıkla yırtıp hayatta kalacaksınız ki bu hastalıklar çoğunlukla organ nakliyle sonuçlanıyor.


Bu yazdıklarım 80 üzeri IQ'ya hitap eden cümlelerdir.

Diyeceğim şeyi sakın unutmayın!

Sahadaki her anormallik bir savaş anında aleyhinize kullanılır. Biyolojik silahlardan biridir bu.

Dünya tarihinde onlarca yöntem vardır ve kullanılmamış bir taktik, kullanılmayacak bir taktik değil, en iyi taktiktir.

Sadece köpeklerden bulaşan bir hastalığı Türkiye'ye verecekleri an, o gün her yerde uğraşacağımızı bilin.

Bir ülkede yüz binlerle ifade edilen köpek, bizde 16 milyon olmamalıdır. Hadi 10 milyon yapın bu bile korkunç.

Anormali görün, mekansal ve durumsal farkındalığınızı hep canlı tutun.

Farkındalık, çok mühim bir farktır.

İnsanla hayvan arasındaki en önemli fark...

Tüm okuyanlara saygılarımı sunuyorum.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU