"Bir Başkadır" üzerine: Manzarada saklı hikayemiz

Serhat Özdili, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Netflix

Alain De Botton'un "Bakmak ve Fark etmek" kitabında şöyle bir pasaj yer alıyor.

Son derece küçük ama önem taşıyan iç sarsıntılarını betimlemeye odaklanmış bir kitabı bitirdikten sonra kendi hayatımıza döneriz; ancak artık farklı biriyizdir, çevremize başka bir gözle bakmaya başlarız, fark ettiğimiz ayrıntılar tabiî ki yanımızda kitabın yazarı olsa onun da gözünden kaçmayacak ayrıntılardır.

Belki de bu pasajı Bir Başkadır dizisini izledikten sonra oluşan duygu-durumu, en sarih şekilde izah eden ifadeler olarak sayabiliriz.

Çok sayıda olumlu-olumsuz eleştiriye maruz kalan "Bir Başkadır" dizisi saklı ve güncel tartışmaları başlatması açısından etkili bir akıntı oluşturdu.

Bu yazıda karakterler üzerinden oluşan intibaları aktarmaya çalışırken, bir noktanın altını özellikle çizmeye ihtiyaç var.

Diziler bazen tamamen gerçek, bazen tamamen kurgu bazen de yarı gerçek-yarı kurgudan beslenen anlatılar içerebilir. Hikayeler aracılığıyla alternatif gerçekler kurulabileceği gibi her yapımın mesaj verme gibi bir zorunluluğu da yoktur.

Hatta bazen bize kompleks gelen alt metinler, izleyicilerin sübjektif belirlemelerine bırakılmış da olabilir. Bu yönüyle karakterler üzerinden yürüyen "böyle değil-böyle olmalıydı" tartışmaları, dizinin oluşturduğu bağlamın çok gerisinde kalan tartışmalar oldu.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Aşina olduğumuz şeylere rastlamak heyecan uyandırıcıdır. TV'de aidiyet duyduğumuz bir içeriğe denk geldiğimizde dikkat kesilir, heyecan duyarız.

Bu bazen eski okulumuzun bir haber içeriğinde yer alması, bazen memleketimizde çekilen bir filmin sahnesi veya yakın tanıdığımız bir sima ile denk gelmek şeklinde örnekleri çoğaltabiliriz.

Ya da Google Map'e girdiğimizde "evimiz yerinde sabit" olmasına rağmen ısrarla mahallemize ulaşıp mouse marifetiyle evimizin üzerinde daireler çizmemiz...

İşte bu duygunun eşdeğeri tam olarak Bir Başkadır dizisinde açığa çıkıyor. Ve herkes başka bir karakter üzerinden özdeşim kurarak bu hikayedeki yerini alıyor.


Bir Başkadır dizisi ülkemizdeki gerçek fay hatlarını içine alan, kent sıkıntısını odağına taşıma noktasında başarılı bir fotoğraf sunuyor.

Hikaye bu fotoğrafın çerçeveleriyle sınırlı değil elbette. 8 bölümlük dizi, mekânsal olarak metropolde buluşan sınıf ve kimliklerin birbirinden bağımsız ve aslında bir o kadar da birbirine bağlı dramlarına odaklanıyor.

Özellikle dizideki sınıfsal farkların mekânsal rolü ve yakınlığını Edward Shils'in ortaya koyduğu, Şerif Mardin'in ise Türkiye sosyolojisine uyarladığı "çevre ve merkez" kavramsallaştırmasında belli ölçüde yakalayabiliyoruz.


Çevreyi merkeze mekânsal açıdan bağlama görevini ise 24 nolu İETT otobüsü ile metropolde yığılan emekçilik-gündelikçilik kavramları sağlıyor. 

Modernleşme serüvenimizde merkez ile çevre gerilimine dair kalın çizgilerin silikleştiğini ancak günümüzde soğuk ve örtük bir mücadelenin siyasal alanda değişen özneler aracılığıyla sürdürüldüğünü söylemek abartılı bir yorum sayılmaz. 

Türkiye'de, İstanbul'da yoğunlaşan kimliksel çoğulculuk bagajının özellikle 90'lardaki nüfus hareketlerinde yeterince dolduğunu, gecekondu mesken tipinin yerini modernize olmuş yapılara bırakmasıyla merkezin yeni ve informel öznelerle genişlediğini söyleyebiliriz.

Dizi bu yoğunlaşmayı kadrajına sığdırabildiği kadar bize "dram" filtresiyle ulaştırmaya çalışıyor.


Dizide seküler karakterlerin çevrenin merkezdeki yoğun görünürlüğünden duydukları anlamsız endişelerin, Türkiye'nin 90'larda dönemin siyasal aktörleriyle ürettiği heyuladan bağımsız olduğunu söylemek oldukça zor.  

Kentsoyluluğun Türkiye'de hakim rejimin sahipliği noktasında oluşturduğu halk-vatandaş kategorizasyonu sonuç olarak aynı kentlerde farklı sınıfsal mahalleler kurdu.

Türkiye'nin verili durumunun demokrasi teorileri açısından tartışılacak şüphesiz çok fazla yönü var, ancak buradaki ayrım soğuk bir kutuplaşmada kendisini açığa çıkarıyor.

Özetle seküler karakterlerin beklentisi iki yönlü olarak belirginleşiyor, ilki kamusal alanda otoritelerinin kabul edilmesi, ikincisi ise özel yaşamda kendileriyle sıfır temasın olmasını istemeleri olarak ön plana çıkıyor.

Toplumsal hafızada 28 Şubat ve ikna odalarının karşılığı olan figürlerin siyasal güç yitirmesinden ziyade, öteki diye tabir edilen çoğunluğun pratikleri de iki kesimin birbirini tanıması açısından anlamlı bir deneyim oluşturdu.

Dizideki Psikolog Peri karakterini "Onlar her yerde ve güçlüler" diyerek öteki olarak kabul ettiği Meryem konusunda önyargılarını yine kendi çabasıyla yıkması, varoluşsal sorgulamaların doğru olmayan kadim-kabulleri ortadan kaldırması açısından oldukça vurucu bir örnek sunuyor.


Dizideki kentlileşmiş Kürt aile, Kürt sosyolojisine dair dar bir görüntü ortaya çıkarsa da güncel tartışmalar ve tanıklıklar üzerinden görüntünün genişletilmesi imkanı var.

Metropolleşmiş Kürt nüfusundaki muhafazakarlık-sekülerlik gerilimi aynı ailedeki gerilimler üzerinden ifade edilmeye çalışılmış.

Diyaloglardan anlaşılacağı üzere Gülbin ve ailesi 90'lardaki köy boşaltmalar sırasında metropollere sığınan ailelerden sadece birisi.

Gülbin, tahsili ve kariyeri olan bir kadın, ailesinden bağımsız yaşıyor, tam anlaşılamasa da dini inancı olmadığı görülen bir karakteri yansıtıyor.

Gülbin'in mesleki açıdan güçlü, özel yaşam açısından ise kırılgan bir yönü var. Anadil kullanma bakımından kimlik siyasetine tepki duyduğu anlaşılan muhafazakar abla Gulan'ın, kimlik siyasetine yatkın olduğu hissedilen Gülbin'den daha etkin olması da genel bir fotoğrafı gösteriyor.

Kentlileşen ve kimlik talepleri baskın olan Kürtlerin anadil konusundaki samimiyetinden bağımsız olarak anadilinden fiili anlamda uzaklaşması da çarpıcı ve güncel bir gerçek.

Kürtlerin metropolleşme eğilimi bugün Diyarbakır'da, Van'da ve birçok şehirde kendisini her yönüyle gösteriyor. Buna yozlaşma demek oldukça zor, hatta doğru da olmayabilir, ancak dönemsel türbülansların içinde bulunan metropoldeki Kürtlerin somut tabloda otantik bir unsur olarak algılanması üzerine tartışılmayı hak ediyor.

Bu durum, metropollerdeki ana akım siyasete, ticarete ve konfora entegre olmanın doğal bir sonucu da kabul edilebilir. Kimi Kürt çevrelerince değerlerinden koptuğu iddia edilen metropollerdeki Kürt gençlerinin yaşadığı kimlik bunalımı sadece göçe zorlamayla açıklanamayacak kadar derin bir buhranı ifade ediyor.

Bu problemin çözümünü esas olarak temsil eden-edilen ilişkisindeki frekans farkında aramak durumundayız. Yazıyı boğmamak için tartışmayı daraltmak gerekirse, modernite etkisi ve sınıfsal farklılıkların metropollerdeki Kürt kimliği üzerindeki verili durumu gözden geçirilmeyi bekliyor.


Meryem ve abisi Yasin, kırsaldan kente göç eden Anadolulu bir ailenin kentin dışında sayılan mahallelerinde gecekondudan mülhem iki katlı baba yadigarı evde çeşitli zorluklara göğüs germeye çalışıyor.

Meryem ile Yasin'in emek sömürüsü ve farklı sınıflarla kurdukları ilişkiler, total diye tabir edilen TV programlarına müdavim olmaları ve kültürel dindarlıkları ilk etapta göze çarpıyor.

Bu durum İstanbul'da yaşayan milyonların hikayesinin bu hikayeye nasıl sığdırıldığını da gösteriyor.

Yaşam mücadelelerinde ataerkil hiyerarşi dizide kendisini net bir şekilde hissettirirken zorluklara karşı kentli profillerden daha dayanıklı oldukları da fark ediliyor. Meryem bir yönüyle mücadelenin ve ışıltılı ve çürük insani ilişkilere karşı sahiciliği temsil ediyor.


Dizi kentli profiller ve onların yaşamlarına mercek tutarken kentin gürültüsüne ve yorgunluğuna çok fazla yer vermiyor.

Öte yandan kurgu oldukça masalsı bir noktadan başlıyor. İran filmlerinden esintilerin olması güzel bir detay olarak kendisini hissettiriyor.

Senaryo ve karakterlerin uyumu ile arka plandaki tartışmaları da hesaba kattığımızda başarılı bir yapım ortaya çıkmış. Diziyi eksik bulanların, dizinin bıraktığı yerden empati ile olması gerekeni kurgulamasının önünde hiçbir engel yok.


Dizide iki İstanbul var, birisi Meryem'in ve Yasin'in sığındığı uzak İstanbul, diğeri de Peri'yi mutsuz eden, Gülbin'i çaresiz bırakan, Sinan'ı ise kurduğu sahte yaşamında bunalıma sürükleyen İstanbul…

Tıpkı Jean Paul Sartre'ın Bulantı'da bahsettiği gibi…

İki kent arasındayım
Biri bilmiyor beni, öteki tanımıyor artık


Ait olamamak tam olarak da burada başlıyor.

Bir soruyla yazıya noktayı bırakalım.

Kendi mahallemizden, 'ötekilerin' dünyasına gitmek kaç yıl sürer?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU