TV dizilerindeki pespayelik ve müptezel karakterler

H. Caner Akkurt Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay (Pavlofox)

Yazının başlığında bilinçli bir şekilde "Türk dizileri" ifadesini kullanmadım. İsmet Özel'den mülhem, Türk kavramını yalın bir şekilde ırk bağlamıyla tarif etmenin uygun olmadığını düşünenlerdenim.

Zira dış dünyada Türk kavramı doğrudan Müslümanlıkla illiyet bağı kurularak algılanmaktadır.

Hal böyle olunca bazı istisnalar olmakla beraber, TV dizilerinin ne içerde ne dışarda "Türk Dizileri" şeklinde literatürde yer alması kadîm gelenek ve kültürümüzü maalesef örselemektedir.


Türkiye'de üretilen dizi filmlerin ihracatında son yıllarda gözle görülür bir artış var.

Hatta birçok ülkenin şehrinde, caddelerdeki reklam panolarında bu dizilerin afişlerini görmek mümkün.

Resmi rakamlara göre dizilerin ihracat rakamı 350 milyon doları görmüş durumda ve dizi ihracatında Amerika'dan sonra Türkiye geliyor. Bununla birlikte 150'den fazla ülkeye ihracat yapıldığını belirtelim.

Alkol, uyuşturucu, sigara gibi unsurlardan ve cinsellik içeren sahnelerden arındırılmış olmasından dolayı bu dizilerin, başta Müslüman ülkeler olmak üzere dış pazarlarda tercih sebebi olduğu söylenmektedir.

Böylelikle iç piyasada da RTÜK'e takılmadan "iyi ahlaklı" diziler her eve girebilecek şekle dönüştürülmektedir.


Pekâlâ, durum gerçekten de böyle mi? 

Bildiğim kadarıyla en son 7. Aile Şurası'nda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Reyting kaygısıyla televizyon dizilerinde çarpık ilişkiler özendiriliyorsa, şiddet teşvik ediliyorsa devletin attığı adımlar akim kalmaya mahkûmdur" diyerek en üst perdeden uyarılarını ve eleştirilerini dile getirmişti.

Erdoğan, birçok vesile ile TV dizilerinin bu toplumun aile yapısını yansıtmadığını, bu durumdan rahatsız olduğunu ve buna müdahale etmek gerektiğini söylemesine rağmen ne TV kanallarından ne de ilgili kurumlardan olumlu anlamda hissedilir herhangi bir adım atılmamıştır.

Çünkü göründüğü kadarıyla bazı temel kıstasları yerine getirip getirmediği üzerinden denetleme yapılmakta, meselenin manipülasyon ve dejenerasyon boyutuyla ilgilenilmemekte, cinsellik, alkol ve sigara; bu üç unsur yok ise denetime takılmamaktadır.

Bununla birlikte, marka gösterilmesin diye sokaktaki tabelalar, yoldaki araba markaları buzlanarak sansürlenmekte, küfürlü bir diyalog olunca 'bip' sesiyle ya da o an ses kaldırılarak sözde çözüm üretilmektedir.  


Ancak herkesin ulaşabileceği ulusal TV kanallarında az önce belirtiğimiz RTÜK'ün belirlediği kriterlere sözüm ona uyarak inanılmaz pespayeliklere imza atılmaktadır.

Üstelik koronavirüs pandemisi nedeniyle getirilen kısıtlamalarla toplumun büyük kesiminin evlerinden uzunca bir süre çıkmadığı bir dönemde, hemen hemen her dizide çarpık ilişkilerin adeta normalleştirilerek senaryolaştırıldığı ve seyirciye dayatıldığı bir süreç yaşanmaktadır.

Burada hemen hakkını teslim ederek, İbrahim Eren yönetimindeki TRT'yi bu eleştiriden muaf tutmak ve hassasiyetlerini görerek tebrik etmek gerekir.

Dizileri tek tek ele alıp analiz etmek yerine işlenen genel temaya işaret etmek sanırım kastımın ne olduğunu anlatmaya yetecektir.

Dizilerde genel olarak evlilik dışı ilişkiler, eşlerin birbirine ihanetleri, metres ve eşin aynı evi paylaşmaları hatta ihanet eden kocadan eşinin intikam için kocasının arkadaşıyla ilişkiye girmesi gibi absürt ve marjinal konular işlenmektedir.  

Üstelik tüm bunlar vakayı adiye olarak kabullendirilmek üzere seyircinin gözüne sokulmaktadır.

Haa… bir de ülkenin sanki yarısı silah kaçakçılığı yapıyormuş gibi bir imaj birçok dizide senaryonun olmazsa olmazına dönüşmüş durumdadır.

Dizilerin isimlerinin çağrıştırdıklarına ve aslında içeriğiyle ilgili az çok bilgi verdiğine değinmeye bile gerek yok.


Ünlü bir psikiyatr, TV dizilerine pandeminin niye gelmediğini ve korona yokmuş gibi dizilerin ekranlarda boy göstermesini attığı tweet ile eleştirmişti.

Bu eleştiriye empatik yaklaşımla, Psikiyatr Hoca; "gerçek hayata yabancılaştırma ve gerçekliğin çarpıtılması" bağlamından haklı bir tespitte bulunmuştur denebilir.

Ama keşke, bunun yerine dizilerin içeriklerinin toplumsal psikolojiyi ve insan ilişkilerini ne derecede yozlaştırmaya katkı yaptığına dair bilimsel bir makale yazsaydı.

Şimdi şu soruyu sormak gerekiyor: Bu yozlaşmış senaryoların, TV kanalları ve yapımcılar tarafından gerçek hayata yabancılaştırma, normalleştirme ve meşrulaştırma çabaları, dizi karakterlerinin maskeli olmamalarından daha tehlikeli değil midir? 

Aslında senaryosundan, mekânına, rollerin karakterine varana değin empoze edilen "ideal" davranış ve yaşam biçimi de şiddet ve pornografi unsuru taşımaktadır.

Sektörün içinden biri olarak; Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği eski başkanı İsmail Güneş, sorunu oldukça çarpıcı bir şekilde özetleyerek, şu tespitte bulunmaktadır:,

Silah da pornografiktir, dizilerdeki aşırı lüks de. Porno deyince insanların aklına sadece seks geliyor. Şu anda dizilerde izlediklerimiz şiddetin ve lüksün pornografisi. Dizilerdeki mekânların ihtişamına bakın. Bu toplumu etkiliyor. İnsanlar dizilerdeki hayatı yaşamaya özeniyorlar…

Eminim ki, "Türk aile yapısını sakıncalı görüntülerden korumak" ile yükümlü olan Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) da bu durumdan rahatsızdır ve çözüm yolları arayışındadır.


Aslında öncelikle tüm dünyada, kültürün kapitalist üretim formlarında ticarileşmesine, kültürel zincirin standartlaşmasını ve global dağıtım tekniklerinin kapitalist yaklaşımla yerine getirilmesini sağlayan kültür endüstrisini mercek altına almak gerekiyor.

TV dizileriyle ilgili eleştiri getirilince genellikle ilk savunma mekanizması olarak talebin arzı belirlediği iddiasıdır.        

İzleyici/tüketici tıpkı bir marketin raflarındaki ürünleri "özgürce" seçme hakkına sahip olduğu gibi dizleri de seçebileceği öne sürülür.

Fakat gerçek bu değildir. Çünkü tıpkı marketteki gibi farklıymış gibi gösterilen fakat aynı olan medya ürünleri içerisinden tüketicinin istediğini seçip izlemesinin seçim özgürlüğü olduğu savunulamaz.

Bu gerçeklik, olsa olsa kültür endüstrisinin oluşturduğu örtülü dayatmanın sonucunda oluşan, aynı olanlar arasından seçim yapma özgürlüğüdür.

Kültür, toplumların kendisinden yani aşağıdan yukarıya doğru şekillenir. Ancak, Theodor W. Adorno'nun da üzerinde durduğu gibi; "kültür endüstrisi", yukarıdan bir dayatmayla kendine alan açar.

Bu manada Hollywood ideolojik bir formda, önce ABD'de sonrasında küresel entegrasyonda tam bir kültür endüstrisi işlevi görmüştür.

Kültür endüstrisi, yaşamın ticarileşmesi ile doğrudan ilgilidir. 


Kültür endüstrisinin içeriği, kapitalist toplumlarda mekanikleşmiş iş zamanından arta kalan zaman diliminde mutluluğu, hazzı arayan insanın eğlence aracıdır.  

Her ne kadar gerçeğin yerine geçmeye çalışan simülakr olsa da bu eğlenme, Disneyland'a bilet alıp girmek gibi avutucu ve geçici bir eğlenmedir.

Televizyon içerikleri, iş zamanı ile iş dışı zamanın birbirine eklemlenmesinde ve mevcut düzenin sürgit olabilmesi yönünde işlev görmektedir.

Standart hale getirilen bu içerikler, muhatabına herhangi bir zihinsel çaba gerektirmeden seyredilecek kıvamda sunulur.

Modern yaşam giderek belirsiz ve karmaşık bir duruma büründükçe, daha fazla sayıda insan ya da kitleler, klişelere, onlara düzen getireceği umuduyla ve hayatın anlaşılmazlığından kurtulmak için daha sıkı sıkıya tutunma ihtiyacı hisseder.

Dolayısıyla tektipleşmiş kültür endüstrisi, içerikleri aracılığıyla izleyicileri de tektipleştirir.

Böylelikle dizilerde işlenen ana tema ve seriyaller, farklılığı değil aynılığı herkes için uygun bir formatta sağlanmasını, böylelikle de herkesin endüstrinin içine dâhil edilmesini sağlar.

Adorno, standartlaştırılmış ürünler arasındaki, bu türden çeşitlemeyi "sahte bireyselleştirme" olarak tanımlar.

Farklılaşma gibi görünse de aslında sunulan ürünün temel yapısı değişmez, yalnızca yüzeysel değişiklikler sunar.

Seyircinin, bu tektipleşen içerikler içinden bir ya da birkaç programı tercih etmesi ise seçme özgürlüğü olarak gösterilmektedir.


İnsanoğlu ilk yaratılışından beri özü, ruhu itibarıyla kendi başına olabileceği mahrem alanlara ihtiyaç duyar, günah işlerken veya bir yasağı ihlâl ederken bile bu mahremiyeti ister.

Modernizmin geldiği şimdilik son nokta olan dijital çağ ise, teşhir ve gözetleme üzerinden bireyi ve toplumu huzur yerine hazza yöneltir.

Şeffaf olmayı teşvik ederken aynı zamanda bunun normal bir davranış biçimi olarak kanıksanmasını körükler.

TV dizilerinde çoğunlukla sonrasını da merak ettirecek şekilde kurgulanan tam da budur.

Oysa şeffaflık asla hakikat olarak kabul edilemez, çünkü hakikat, daha fazla enformasyon yığını olmadığı gibi malumatfuruş da değildir.

Bilginin kendisidir ve yanlış olanları açığa çıkararak varlığını kabul ettirir. Her şeyin açıkça sergilendiği bir ortamdan ne hakikat ne de güzellik ortaya çıkar.  


Sonuç olarak; pespaye TV dizilerini bir kültür aracı görerek ve toplumun hakikatleriymiş gibi göstererek, gerçekliği yansıtan şeffaflık aracı olarak kabul etmek bizleri sağlıklı sonuçlara götürmez.

Ancak kültür endüstrisi bağlamında metalaştırıp pazarlanan ticari kaygıdan başka bir kaygı gütmeyen enstrüman olarak karşılık bulduğunu itiraf etmek gerekir. 


Elbette mankurtlaştırmayan, düşündüren, sorgulayan ve sorgulatan birçok dizi yok değil. Fakat genel anlamda eleştirdiğim, heyula gibi "prime time"da yayımlanan pespaye dizilerdir.

Umarım TRT'de yayımlanmaya devam eden ve büyük ilgi gören "Masumlar Apartmanı" ve Netflix'te yayımlandığında uzun süre gündem olan "Bir Başkadır" ve benzer şekilde "Şahsiyet" dizisi gibi psikolojik ve sosyolojik kesişmelerin ustaca işlendiği ve toplumu sadece kanca atılan tüketici olarak değil, sosyo-kültürel bir varlık olarak görebilen dizilerin sayısı artar.

Ve yine umarım ki, attığımız taş karanlığa atılan bir taş olmaz ve kurbağaları ürkütür.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU