Abdulrazak Gurnah, Afrika edebiyatı ve göçmenlik

Ahmet Sait Akçay Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Abdulrazak Gurnah'ın Nobel Ödülü'ne layık görülmesindeki en önemli gerekçe mültecilik sorununu eserlerinde merkeze almasıdır.

"Kültürler ve kıtalar arasındaki sömürgeciliğin etkilerini ve mültecilerin kaderini tavizsiz ve merhametli bir şekilde ele alması" biçiminde özetlenen gerekçe şüphesiz Gurnah'ın eserlerinin ana karakteristiklerini de açımlar. 

Gurnah, Afrika göç edebiyatının en önemli isimlerindendir. 

Gurnah'ın yapıtları mültecilerin kaderlerinin mahkumiyetini resmeder.

Gurnah, çok katmanlı hikâyeleriyle bir taraftan mültecilik olgusunun, modern ulus devletlerin ürettiği yeni bir aradalık biçiminin karakteri gereği uyumsuzluğunu yansıtırken, öte yandan geçmişin bir kâbus-gölge gibi geleceğin izini sürdüğü gerçeğini bize hatırlatır. 

Gurnah aynı zamanda bugün uluslararası sorun haline gelen mültecilerin potansiyelini de bize gösterir.

Gurnah romanlarıyla mülteciliğin açmazlarına dikkat çekerek, öteki olarak varlığını sürdürmeye mahkûm olan bu toplumun vicdanı olmayı tercih etmiştir. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Afrika edebiyatında mültecilik sorununa dikkat çeken romancıların başında Nuruddin Farah gelir.

Farah, 1986 yılında yayımlanan Maps [Haritalar] romanında sorunu, dört parçaya ayrılmış Somali toprakları bağlamında bir postkolonyal ulus devlet sonrası kangren olarak ortaya koyar.

Askar, parçalara ayrılan ülkesinde "yokkişi" hükmünde olmasının nedenini dayısına sorar:

Mülteci miyim? Yokkişi miyim?

Askar ulus devletin yok ettiği aidiyetini arar hep. Yine Farah'ın Kenya'da ve diasporada Somalili mültecilere odaklanan romanlarını da anmak lâzım. 
 

 

Gurnah'ın en önemli tarafı kesinlikle hikâye anlatıcılığındaki ustalığıdır. Daha önce de belirttiğim gibi, Gurnah bir bellek ustasıdır.

Hikâye anlatmak, başka bir hikâyeyi de sürekli hatırlatır ve çoğu zaman Salman Rushdie'nin ifadesiyle söylersem, "ona karşı" yazılır. 

Postkolonyal yazarların hikâye anlatıcılığına soyunması tesadüfi olmasa gerek, Afrika edebiyatında Chinua Achebe ve Camara Laye bu bağlamda öncüler olarak anılmalıdır.

Achebe, Anthills of the Savannah romanında hikâye anlatma gerekçesini şöyle anlatır:

Hikâye bizim refakatçimizdir, onsuz kör oluruz.
 

 

Gurnah'ın Son Hediye [İletişim/Müge Günay] romanı tam anlamıyla bir hikâyeler şölenine dönüşür. 

İslam kültüründe yetişmiş iki yazar, Gurnah ve Farah.
 

Nuruddin Farah ile Abdulrazak Gurnah.jpg
Nuruddin Farah ile Abdulrazak Gurnah / Kolaj: Independent Türkçe


Farah'ın 1992 yılında yayımlanan Gifts romanı da bir kadının hayat mücadelesine odaklanır.

Her iki romanda da, insan potansiyeline vurgu yapılarak "hayatta kalma" teması işlenir. 
 

 

Gurnah'ı okurken unutmamamız gereken bir gerçek de şudur: Göçmenliğin, mülteciliğin yeni ve bağımlı bir kimlik kategorisi oluşudur. 

Gurnah'ı okurken aynı zamanda diaspora deneyiminin neye tekabül ettiğini görme fırsatımız da olur. 

Gurnah'ın deneyimi İngiltere'deki Afrika diasporasının sadece bir yönünü yansıtır. Çok farklı ve neredeyse dünya coğrafyasının dörtte üçünde varlığını sürdüren Afrika diasporalarından bahsedebiliriz. 

Sanırım Stuart Hall'ın göçmenlerle ilgili şu çarpıcı tespiti, Gurnah'ı ve diğer diaspora göçmen yazarlarını okurken bize yardımcı olur:

Göçmenlik tek yönlü bir yolculuktur.

Bu gerçekliğin fotoğrafını Gurnah'ın pek çok karakterinde görmek mümkün. 


Hall, "diaspora deneyimini" Afro-Karayip deneyimi ile bağlantılı olarak Asya ve Afrika kültüründen gelen karmaşık temsil sistemlerinin ve estetik geleneklerin derin mirası olarak görür.  

Ancak, bu zengin kültürel "köklere" rağmen, yeni kültürel politikanın, yeni ve oldukça farklı bir zeminde, özellikle de "İngiliz" olmanın ne anlama geldiğine dair bir çekişme üzerinde işlediğini söyler Hall.

Bir de bu kültürel politikanın geçmişle, farklı "kökleriyle" ilişkisinin derinliğine, karmaşıklığına da dikkat çeker Hall. 
 

 

Son Hediye romanında Hanna'nın adını Anna olarak değiştirmesi ve tanıştıklarına "Anna" olduğunu ifade etmesi arada kalmanın nasıl bir kimlik krizini ortaya çıkardığını söyler.

"'Hanna isminden nefret ediyorum,' dedi. 'Nereden bulmuşlar bu ismi anlamadım,'" diye feryat eder Hanna.

Hall, 1950 sonrası Birleşik Krallık'taki göçmenliği bir tarz "minimal benliklerin" oluşması olarak okur. Zira bu minimal alanlar, göçmenlerin kendi aralarında oluşturdukları, adaptasyona açık kimliklerdir bir yönüyle. 

Burada Homi Bhabha'nın "özentili taklit" olarak çevirebileceğimiz mimicry ifadesinin tam da yerini bulduğunu söyleyebiliriz.

Hanna içine doğduğu ve kapalı olan geleneksel İslam kültüründen de çıkmak ister aslında.

Bu kültürel çatışma Hanna'nın kardeşi Cemal için de geçerlidir; İngiliz okullarında yetişmesine rağmen hayatında bir gün olsa kiliseyi merak etmeyen Müslüman gençler!
 

Abdulrazak Gurnah Reuters.jpg
Abdulrazak Gurnah / Fotoğraf: Reuters

 

Gurnah bu dilemmayı romanda çok net biçimde ortaya koyar. Bu tarz özenti biçimi her zaman bir müphemlik doğurur. 

Bhabha, özenti içeren bu taklidin etkili olması için sürekli olarak kendi farkını durmadan üretmek durumundadır, der.

Bu fark aynı zamanda bir patinaj olarak da görünür. Bu kuramsal yaklaşımda Öteki sürekli arzu edilen, özenti duyulan olduğu sürece sürekli "neredeyse aynı ancak tam değil" durumu kararsızlıkla birlikte sürekli sekteye uğrayan ancak asla tam olamayan bir öznellik durumu üretir.

İçinde bulunduğu durumdan rahatsız olan Hanna, bu aradalık durumunu, sürekli rol yapma olarak algılar ve bunun üzerindeki psişik yükünden şikâyet eder:

"Bazen beni buraya getirdikleri için onlardan nefret ediyorum" demişti Hanna;

Beni ve seni doğurmak için başka yer bulamadıkları için. Başka yerler yalandan ya da zulümden arınmış olduğundan değil, ama en azından bizi alçaltan bu numaralardan kurtulurduk. (56)


Hanna'nın, kardeşi Cemal ile birlikte içinde bulunduğu durumu "alçaltıcı" olarak ifade etmesi özentinin çift yönünü, arzu ve nefretin içi içe geçmiş dolaşıklığını da bize gösterir.

"Kendileri baştan aşağı saçmalık olan bu insanlardan farklı değilmişiz gibi davranma zahmetine katlanmazdık" der Hanna. 

Sözgelimi, Anna (Hanna), birlikte yaşadığı akademisyen ve erkek arkadaşı Nick tarafından romanın sonlarında ailesi ve kendisi konusunda yapılan küçümseyici yorumu, hatta babasını bir "despot" olarak anılması karşısında da sessiz kalır:

Sizin gibi insanlar için üzülüyorum çünkü kendi sorumluluğunuzu almayı bilmiyorsunuz. Baban ağlayıp sızlayan, herkesi şu ya da derdiyle sindiren, belli ki ruhsal buhranların pençesinde olan bir despot. Fakat aslında yalnızca şekeri var, tamamen tedavi edilebilir bir hastalık yani, hepsi bu.

Annen terk edilmiş bir bebek ve kim olduğunu bilmiyor. Fakat bu tür bir bilgiyi edinmek için dahi olmak gerekmiyor. Neden bunu öğrenebileceği bir kuruma başvurmuyor ki? Ya da neden sen veya abin onun yerine böyle bir şey yapmıyorsunuz?

Böylece hem o hem siz her şeyi birkaç gün içinde öğrenirdiniz. Ama hayır, bu da bir diğer kanayan yaraya dönüşmek zorunda. (240-241)


Roman siyah bir çiftin 1950'lerden yakın zamana kadar yarım asır süren bir mücadelesine tanıklık eder.

Eski bir denizci olan Abbas, Afrikalı bir siyahtır. Meryem ise annesi tarafından daha doğar doğmaz hastane önüne bırakılmış, evlatlık olarak üç aile değiştirmiş, kökeni bilinmeyen birisi.

Kendisi de siyah oluşundan dolayı bir kimlik ve köken krizini yaşar. Sonunda Hintli bir aileye evlatlık olur, Abbas ile tanıştıktan sonra aile onların evliliklerine onay vermeyince onlardan ayrılır. 


Hikâye Abbas ve Meryem çiftinin İngiltere'deki yaşam mücadelesine odaklanır. Abbas bir hikâye anlatıcısıdır, babasının katı ve cimri tavrından çok etkilenmiş, okuldan sonra Afrika'yı terk etmiş bir denizcidir.

Ketum ve sessizlik onun sakladığı bir sır olduğu ve bu sırrın ne olduğu ve kim olduğu gibi bir yığın soruyu roman boyunca karısı ve çocukları tarafından gündeme getirir.

Romanın başında Abbas felç geçirir, ölümüne kadar da felçli yaşamak zorunda kalır. Abbas'ın sakladığı sır da geçmişiydi, kaçaktı ve evliydi, bir de çocuğu vardı. Bunu bir sır olarak saklaması hem onu hem de ailesini yıpratmıştı. 


Babanın nereli olduğu sorunu ve kim olduğu Hanna'yı da zor durumda bırakır. Kendisini "İngiliz" hisseden Hanna, göçmenlik kimliğinden sıyrılmak zorundadır.

Bu tarz özenti, Bhabha'ya göre, yeniden düzenlenmiş, tanınabilir ötekiyi "handiyse aynı ancak tam değil"in karşılığı olan bir farkın bir öznesi olarak arzulamaktır. 


Mesela, Nick'le beraber katıldığı bir kilise ayininde papazın "nerelisin" diye sorusuna yanıt olarak şu cevabı verir Hanna:

Anna İngiliz.


Bunun üzerine papaz, "Anna İngiliz olmadan önce nereliydi?" diye sorar.

Bu soru üzerine "Babam Doğu Afrikalı" demesi de karşıdakini tatmin etmez. Hanna bu tarz kimlik bocalamalarıyla yaşamak zorundadır. 

Göçmenlik de bir şekilde tutunmanın, aidiyetin hep muğlak kaldığı sahalar değil de nedir? 

Barış Özkul'un dediği gibi;

Son Hediye'nin ikili bilinci ulusal-dinsel kimlikler üzerinden değil paylaşılan bireysel ve kolektif deneyimler üzerinden ortaklıklar kurar. (8)


Gurnah, Son Hediye romanında göçmen kimliklerin melez durumlarına vurgu yaparken, hep ötekiliğe mahkûm olmalarının doğurduğu aidiyet krizinin boyutlarına dikkat çeker. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU