Ercan Taner: Spor haberciliği bitti, daha önce spor yazarları her takım üzerine yazabilirdi

Okan Can, Independent Türkçe için spor spikeri ve spor yazarı Ercan Taner ile konuştu

 

 

"Mesut Özil gibi dünya markasının Türkiye'ye gelmesine çok mutlu oldum"

- Öncelikle güncel bir konu ile başlamak istiyorum. Mesut Özil transferi gerçekleşti. Siz yıllarca çok büyük isimleri anlattınız; "Hagi gol" dediniz, "Sergen attı şampiyonluk geldi" dediniz, "Alex inanılmaz bir gol attı" dediniz. Bu sesler hala taraftarların kulağında çınlıyor.  Ve şimdi Mesut Özil transferi gerçekleşti. Bu transferi nasıl yorumluyorsunuz? Bu transfer ne katar? Sizi heyecanlandırdı mı? Böyle Türkiye'ye gelmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Çok önemli bir transfer olarak değerlendiriyorum. Mesut Özil bir dünya markası. Türkiye'ye gelmesine çok sevindim. Çünkü Mesut Özil'e baktığımızda Alman Milli Takımı ile çok büyük başarılara imza attı. Onun dışında Real Madrid forması giydi ve Real Madrid'de yaptıkları da rakamlarla ortada. 

Bunun sonrasında Arsenal'e transfer oldu rekor bir ücretle; milyon euroluk bir transfer. Ve ilk yıllar iyi, daha sonraki dönemlerde teknik direktör değişimi… Ve Arsenal'le arasına giren 'kara kedi' diyeceğim… 

Ama buna rağmen çalışmalarına devam ettiğini biliyoruz. Ve önümüzdeki günlerde Mesut'u yine sahalarda göreceğiz. Bir dünya markasının Türkiye'ye gelmesinden dolayı çok mutlu olduğumu söyleyebilirim. Burada da çok önemli işlere imza atacağına bütün kalbimle inanıyorum.


- Peki, baktığınızda takım oyununda Mesut Özil, mevcut düzende fark yaratır mı? Nasıl yorumluyorsunuz, bu transfer ne getirir, ne götürür? Takımın dinamiklerini de etkiler mi?

Mesut saha içinde liderdir. Oyunda her şeydir. Özellikle forvet oyuncularını çok rahatlatan bir yapısı vardır. 
Hamleli bir oyuncudur, şunu demek istiyorum; top kendisine geldiği zaman, iki üç hamle sonrasında neler olabileceğini saha içinde önceden keşfeden bir yapısı vardır. Bu yüzden Türkiye'de onu seyredenlerin büyük zevk alacağına inancım fazla.


"Spor haberciliği bitti, daha önce spor yazarları her takım üzerine yazabilirdi"

- Mesut Özil transferiyle sosyal medyada özellikle Fenerbahçe taraftarları çok mutlu, çok heyecanlı. Bir buçuk yıl önce Galatasaray taraftarları çok heyecanlıydı… Bir de tabi işin başka boyutu da spor medyasında çok ciddi bir taraftarlaşma durumu yaşanıyor. Artık her medya mensubu yorum yaparken bir kulübe yakın olarak veya bir kulüp üzerinden kendini konumlandırıyor. Siz bu durumu nasıl görüyorsunuz? Bu hep böyle miydi? Sizin bu sektörde geçmişiniz var, çok tecrübelisiniz, siz nasıl yorumluyorsunuz?

Şöyle yorumluyorum. Atilla Gökçe olsun, rahmetli Vedat Abi olsun, yine İslam Çupi olsun… ve daha birçok eski yazar olsun, her takımı yazabilirlerdi. İslam abinin Fenerbahçe konusunda çok ayrı bir yeri vardır ama hiç kimse "Niye Fenerbahçe yazıyor" diyemez… İşin içerisine edebiyat katan ve harika yazılarıyla her zaman ön plana çıkan bir sor yazarı abimizdi; yazardı. 

Diğer yazarlara bakıldığı zaman da 1980'lerin ortasından itibaren her şeyi, her takımı yazabilen yazarlarımız vardı. Bisiklet yazanlar vardı, Olimpiyatlarda görev alan yazarlar ve arkadaşlarımız vardı…  Biz bu konularla ilgili bilgi sahibi oluyorduk. 

Gazetelerin arka sayfası spordu. Güne sporla başlamak isteyenler arka sayfadan başlardı; güne haberle başlamak isteyenler ön sayfadan manşetlere bakarlardı. Fakat spor daha sonra iç sayfalara girdi.

Ulusal kanallar spordan uzaklaşmaya başladı –televizyonları kastediyorum-. Ulusal kanallarda spor haberciliği bitti. Bunun sonrasında tematik kanallar açıldı fakat sayıları fazla değil. Onlar da reklam bulamadıklarından dolayı, sponsor bulamadıklarından dolayı istedikleri seviyeye gelemediler.

Ve şifreli kanal olayı başladı Türkiye'de. Bu da şu anlama geliyor: Paranız varsa, belirli bir gelir grubuna aitseniz maçları koltuğunuzda oturup seyredebiliyorsunuz, stada gitmeye gerek yok.


"Soysal medya üzerinde beğeni alarak, her kulüp ve her oyuncu üzerine konuşmak marifet sayılıyor"

Ve şöyle bir tehlike ortaya çıkmaya başladı; tribünler tıklım tıklım dolu değil, ama takımı için her şeyi yapabilen, her türlü olaya girebilen bir taraftar grubu ortaya çıktı. Bunun sonrasında da medyada taraftarlaşma olayı başladı Türkiye'de. 

Bu, şu anlama geliyor maalesef; "Ben Fenerebahçe'ye yakınım", "Galatasaray'a yakınım", "Beşiktaş'a yakınım", "Beni Fenrebahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş ilgilendirmez, kendi takımım ilgilendirir"… Ve böylece ortaya sizin de bahsettiğiniz gibi taraftarlara ya da camialara çok daha şirin gözükmek zorunda kalan yazarlar çıktı meydana. Tabi bunda sosyal medyanın da çok fazla katkısı oldu. 

Dün bir çalışma yaptım kendi kendime. Dünya nüfusu 8 milyar desek, sosyal medyayı öyle 7 milyar, 665 milyon kişi falan takip etmiyor. Dünyada Twitter'ın takip edilme oranı daha 1 milyara ulaşmamış durumda. Aynı şekilde Instagram için de bu geçerli. Bunun grafikleri var, merak edenler sosyal medyaya girer bakarlar.

Sosyal medya öyle süper bir güç olarak ortaya çıkmamasına rağmen, sosyal medya, yazarlar ve diğer olayları birleştirdiğinizde çok büyük bir güç olarak bize sunuluyor. 'Acaba kendi kendimizi kandırıyor muyuz?' demekten de kendimi alamadım bu grafik ve çalışmalar baktıktan sonra…

Çok büyük bir güç olarak bize sunuluyor, çok büyük bir güç olarak bize veriliyor; ama hayatımız bizim sosyal medya değil! Sosyal medyada yazıp beğeni almak, beğeni aldıktan sonra da "Evet, ben büyük adamım" deyip, her türlü kulübe ya da oyuncuya her şeyi söyleme yetkisinde olan insanlardan biraz uzak kalmayı tavsiye ediyorum değerli taraftarlara. Çünkü ben uzağım.


"Bir numaralı problem ekonomik çıkmaz, kulüpleri yönetemiyoruz"

- Şimdi şunu sormak istiyorum. Siz maç anlatımında marka bir isimsiniz. Yıllarca maç anlattınız, uzun süredir futbolun içindesiniz. En önemli zamanları yaşadınız Türk futbolunda… Peki, Türk futbolunun temel sorunlarını nasıl yorumluyorsunuz? Bu kulüpler batmış, futbol konuşulmuyor, güzel futbol da ortada yok; oyun da güzel değil… Nasıl yorumlarsınız?

Şimdi İspanya ve İtalya gibi, bazı ailelerin ve yatırımların olduğu; ama onların gerçekten çok büyük yatırımlar yaptığı, markalar oluşturduğu dünya kulüpleri var. Real Madrid var, Juventus var… Bir de şirketleşme var. Burada İngiltere ön planda oluyor. Diğer Avrupa ülkelerinde, mesela Hollanda'da fazla bütçe yok. Belçika'da da fazla bütçe yok. 

Biz talihsizliği şunda yaşıyoruz; biz ayağımızı yorganımıza göre uzatmıyoruz. Uzatmayınca da borçlar dağ gibi kabarıyor, kabardıktan sonra işte biz transfer yapamıyoruz, oyuncu alamıyoruz. 

Biz ekonomik anlamda kulüpleri yönetemiyoruz. Bunun sonrasında ortaya borçlar çıkıyor. Borçları çıkardıktan sonra o borçları indireceğimize o borçların kabardığını görüyoruz. Çünkü camialar başarı ile hareket etmek istiyorlar. Ve taraftarlar her yaz –veya şu anda transfer dönemi yaşıyoruz- transfer istiyorlar.

Siz de transfer yapmak zorunda kaldığınızda borçlanıyorsunuz, maaşları vermek noktasında güç zamanlar yaşıyorsunuz ve bunun sonrasında da ortaya batma çıkıyor. 

Şu anda kulüplerimizin en büyük yayın gelirleri televizyondan geliyor, beIN SPORTS'dan geliyor. Başka pandemi dolayısıyla taraftar geliri yok. Ekonomik anlamda sıkıntılar var, taraftarlar gidip her gün forma ya da kulüp ürünü alacak hali yok. Bu yüzden kulüplerin zaten başka hiçbir geliri yok Türkiye'de.

Dediğim gibi maçlar her yönden televizyondan veriliyor. Bir tıkla maçlara hemen ulaşılabildiği için birçok taraftar da 'televizyon taraftarı' haline geldi. 

Tribünler öyle 55 bin, 60 bin kişi gibi tıklım tıklım dolmayacak. Neden dolmayacak; İngiltere gibi, İspanya'nın bazı kulüpleri gibi, bizde her takımda bir dünya yıldızı yok ki. Bizde başka bir rekabet var. "Ben seni yeneceğim, her ne olursa olsun ben seni paçandan aşağı çekip devireceğim" rekabeti var. Böyle olunca da ortaya bir türlü büyüyemeyen kulüpler çıkıyor.

Bakın bu sene Avrupa kupalarına… Her sezon sonu futbolculara soruyorduk ya "Amacınız ne?"; "Amacım Avrupa" diyor. Peki, Avrupa'ya gidince ne yapıyorsun; birinci turda eleniyorsun. Büyüyemiyorsun.

Biz kaç yıldır Şampiyonlar Ligi'nde, UEFA Avrupa Ligi'nde yarı finaller, finaller, kupalar gördük? Ya da ne zaman göreceğiz?

Milli Takımımız üç maç kazanınca, gruptan çıkınca bayram ilan ediyoruz. Peki, Avrupa Futbol Şampiyonası'nda şimdi iki maç kaybedelim, elenelim; dünyanın en kötü takımı biz mi olacağız? Olmayacağız.

Ama bizim kapasitemiz bu. Önce oturacağız, kapasitemizi bir ön plana çıkaracağız, planımız programımız olacak. Taraftarlara, o kulübe gönül vermiş insanlara gerçekleri anlatacağız: Türk futbolunun şu andaki en büyük gerçeği ekonomik çıkmazdır. 

Bu ekonomik çıkmazın bitmesi gerekmektedir. Eğer bu ekonomik çıkmaz, ısrarla böyle devam ederse, ben iddia ediyorum, 5,6 yıla kadar kulüpler şirketleşecek ve başka patronlar gelecektir. 

Artık "Ben bu kulübe başkan olacağım, başkan olduktan sonra da istediğim her şeyi yapacağım" dönemi bitmiştir. Ve bitmeye de çok yakındır kulüplerde.

Çünkü başkanlar kendi ceplerinden ancak bir yere kadar para harcayabilirler. Zaten o kanunlarla da sınırlı. UEFA Fair Play var biliyorsunuz. O yüzden her şey bir yere kadardı. Ama bir numaralı problem ekonomik çıkmaz.


"Türk teknik adamlar Avrupa'ya gitmek istiyorlar mı, yabancı dil biliyorlar mı, futbol üzerine fikirleri neler, bilmiyoruz"

- Peki, biz değerli rekabet yaratamıyoruz. Bu rekabet yaratılmadığı için de gelirler artmıyor.

Marka değeri yaratamıyoruz.


- Marka ürünümüz yok, marka değeri yaratamıyoruz. Peki, burada temel sorunlardan biri hep alt yapı sorunu diyoruz, ama bir de sanki teknik adam sorunu görüyor musunuz? Yani çünkü çok fazla dolaşıyorlar, Avrupa'ya teknik adamımız gitmiyor. Boşnak, Hırvat, Şilili… her milletten teknik adamı Avrupa'da görebiliyoruz.

İyi örnekler veriyorsunuz, ama bunların çoğu iyi futbol oynamış, Milli Takım forması giymiş, bütün dünyada tanınmış isimler. Onun dışında Almanya'da bu işin akademisi var, yine İngiltere'de bunun okulu var… 

Türkiye'de tabii ki iyi kurslar veriliyor. Ama bu kurslar sonrasında teknik adamlarımıza soralım: "Yurt dışına gidip çalışmak istiyor musunuz, gönüllü müsünüz?", "Kaç dil biliyorsunuz?", "En son futbolla ilgili hangi fikirleriniz var, bu fikirlerinizi ortaya çıkardıktan sonra bunu uygulama şansı bulabiliyor musunuz?", "Bu uygulamanızda aşı tutuyor mu, yoksa daha değişik sepmtomlar mı ortaya çıkıyor?" (Pandemi olduğu için onun örneğini veriyorum, daha iyi anlaşılır diye) "Bu semptomlar ortaya çıktıktan sonra bir keşfiniz var mı,  bir sistem ortaya çıkardınız mı?"

Bizim teknik adamlarımız "Ben bir kupa aldım, bana yeter", "Ziraat Türkiye Kupası aldım, bize yeter" ya da "Şampiyon oldum"… Tamam da bundan sonra ilerleyin. Avrupa'da da bir başarı gösterin. Çok az teknik direktörümüz var bu konuda başarılı olmuş… Ama zaman da geçiyor. O teknik direktörlerin de devri geçecek. 

José Mourinho yarın tamamen televizyon yorumcusu olacak. Arsène Wenger kulüp bulabildi mi, bulamadı… Devriniz geçmeden ortaya bir şey koymak zorundasınız. O ortaya koyduğunuz şeylerle de dünya sizi benimsemek zorunda. Ama bunun için de atılgan olacaksınız. Ortaya bazı fikirlerle çıkacaksınız.

Bir de tabi Türkiye'de sabır yok, üç maç kaybeden teknik direktör kulüplerimizde yerini dördüncü hafta yerini başka birine bırakıyor. Her sene aynı filmi seyrediyoruz. Teknik direktörlere istikrar imkanı sağlanmıyor, rahat çalışma imkanı sağlanmıyor. 

Ama işin temelinde –tekrar konuyu açacağım müsaadenizle- ekonomi var. Ödemeler zamanında yapılmıyor. Oyuncularla teknik direktörler arasında böylece uçurum oluyor. Teknik direktör "Para alamıyoruz" diyor, oyuncular da "Ben de almıyorum, baba ne" diyor. Ve bunun sonrasında da ortaya başarısızlık çıkıyor. Bu yüzden de teknik direktörlerin dışarıya transferi şu anda çok zor.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)


- Ben Almanya'daki akademi (Hennes-Weisweiler) ile ilgili daha önce yazmıştım. Bir yıl eğitimi sürüyor teknik adamların. Hatta Julian Nagelsmann, Domenico Tedesco da ordan çıkmadır. Ve her yıl tazeleme dersleri yapıyorlar antrenörlükte, bizde böyle bir şey yok. Bir de yatay geçiş var Türkiye'de. 

Ama bazı örnekler vereceğim ben size. Mesela Franz Beckenbauer'i böyle kursa gönderemezsiniz. Alman Milli Takımı'nın teknik direktörü oldu biliyorsunuz, şef olarak… Yani "Sen kursa git, ondan sonra teknik direktör yapacağım" diyemezsiniz. O bir imparator. Bunu örnek olarak söylüyorum.

Zinédine Zidane'I kursa gönderemezsiniz, kendisi gitmek isteyebilir ama futbolu bilmektedir. Futbol oyunun içinde neler yaşandığını, oyuncuların durumunu bilir… Çünkü futbolda heykeli dikilecek adamlardan bahsediyoruz.  
Biraz daha eskiye gideceğim; Pele'yi kursa gönderebilir misiniz?  62 bin tane golü var mesela… Kursa mı göndereceksiniz Pele'yi? Hayır, o her şeyi biliyor. Ama bu örnekler çok az, çok çok az.

Teknik direktör olmak istiyorsanız, biraz da takımda forma giymişseniz, sizin de bahsettiğiniz gibi, bu işin eğitimini almanız lazım. Bence bir yıl bile az.


- Peki, Optimar'ın gençlik üzerinde yapılan bir araştırmasına göre, Türkiye'deki gençler bu yıl toplam sürenin yüzde 4'ünü almış. Yani her takım, gençlere toplamda dakikaların yüzde 4'ünü vermiş. Türkiye'de sanki gençlerin oynaması için uygun bir ortam sağlanamıyor.

Doğru bir tespit bu. Bunu şöyle yorumluyorum; takımlar 3 puan istiyor, takımlar kupa kazanmak istiyor. O takımların başına gelen teknik direktörler bunu biliyorlar ve o yüzden de gençlere "Sen otur kenarda" diyorlar. Çünkü orada beklenen başarı.

Burada yönetimlerin, teknik direktörleri teşvik etmesi lazım. Siz her sene şampiyonluğa oynamayacak bir takımsanız, zaten gençlere yönelmek zorundasınız. 

Gençler deyince aklıma Gençler Birliği geldi. Yine Türk oyuncular yer alıyor da Gençler Birliği'nde yabancı oyuncu sayısının fazla olması ben üzüyor. Böyle değildi ki. 

Türkiye'de bir yabancı oyuncu kotası vardı, tamam, başkanı İlhan Cavcav'dı. Ama çok önemli oyuncular bulabiliyordu Türkiye'de. Ankara'da buluyordu, Bolu'dan, Manisa'dan buluyordu… Bunlar şans buluyorlardı ve bir yerlere kadar gelebildiler. Ama şu anda büyük bir geriye gidiş var. Kulüp olarak söylüyorum. Çünkü Türkiye'de ekol bir kulüp Gençler Birliği. 

Ama dediğim gibi, kulüpler ligde kalmak istiyor, işte üç puan üstüne kurulu bir sistem var, sadece galip gelmek istiyor, o zaman genç oyuncuya sabır gösteremezsiniz. 

Mesela genç bir kaleci, onu üç hafta kaleye koyacaksınız. İlk üç hafta rezil goller yiyebilir, büyük hatalar yapabilir. Ama kaleci antrenörün size verdiği raporla, o kalecide bir kumaş varsa onda ısrar etmek zorundasınız. Eninde sonunda o kaleciyi kazanırsınız. Ama bizde böyle bir sabır yok. Sabır ortaya çıkmayınca da maalesef…


"Spor kültürü ve bilgisi olmadan spor spikeri olunmaz.Spor spikeri yetiştiremiyoruz" 

- Şimdi yine spor medyasına geçersek, siz çok büyük bir markasınız. Çok büyük maçlar anlattınız. Sizin hala sesiniz internette, YouTube'larda o heyecan anlatılır, vurgulanmak için siz tarif edilirsiniz. Şimdi Türkiye'de spor spikeryasındaki durumu, maç anlatımını, maçı yaşatma duygusunu… Ki siz radyolardan anlatıyordunuz, radyolardan anlatılırken insanlar kafasında hayal edere yaşıyorlardı, ben de çocukluğumdan o dönemi hatırlıyorum. Şimdi durum nasıl, sizin alanınızdaki resmi de biraz anlatabilir misiniz?..

Çok arkadaşımız var. Hakikaten çok başarılı arkadaşlarımız. Fakat şöyle bir gerçek var; TRT'den yetişen arkadaşlarımızın yeri ayrı. Onun dışında, TRT bir okuldu. Biz orada yetiştik. 1983-84, bir sürü sınava girdik. Ben 5 tane sınava girdim. Kurslar gördüm, eğitim aldım. Bir sene boyunca kurum içi eğitim aldım.

Ve bunun meyveleri daha sonra ortaya çıktı. Sadece spor spikeri olarak yetiştirmediler bizi. Ben kurguyu biliyorum, kamerayı biliyorum, bir stüdyoda nelere olduğunu biliyorum, sesçinin görevini biliyorum… Ama oraya ulaştırmak için ben çok çalıştım. Ve bizi çalıştırdılar.

Ama şimdi, özellikle spor kültürü konusunda, altyapı konusunda bilgi sahibi olmadan konuşmak isterseniz çok rezil olacağınız durumlar da ortaya çıkıyor. Bunun tek sebebi var, Cem Yılmaz'ın da söylediği gibi; "Eğitim şart." 

Çünkü eğitim az. "Sen tamam, bu işi başarırsın, hangi takımı tutuyorsun, a takımı b takımı, harika", "Had gel televizyona çıkaralım sizi" ya da "YouTube'da program yapalım, konuşalım"… Ortaya çıkıyorsunuz, ondan sonra "Ben spor spikeriyim." Siz hiçbir şeysiniz bence, öyle spor spikeri olunmaz. 

Bizim ülkemizde maalesef bu işin eğitimi, hakikaten şunu söyleyeyim, bu iş için 2-3 yıl uğraştım ben bir üniversite gibi TRT'de. Ve benim gibi birçok arkadaşım uğraştı. Ama şimdi çok kolay, geliyorsun, "Tamam, seni spor spikeri yaptık, sen spor haberlerini oku"…

E şimdi ben hemen sorarım "1966 Dünya Kupası'nı kim aldı", mesela yayının ortasında sorarım, bana böyle bakarlar. "1972 Dünya Kupası'nın gol kralı kimdi" mesela… Ya da "1972 Yaz Olimpiyatları'nda yüzmede bütün madalyaları alan ünlü Amerikalı yüzücü kimdi" derim. Hayatında ilk defa Mark Spitz adını şu anda duyan bir sürü bu işe başlamış arkadaşımız var. Neden, alternatifi yok. 

Bize bir sürü teknik direktörün dışında hakem de geldi hoca olarak. Bir futbol topunun ağırlığını sorarım, "ceza yeri ne demektir" diye sorarım. Ondan sonra "köşe bayrağının özelliği nedir" diye sorarım. "yardımcı hakemin görevlerini bana sayar mısınız" derim. 

İşin teknik kısımlarını bilmeden profesyonelliğini hemen ortaya çıkarmak istiyorlar. Bunun sonuncunda da adam yetiştiremiyoruz. Eksiğiz. 


"Sportif eğitimde bir çöküş var"

- Maalesef. Futbol alanında genel olarak medyanın da futbolun da içinde olduğu bir kalite sorunu gözüküyor.

Kalitenin dışında sportif eğitimde bir çöküş var. Sportif diyorum bakın, futbol demiyorum. Yüzme örneği de verdim, Mark Spitz'i söyledim. Türkiye'de voleybolu kaç kişi iliyor anlatacak, kurallarını kim biliyor?.. 
Basketbolu bilenler var, sadece seyrediyorlar, NBA'de yorum yapanları dinliyorlar. Olayın kim içine giriyor tam anlamıyla?.. N'apıyorlar?


- Tabi bir de futbol çok esir aldı galiba, özellikle son 4-5 yıldır tamamen futbol odaklı her şey.

Bir isim söyleyeceğim size: Mete Gazoz. Okçuluk. Herkes unuttu. Şimdi Olimpiyatlar var. Japonya'da Olimpiyatlar yapılırsa tekrar hatırlayacağız, 10 gün konuşacağız, sonra unutacağız. 
Biz diğer spor branşlarını 4 yılda bir Olimpiyatlarda hatırlıyoruz. Olimpiyatlar yapılırsa…


- 'Gereksiz'…

Gereksiz değil, gerekli. Ama yok, kabul edilmiyor.


- Gereksiz olarak kabul ediliyor şeklinde söylüyorum.

"Nasıl olsa bu işin ilgisi yok" diyorlar. "Aman bana ne" diyorlar. "Ya yüzmeyi niye izleyeyim" diyor. En son bir hentbol maçını kim izledi acaba?.. Kadınlarda voleybolda "Ben şu takımı çok beğeniyorum" isimlerini de eskiden Eczacıbaşı'nın, Vakıfbank'ın ezbere sayıyorduk. Şimdi bakalım soralım, en son kim izlemiş oturup voleybol maçı. 

Erkek voleybolunun hali ne şu anda mesela? Boksta çok önemli isimlerimiz vardı, şimdi kim var, onu soralım. 4 yılda bir hatırlıyoruz ama. Şimdi Japonlar Olimpiyatları yaparsa tekrar hatırlayacağız, mükemmel olacak. 


- Peki, çok teşekkürler. 

Ben teşekkür ederim. Kendinize iyi bakın. 

 

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU