Ahmet Uluçay: İnsanlar ahlaksızlığı bağışlayabiliyor ama acizliği asla

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Ahmet Uluçay / Fotoğraf: Biyografya

William Saroyan'ın Pazar Zeplini hikâyesindeki çocuk, "Sinemaya niçin gitmemeliyiz?" diye soran kilise papazına, "Sinemaya gitmemeliyiz; çünkü insan sinemaya gidince yaşadığı kasabayı sevmez oluyor, alıp başını gitmek istiyor buralardan" diyordu.

İnsanın sevdiğini keşfetmesi ve sevdiğine kendini bırakması yaşamının mekânı ve koşulları karşısında sınanacağı en büyük imtihan olur ve sevdiğinin peşinde gitmek insan için yaşamının, hakikatinin direnişle başlaması demektir.

Yazar ya da sanatçının yaşamı ve sanat tutkusu bu direnişle yarılır ve onun yazmak, film çekmek, resim yapmak vs. tutkusu yaşamını ardında bırakacak kadar peşinden sürükleyici olur.

Bu direniş sathı, sanatçı ve yazarlarda, düşünce ile eylem arasında gelişen, kimi zaman gerilimli, kimi zaman da salt durgun bir duruşla ifade etme koşuluna bürünür.

Sanat ve sanat uğraşısının ne tür merhalelerden geçtiğini anlatır günlükler. Gündelik dilin dışında kalarak kâh bir öykünme, kâh bir felsefi sorun, kâh olaylar fragmanıyla karşılar okurunu yazar ve sanatçılar.

Sanatçı ve yazarların günlüklerindeki yaşam ve yaşamla ters düşme fragmanları, onların sanata yönelimlerini açık ederken, topluma yönelik bakış açılarını da ifşa eder.

Yaşama karşı bir direniş sergilemenin ötesinde, öz yaşamlarının kıyısında direniş olup çıkarlar, ürettikleri ve yarattıklarıyla.

William Saroyan'ın öyküsündeki çocuk, doğru yerden bir bakış sergiler. İnsan gördükçe, öğrendikçe bir hayal kurabilir ve bununla birlikte yeni dünyalara açılır, başka yerlere gider.

Pazar Zeplini öyküsündeki çocuk gitmemeyi yeğlerken Uluçay'da gitmek ve hareket etmek devreye girer.

Uluçay'daki bu durum sanatın kolektif hafızayı devindiren bir olguya dönüşümünü hatırlatır.

Bir söyleşisinde dile getirdikleri, Pazar Zeplini öyküsündeki çocuğun eğilişine ters yönlü bir hatırlama da olur: 

Ben resmi çok seviyordum... Bazen düşünürdüm resimlere bakıp, bunlar hareket etse, ben bakarken adam yürüse, geçip gitse sağından solundan çerçevenin... Ve bir gün sinema denilen icatla karşılaştım.


Yönetmeni Ahmet Uluçay'ın 46 yaşından itibaren kaleme aldığı Sinema İçin Bunca Acıya Değer Mi? günlük kitabının girişinde, günlük tutmaya geç kalışının nedenini, "Hep bir günce yazmak istedim. Bir kalem ve bir defteri aradığım zaman elimin altında bulabilecek kadarcık olsun hayatımda bir düzen olmadı" sözleriyle ifade eder.
 

 

Geçinme gayesi, hayallerini yerine getirme olanağından uzak kalıp günün birinde gerçekleşen hayal ile karşılaştığında, geçmişe dönük bir şikayetin izi de düşer sayfalara.

Günlüklerde sıraladığı şikayetler, iç muhakemesinin dışına çıktığında sistemsel bir iç yargılama ve yakarış başlar.

Geçmişin izi kendi duvarlarına yansırken, topluma ve devlete yönelik eleştirisi bir o kadar hakikati çağrıştırır.

Ama bu hakikat, şimdilerde bile herkesin farkında olduğu, herkesin sustuğu ve üzerine düşünmediği bir hakikat: 

Adam gibi bir ülkede yaşamış olsaydım , şimdiye kadar her biri uluslararası sayısız ödül sahibi beş filmim olacaktı. Tam beş film. En az beş film. Oysa hırsızlığın servet, namussuzluğun ödül, başarının ceza olduğu bir garip ülke burası. İki eliyle önündekini doğrultamayanların yönettiği bir ülke. Ağzımı bozmadan kalkıp senaryomu bitirmeliyim.


Ahmet Uluçay'ın günlüklerinden düşen notlar; kavgaya tutuştuğu sadece kendi yaşamındaki ayrıntılar değil, topyekun yaşama değen ana kayalardan ayrıştırdığı toz zerrecikleridir de.

Hakikatin başladığı, yalnızca gerçekle sürmediği, hakkaniyetli bir yaşamın adını koyduğu yerden başlar bakışı.

Bu bakış, olması gerekenin yerine getirilmediği zincirleme bir insanlık krizi olarak karşımıza çıkar.

İnsanın özünde kavga ettiği, düze çıkma çabasına giriştiği bir öğreti biçimi ortaya çıkar.

Ahmet Uluçay da sinema tutkusunun yerine koyamadığı birçok şeyi geride bırakarak, engellere takılarak, birçok şeyi kaybederek buradan bir öğrenme inşa eder.

Hem sevgide, hem nefrette, hem sevinçte, hem üzüntüde, hem de diğer tüm duygu ve düşünce karşıtlıklarından benliğinden bir sonuç çıkarır.

Yaşamının her anını kayıt altına almak, aynı zamanda içinde büyük bir eleştiriyi barındırır.

Sadece sevincin ve üzüntünün, eksinin ve artının yer almadığı bir serüvende kendini olduğunca çok dövmek, insanın en hakiki yanını resmeder.

Böylece saygınlık derecesi bir nebze daha yukarı tırmanır. Belki de olması gereken budur; bizim alışkanlık haline getirdiğimiz saygınlık postunu üzerine atmamız, toplumun yerleşik kültürünün sonucu.

İnsanın kendine soru sorması kolaydır da, sorduğu sorunun cevabını kendinden alması zordur.

Hakiki bir yerden bakmak, hakiki olana dosdoğru uzanmak belki bir şeyleri değiştirmez, ama bir şeylerin rengini belli ettirir.

Uluçay, dünya görüşüyle bir korku güvencesine tutunup tüm yaşamını buna göre dizginler.

Bir yandan inanışı diğer yandan da şahsiyeti yüklediği insanlık bakışı, vicdani bir yoklamayla ses eder, ve her defasında işin sonunda kendine çarptırır:

Çiğnediğim, saygısızlık ettiğim, sevgisine karşılık veremediğim, istemeyerek de olsa selamını yarım ağızla aldığım birisinden beni bağışlamasını istemek fırsatını bulamazsam eğer… Bir gün nerede, ne zaman karşıma çıkacağını bilmediğim ölüm, bu fırsatı elimden alırsa, ben ne yaparım? Mezarda, koca bir toprak yığınının altında hatırlasam bu yarım kalmış hesabı, ben ne yaparım? Ya da, ya da vakitsiz ölümüyle bir dost bana bu oyunu ederse, ben ne yaparım? Allah'ım herkes beni bağışlasın. Benim kendime ettiğim kendime yeter, benim kendime ettiğim kendime yeter. 

Allah'ım Senin merhametin yastık olsun, ben ağrılı başımı ona koyayım. Senin merhametin bağır olsun, ben ona basılayım. Senin merhametin açık kapı olsun, ben ona kaçayım; bütün korktuklarımdan sana kaçayım. Ey en güvenilen, en merhametlilerin merhametlisi, beni anlıyorsun iyi ki varsın.


Dostluklar ince bir yakınmayla bulur kendini günlüklerde. En iyi arkadaşlarından biri olan yönetmen Nuri Bilge Ceylan için kaleme aldığı not, aynı zamanda yaşamının zorlu yanlarını gösterir:

Benim hayatım beni bir cinnete sürüklemek için dizayn edilmiş. Nuri Bilge benim hep şikayet ettiğimi söylüyor. Benim bir günlük yaşamımı öğleye kadar götürebilecek mi bakalım?


Ahmet Uluçay'ın çocukluk günlerinin sınırları yine yoksullukla buluşur. Bu buluşma, çocukluğun hafızasını geri sarar. Öyle ki çocukluk, onda da hiçbir yere gitmiyor.

Hep bıraktığı yerde kalıyor. Ama çocukluğunu yetişkinlikle buluştururken, ardında bir boşluğun izlerini de koşturur:

Kendime boyalı kalemler ve çocuk oyuncağı film göstericisi aldım. Bunları ilk kez suçluluk duygusundan uzak olarak yaptım. Hem de 45 yaşında. Onlara dokunmanın bir keyfi vardı. O keyif, aynen durup duruyormuş. Bugün bir buçuk milyona çocukluğumu satın aldım.


Sinema tutkusu peşinden giden bir adamın yaşadığı acılar, çıkmazlar hepsi bir öğreti olarak yansır bu kitapta.

Öğretiler zaman zaman bilinenin dışına çıkarak eleştiri yöneltir. Acıya dair resmettikleri bu coğrafyada yıllardır acıyla yankılanan sesleri işittiğini bildirir.

Toplumsal acıyı kanalize eden kodları kendi yaşantısında kullanır. Böylece toplum ile birey olma noktasındaki işlevini sunmuş olur:

Bu ah vahlar, içimde sürekli yankılanıyor; yankının yankısı, yankının yankısının yankısı... Karşılıklı aynalardaki görüntüler gibi sonsuza dek uzanıyor ve bir çığlığa dönüyor. Başka türlü davranmak elimden gelmiyor. Hayatım bir ağıta dönüyor. Zılgıt, böyle bir ruh halinin dışavurumu mu acaba?


Yoksulluktan dolayı, bazı vitaminleri alamadığı için insanların herhangi bir organını kaybettiği ya da herhangi bir organının hasara uğradığı bir dünyada, Uluçay yoksulluğu güç ilişkisiyle konumlandırır.

Güç ilişkisi öte yandan insanlığın iktidar sarhoşluğuna dönüşür. Toplumsal bir hezimetin, zayıflığın ölçütlerini açığa çıkaran Ahmet Uluçay, "Ekonomik krizden önce bir haysiyet krizi, insanlık krizi yaşadığımızın kimse farkında değil. Utanıyorum" der.

İnsanlığın sınırlarını işaret ederek aynı insanlık garabetini, "utanıyorum" vurgusuyla kendi dünyasına çeker insanlık aynasını.

Sorunun kaynağına inerken, somut olanın nedenini soyutun merceğinde büyütür. Değersizlik hissine itilmenin toplumun stratejik temas ve söylemlerinde yattığı görülür.

Başkasına karşı eğilmemek adına güçlü durma bilincini de temsil eder. Başkası adına o eylemi gözeten olarak Ahmet Uluçay, akabinde yoksulluğun toplumsal çıkmazını, toplumun bakış açısına dair de, "Yoksulluk utanç da getirir. Hele bizim buralarda, sosyal yarışı kaybettiğin an, dışlanırsın. İnsanlar ahlaksızlığı bağışlayabiliyor ama acizliği asla" sınırlarını çizer. 


Ahmet Uluçay, günlüklerinde yaşamına doğrulttuğu her türlü eleştiriyi hakikat süzgecinden geçirir.

Sinema tutkusunun hayatını nasıl alt üst ettiğini anlatırken, yine sinema sayesinde bunları dillendirebilme burada bir düşünceyi kavramaktan öte, bir inanışın gereklerini yerine getirmek yatar.

İnanışın hem karanlığını ona vermesi hem de aydınlığı içinde onu debelendirmesi bir çarpışmayı doğurur. Böylece günlükler, çarpışmaların kırıntılarıyla bir araya gelir.

Hastalık, sevinç, zorluk, sanat, acizlik, vicdan, hayaller, çıkmazlar vs. parçalar halinde yarattığı hikâyelerde görülür.

Günlüklerin çıkardığı ses, bir yatıştırma işlevine de bürünür: Allah'ım ben senin istediğin gibi olmak istiyorum.

Hiç kimse benden incinmesin, hiç kimse benden zarar görmesin, hiçbir kalp benim elimle, dilimle kırılmasın.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU