Timokratik devlet yönetimi ve İbn Rüşd

Zeynel Karataş Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe 

8'inci yüzyılın başlarında Müslümanlar, İber yarımadasına (İspanya) geçmeye başlar. Önce Berberi asıllı bir komutan olan Tarık b. Ziyad fetih hareketini başlatır.

Sonra başka bir koldan Arap asıllı Musa b. Nusayr komutasındaki bir ordu da bu fetih hareketini katılır. İki komutan 713 tarihinde Tuleytula (Toledo) şehrin girişinde buluşur.

İbnü'l Esir'in rivayetine göre;

Tarık b. Ziyad takdir beklerken atından inmeyen Musa b. Nusayr tarafından 'başına buyruk fetih suçlaması' ile kamçılanır. Bir yıl sonra her iki komutan Şam'a çağrılarak sırdan bir hayata mecbur kalır.

Bu iki komutanın İber yarımadasında Müslümanlara açtıkları sahnenin perdesi yaklaşık 800 yıl kapanmaz. Önce atanan valiler ile yönetilen topraklar, Endülüs Emevileri ile devletleşir.

Murabıtlar ve Muvahitler öncekilerin enkazını kaldırmak için çağrılır. Her gelen topluluk asabiyetlerinin bu coğrafyanın 'efendileri' olması için çalışır.

Onlarca hükümdarın egemenliğinde süregiden timokratik yapı birbirine zıt yönetim anlayışları ile tarihe Endülüs adında bir sayfa bırakır.


Elbette bu coğrafyanın birçok dehası, bilime ve felsefeye not düşmüştür. Bunlardan biride İbn Rüşd'tür. O, onlarca yıl kendisini Aristo'nun mantık ve felsefesini yorumlamaya adar.

Aristo'nun tüm eserlerine ulaşırken ilginç bir şekilde sadece onun "Politika" adlı eserini elde edemez. Siyasal görüşlerini; Platon'un "Devlet" kitabından yararlanarak şekillendirir.

Bu durum onun tamamen Platon'u kopyaladığı anlamına gelmez.


Ünlü filozof şöyle der:

Erdemli bir devlet yapısını tüm devlet modellerinin önüne koyar. Erdemli devlet yapılarının hukuk ve adalet kavramları üzerindeki inşasına dayandırır.

Bir ülkede doktorlar ile birlikte hukukçulara fazla ihtiyaç duyulması, sistemin bozulmasının göstergesi olarak kabul eder. Huzur ve adaleti vadederek yönetimi ele geçirenlerin zamanla timokratik bir yapıya dönüşerek halkı göz ardı edilebilir.


Yönetim ile toplum arasında geçişken bir koridorun açık olması önemlidir. Bu koridor hadleri sınırlar, hakları dağıtabilir.

Erdemli devlet yapısı hukuk sistemi içinde sapmaları engelleyecek bir mekanizmaya sahip olması gerekir. Tarihin ara sayfalarında çözüme model olacak kesitlere rastlamak mümkün.. 


İslamiyet; kaynağında devletin yönetim şekline bir isim koymamıştır. Devlet yönetiminde liyakat ve adaleti önkoşul olarak belirlemiştir.

İbn Rüşd; Hz. Peygamber ve dört halife devrinde Müslümanların erdemi esas alan bir hukuk devleti kurduklarını ve bu devletin örnek alınması gerektiğini söyler.

"Muâviye b. Ebû Süfyân döneminde bu devlet şan ve şerefi ön plana çıkaran timokrasiye dönüşmüştür" tespitinde bulunur.

Muâviye ile birlikte başlayan timokratik yönetim; sistemi zehirleyerek İslam'ın muazzam medeniyetine rağmen özgür ve rasyonel bir iklim ortamı sağlamamıştır.

İslam ülkelerinde timokratik yönetim, ilginç bir şekilde günümüzde çoğalarak devam etmektedir. Elbette bu durumun birçok gerekçesi vardır.

Ancak yönetimlerin her yönlü asil (?) ailelerin tekelinde kalması erdem, hukuk ve liyakat kapılarını kapatmıştır. 


İbn Rüşd; "filozofların şeriatın ilkeleri konusunda tartışıp konuşmaları câiz değildir" der. Ona göre:

Felsefe ve dinin kendilerine özgü prensipleri ve esasları vardır, bunlar birbirinden farklı olmak durumundadır; birinin diğerine karıştırılması yanlışlıklara sebep olur.


Görüşü ile disiplinlerin kendi içinde uyguladıkları metodolojiye dikkat çeker. "Çifte gerçeklik" olarak tanımlanan bu durum bağlamından uzaklaştırılarak filozofa başka bir misyon yüklenildiği iddiası da vardır. 


Platon; uzun felsefi çalışmalardan sonra "devlet yönetimi" üzerine geliştiği diyaloglarda, şu noktaya ulaşmıştır:

İnsanlığın mutluluğu için ya filozoflar devlet başkanı olmalı ya da devlet adamları felsefe öğrenmelidir.


Platon gibi bir zekâ, bu tespiti öylesine söylememiştir. Gerçek hayatta bunun bir karşılığı oldu mu?

Tarihte kaç imparatorun, kralın, padişahın ve başkanın filozof olduğu bilinmez; ama birçok devlet adamı felsefeyi öğrenmeye çalıştı ya da filozoflardan yararlandı.

Bunlardan bir tanesi de 12'nci yüzyılda Endülüs Emevi Hükümdarı olan Ebû Ya‘kūb Yûsuf b. Abdülmü'min'edir. İslam coğrafyasının felsefe alanında parlayan yıldızı olan İbn Rüşd'den destek alır.

Abdülmü'min'den sonra, onun ileri sürdüğü bazı felsefi görüşlerinin dini konularla uyuşmaması, hükümdar ailesi ile geliştirdiği ilişki ve iletişim biçimi ve hasutların gayreti çatışmalara yol açmış bu durum ona istikrarsız bir hayat sunmuştur.

İbn Rüşd'ün felsefesi İslam coğrafyasında alan kazanmamışsa da Batı dünyasında "Averroistler" adında takipçi bir topluluk oluşmuştur.
 

 

Avrupa'da skolâstik düşünce dünyasında zillete düşen insanlık, dinci ajitasyonla Müslümanlara saldırırken, aydın ve entelektüel kesim İbn Rüşd gibi İslam mütefekkirlerinden yaralanarak Rönesans hareketlerine zemin hazırlıyordu.

Hıristiyan dünyası; azim ve kararlılık ile savaş alanında ve Rönesans hareketlerinde başarı sağlıyorken, İslam coğrafyası yönetimi ele geçirmek adına bölünmüş bir yapı ile rasyonel bilimden uzaklaşıyordu.

İbn Rüşd'ün ilminden istifade etmek isteyen hükümdara yakınlaşması, iktidar el değiştirdiğinde cezalandırılmasına neden olabiliyordu.

Hükümdara dönük benzetmelerinde "dilim sürçtü, yanlış anlaşıldım" dese de sürgün hayatından kurtulmuyordu.

Bu nakarat bitmek bilmedi. Bin yıldır benzer temalı senaryolar, izleyici ve aktörler değiştiği için sahne baştan oynatılıyor.

Bu coğrafya; biyodijital çağa uyumlu Rönesans'ı başlatacak İbn Rüşdlere aç kaldı.


Tarih boyunca toplumlar, yönetim biçimleri ve isimlerine karşı isyan etmedi. Kitlelerin öfkesi; İşleyişlerinde hukuk ve adaletin boşaltıldığı monarşi, oligarşi, teokrasi, gibi taraflı ve ayrıştırıcı yönetimlere karşı gelişti.

Zihniyet akrabalığı olan, isim ve yapıları farklı devlet yönetimlerinin el değiştirmesi, talep ve beklentileri karşılamadı.

Şahit olunuyor ki; bu akrabalığa demokratik cumhuriyet yapıları da dâhil edildi. Hukuk ve adaletten uzaklaştırılmış demokratik cumhuriyet yapılarının; kendi yöneticilerini seçerek kendi kendilerini yönetmeleri milli iradeyi hâkim kılmıyor.


Demokratik söylemler retorik bir algıdan öteye geçmiyor. Ortadoğu coğrafyasında cumhuriyet ve demokrasi kavramları Truva Atı misali bir metafora dönüşmüş durumda.

Toplumların, yönetimlerin isminden ziyade; adalet ve hukuk içinde bir arada yaşamaya olan talepleri artmıştır. İmhacı talepler yerine özünden kopmayan, akılcı reformist talepler bize ait yapıyı güçlendirebilir.

Kes-yapıştır taklidinden ayrı, batıdan ders alınacak modeller var. Britanya monarşik yapıyı imha etmeden, avama da, lorda da konum sağlayarak herkese hakkını ve haddini bildirmiştir.   

1215 tarihine kadar İngiltere mutlak monarşi rejimi ile yönetildi. Magna Carta Belgesi ile monarşik yapıya demokratik cumhuriyet yapısını işlemeye başladı.

806 yıl boyunca kendi içlerinde hukuk ve adalet yapılarını güçlendirerek farklı millet ve toplumları bir arada tutabildiler.


Britanya; devletin yapısı üzerinde belirleyici olan halk ile aristokratları ve monarşik yapıyı temsil edenlere tanımlı konumlar sağladı.

Mevcudu imha etmek yerine; yanlışları düzeltip, eksikleri giderip, yenilenen dünyanın ihtiyaçlarına göre kazanımlar eklendi.

Akıl ve bilim üzerine gelişimlerini koruyarak sanayi devrimini başlattı, son üç yüz yıldır küresel bir güç olma kabiliyetini kaybetmedi.

21'inci yüzyılda Birleşik Krallık olarak kendilerini tanımlamaları anlamlıdır. Kendi geçmişlerini komple silenler için ders niteliğindedir. 


İslam coğrafyasından ayrı, İber yarımadasında 700 yılı aşkın bir hâkimiyete rağmen geriye sadece birkaç tane tarihi eserin kalması düşündürücüdür.

Şan ve şöhret için hükümdar olmanın yetmediği asabiyete dayalı timokratik yönetimler, milli iradeye dayalı anayasal zeminde engellenebilinir mi?

Bu coğrafyada her şey parçalanarak küçülüyor. Sadece ülkeler parçalanmıyor; sosyal hayat, kültür, aile ve ekonomi de bölünüyor.

Dijital teknolojiden yaralanarak bu süreç durdurulabilir ya da dijital teknoloji tüm alışılmışları alabora edebilir. Bu marifeti timokratik yönetimden vazgeçenler sağlayabilir. Salt birkaç kahramanın işi olmadığı açık.


Dünya; nüfusu, hayat tarzı, dili ve ekonomik yapısı ile hiç yaşanmamış bir evrenin arifesini girdi. Dünyayı devletlerden çok aile şirketlerinin yönettiği tartışılıyor. Covid 19 Pandemi salgını global düzeyde bir kabus gibi gündemdeki yerini koruyor.

Latin Amerika ve Hindistan'dan alınan görüntülerin haber değerinden öte yorumlara ihtiyacı var. Afrika'nın pandemiye karşı kayıpları ve seyri neden gündem oluşturmuyor.

Pandemi kâbusu; siyasal, sosyal ve ekonomik hayatta birçok sorunu maskelediği malum. 1 Aralık 2019 tarihinde Çin'de çıkan ilk Kovid-19 vakası üzerinden yaklaşık 18 ay geçti; vaka ve ölüm sayıları kayda geçiyor.

Peki, bu süre içerisinde doğal nüfus artışı ve doğal nüfus artışını etkileyen tüm bileşenlerdeki istatistikleri rapor eden var mı?


Ekonominin nehri kime hangi yöne akıyor…bu fırtına bittiğinde geriye sadece birkaç tarihi eserimiz kalmamalı. 

Tarihte Tarık b. Ziyad'ın yediği kamçı, İbn Rüşd'ün hükümdar ile ilgili zürafa-berberi anekdotu dersini anlattı.

Dersi dinleyen var mı?

 

 

Not: İslam Ansiklopedisi ve Yazar Abdulvehap BALLI'nın "Yitik Bir Medeniyet ENDÜLÜS" adlı kitabından istifade edilmiştir.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU