Sonra konuşmaya devam ettik üstad ile …Bana dönüp şöyle dedi:
Çocuk! Senle hakikat yolculuğunu konuşacaksak, önce ortak bir dile varmalıyız. Bu da bizim için öncelikle 'kuş dili'dir. Sen yaprakların el çırptığını duyamazsın. Ona baş kulağı değil cân kulağı gerek.
Yunus Emre de bu yüzden batinî hakikatlerin anlaşılmasında baş dilinin, zahirin yetemeyeceğini, şöyle açıklamıştır:
Âşık dilin bilmeyen ya delidir ya dehrî
Ben kuş dilin bilirem söyler Süleyman bana
Çünkü bilgelerin çoğu hakikatin sese, harfe sığmayacak yücelikte olduğuna inanır. Bundan dolayı onu yeni, başka bir dille anlatma ihtiyacı duyarlar. Bu dil batın'ın dili, mahlukatın dili olan 'Kuş dili'dir.
Attar işte bunu söyler Mantıku't-Tayr'ında. Ben sana o kitabı bırakmakla bunu söyledim işte. Gördüğünü anlatmaya dilin yetmez. Semaya çıkmanın kuş gibi yücelmek, semanın dilini anlamak için kuş gibi gökle haşır neşir olmak gerekir.
Attar'ın hikayesinde de kuşlar kendi hakikatlerinin peşinden koşarlar. Kendisinden ve ardında bıraktıklarından vazgeçemeyenler hakikat yolculuğuna çıkmayı nasıl göze alabilir ki?
Üstad gittikçe yoğunlaşıyor, yoğunlaştıkça manayı derinleştirmek için yeni yeni misaller veriyordu:
- Hakikat terk ile başlar. Hani Mecnun bir kısrağa binmiş Leyla'ya gidiyordu ya! Kısrağın tayı vardı. Tay annesinin hızına yetişemediğinden, annesi birkaç adımda bir yavrusunun yetişmesi için durup bekliyordu.
Mecnun attan indi. Atın sırtını sıvazladı, bir şaplak indirip, atı yavrusunun yanına yolladı ve şöyle dedi:
Sende tay sevgisi var sen Leyla'ya eremezsin...
Öyle ya atın tayına kaşılık benim vazgeçemediğim, kaç tayım, kaç eşya, kaç alışkanlığım, kaç makamım vardı? Beni hakikatten alıkoyan bunlar değil miydi?
'Efendi' dedi. 'Mantıkü't-Tayr'da kuşların hikayesini hatırla!' Onlar hani Hüdhüd'e:
'Bizim bir padişahımız yok mu? Bizim bir hakikatımız yok mu?' diye sormuşlardı. Hüdhüd:
Olmaz mı? Elbette ki var! Onun adı Simurg ve Kaf Dağı'nın ardında... Ona ulaşmak bu yüzden zor ve meşakkatlidir. Vadiler aşmak gerek, badireler atlatmak...
Kuşlar işin ciddiyetinin farkında değildiler. O yüzden 'Olsun bizi padişahımıza götür de ne olursa olsun' dediler.
Oysa Hüdhüd, kuşların çoğunun bu yolculuğu göze alamayacak kadar zayıf ve zaaf sahibi olduklarını biliyordu.
Aramaya çıkacaklar mıydı? Bunlar kuş mu oğul? Değiller tabii ki... Her biri, bir insan tiplemesi... Gerçeğe giden yolda onların içlerinde engelleri var... Sığındıkları mazeretleri...
Buna rağmen bir de geri durmazlar gerçeği aramaktan! Bütün bunlara elbette var gücüyle karşı duran bir bilge var yani Hüdhüd!
Kuşlar, padişahları Simurg'a gitme arzusu ile doludurlar. Fakat silinmemiş tortuları var içlerinde... Bülbül açar perdeyi. Öyle ya aşıktır güle...
Gülden öteye geçile bileceğine inanmaz. O, hakikatin sözcüsü olacak takati bulamaz kendisinde... Ancak gülün çevresinde, etrafında naralar atabilir.
Gülün açılmış dudağıyla sarhoş bülbül, nasıl varsın gerçeğin çetin bilmecesine? Nasıl vazgeçsin; şekere alışmış akrep şekerin öldüren tadından... Hovarda nasıl vazgeçsin behimî aşkın tutsak eden tutkusundan.
Daha ilk adımda tökezleyen bu zavallıya Hüdhüd'ün vereceği cevabı elbette vardır:
Arifler geçici bir şeye sevdalanmaktan usanıp bıkarlar.
Öyle ya surete aşık olmak manayı unutturur. Suret-perestlik hakikati demir perdelerin ardına gizlemek değil mi?
Dudu kuşu girdi devreye... Dudu güzel elbiselerinin, ziynetlerinin arasında kendini beğenmiş, semboller dünyasından manaya geçememiş bir güzel kadındır aslında...
Bu hercaî güzelin derdi, kendisine hayran olmuş bir âşık bulup, onu büyülemekten ibaret... Ona bir damla yeter, netsin denizi denizin coşkusunu?..
Bilge Hüdhüd'ün ona da vardır cevabı... Hem de mesellerin, kıssaların içinden süzülüp gelen bir cevap:
Aşk, yamanmak değil, feda olmaktır. Canını sevenin aşkı olmaz, olsa olsa hayranlığı vardır.
Hayyam'ın dediği gibi:
Put dedi ki kendisine tapana:
Bilir misin niye taparsın bana
Sen kendine âşıksın aslında
Ben sadece ayna tutarım sana.
Oysa can sevgiliye verilmek içindir. Başka bir manası yok cânın zaten.
Kendini beğenmiş hayranlardan birisi de tavus kuşudur. Onun da gerçeğe ermesine engel fazlalıkları vardır. Alem nakışgâhından tavusun bedenine ulaşmış fani nakışların sayısı çoktur.
Cam parçalarındaki akislere aşık ademin gücü yeter mi güneşe bakmaya? O, cenneti de bol yiyecek, bol süs için ister. Zavallı Hüdhüd ona da cevap yetiştirir:
Tüm olanın parça buçukla ne işi var?
Cân olanın azaya bir ihtiyacı mı var?
Kaz, yani ibadetin gayesini anlamamış zahir-perestin de engeli sudur. 0, sudan ayrılmak istemez, hakikat yolculuğuna çıkmasını engelleyen abdestin, neyi temizlediğini de bilmez ya! 0 yüzden saplanıp kalmıştır.
Alışkanlığını ibadet etmek midir murad? Kaz, ayrılamaz gölünden; çıkamaz Simurg'un rüyalarla örülmüş mavera dünyasına...
Hüdhüd, suyun kaza, ateş olduğunu anlamıştır. Oysa su, yüzü kirlilere lazımdır. Suyu aramaya çıkmak güzel de bulduktan sonra ona kapılıp kalmak, ateşe yanmak olmaz mı?
Kekliğin özrü ise 'dane' tutkusu... Yani tuzaklar... Kekliği canından eden tane tutkusu değil midir? Keklik hakikat yolculuğunda aç kalmayı göze alamaz. Hele boynundaki mücevherlerden nasıl vazgeçsin?
Hüdhüd onu da ikna eder. Kekliğin tırnakları ve gagası altın ve ziynet sevdasıyla kana dönmüşken hâlâ bu tutku niye?...
Dünyevi makamın, devletini terk etmek istemeyen, Hüma kuşu da takatsizdir. Köleleri vardır. Onları terk edemez. Oysa köle edinme tutkusu, köle sahibinin boynuna geçmiş bir esaret halkasından başka nedir?
Sahibine, sahibinin nimetleri sayesinde bağlanmış olan doğan kuşu da işini aşk edinmiştir. İş, aşk olunca hakikat nerde kalır? Padişaha muhtaç olanın kendi iradesi mi olur? Halbuki,
Cihanın sultanıdır, muhtaç-ı sultan olmayan.
Kendi içine kapalı alimin, aydının karşılığıdır üveyik kuşu... Onun da aydınlanmaktan başka işi yoktur. Simurg'a nasıl tahammül edecek ki?
O, aramayı sever bulmaya ise dayanamaz. Denizi bekler, fakat içinde ne olduğunu bilmez. Oysa denizin içinde timsahlar da var, kuş yiyen başka canlılar da...
Puhu ise riyazete çekilmiştir. Elini eteğini çekmiştir bu âlemden... Viranelerde hazine aramaktan, güzel mekanları görmeye fırsatı kalmamıştır. Oysa defineleri yılanlar bekler, altın da zaten 'yerin insana yılan bakışı' değil mi?
Firavun'dan çalınmiş bir 'Samiri Salgısı' nasıl engel olsun gerçeğin muhteşem mutluluğuna?
Kuyruk salan kuşu, bir kere kapılmıştır, aşağılık, güçsüzlük kompleksine. "Gücüm yok takatim yok Simurg'u bulmaya" der.
Oysa kırlangıç ağzında, gagasında bir damla suyla ateşin sönmeyeceğini bilir, bilir de bu damlayı ateşe serperek, en azından safını belirler. Nemrut'tan yana olmadığını gösterir.
Hüdhüd, kuşların mazeretlerini yok eder önce... Yani havarilerini oluşturur. Artık havarilerinin mazeretleri yok olmuş, sıra sorularına gelmiştir. Artık Simurg bir gereklilik olmuştur.
Peki, ona nasıl varılacaktır? Bu soruların ardı arkası kesilmez.
Simurg varsa, neden gizlenmiştir? Oysa olmayan şeyin gölgesi hiç vurur mu âleme?
'Eğer sen onu göremiyorsan aynan berrak değil senin' der Hüdhüd.
Kuş beyinli kuşlar durmadan sordular Hüdhüd'e... Yılgınlığı sordular, nefsi sordular. Gökyüzü dururken bir leğen suda yıldızları seyretmenin mantığını sordular.
Parayı sordular, kadını sordular, ölümü sordular. Yani on kere testi yapılsa bile, içinde derya bile geçse, acısı geçmeyen o eşsiz acıyı sordular.
Hüdhüd, 'Bir damla kan ve bin endişeden oluşmuş bu canlıları ikna etmede pek zorlanmadı ama acaba onlar anlamada zorlandılar mı?' Bu bilinmez işte...
Kuşlar soruları bitince problem çözmeye heveslendiler. Yedi vadiden geçeceklerdi. Yedi isimden belki de.
"Mumdan gemiyle ateş denizinde yol alacaklardı ya!" Onun için sordu kuşun birisi:
Yoldaş bu yol kaç fersah?
Yedi vadiyi anlattı Hüdhüd. Yedi kapıyı... Birinci vadi istek vadisiydi. Önce istemeliydi yolcu. İstemek belaları kabullenmek demektir.
İstemek, arınmaktır, başka sevgilerden vazgeçmektir. Suyu özleyen kişi, başka şeyi arzular mı? İstek vadisine mekan aranmaz ki, Mecnün Leyla'yı toz toprak içinde ararken sordular:
"Ne arıyorsun?"
"Leyla'yı" dedi.
"Leyla topraklarda ne gezer?" dediler. "Yerde inci bulunur mu?" Mecnun:
"Ben nerde olursa olsun arayayım da belki, bir an gelir onu bir yerde buluveririm. İstek vadisi, aşk vadisine açılır. Aşk vadisinin kapısıdır istek. Aşk vadisi, derde razı âdemin ateşlere gark olmayı göze alması anlamına gelir."
Bu vadiye düşen ateş kesilsin ancak...
Yansın yakılsın! Ateş kesilmeyenin ise
Yaşayışı zehir olsun!
Aşk, kendini feda etmektir. Aşkı bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Davasın(ı) terk etsin bülbülde feda yoktur.
Aşkın bir nükteciği pervanede kalmıştır.
denmiştir.
Aşk geldi mi, akıl hemen kaçıp gider. Akıl gözüyle bakarsan, aşkın ne başını görürsün ne ayağını...Aşk, marifetin kapısını aralar.
Çünkü, her şeyini feda edenin kendi sözü kalmaz. Hakikat bilgelerin elinde bir müzik aleti gibi incelmeye başlar. Ayine temizlenmiştir, perdeler sıyrılmış ve bilinmiştir eşyanın hakikati.
Çözülen her sır, yenisini doğurunca da şevkler ve aşklar dembedem canlanır. Bilmek istiğnayı doğurur. Sonsuz hakikatin perdesi aralanınca;
Yedi deniz, burada bir gölcük,
Yedi cehennem kıvılcım kesilir.
Fillerle karıncanın farkını ortadan kaldırandır istiğna... İki cihan yansa bir kum tanesi eksilmiş gibi gelir. Cândan da serden de geçilmiştir çünkü...
Buradan mutlak birliğe varılır. Adına tevhid denir. Sayı ne kadar çok olsa da onda daima bir vardır. Bütün mumlar aynı ışığın, aynı ateşin parçaları değil mi? Bu vadide benlik de yok, senlik de... Burada seven ile sevilen birdir.
İkilik kaldı mı şirktesin, ikilik kalktı mı tevhid güneşi doğar.
Bu birlik başını döndürür yolcunun. Birlik ve düzenin hayretine kapılır yolcu.
Bu adam donmuş, buz kesilmiş bir ateştir. Yahut bu dertlerle yanıp yakılan bir buzdur.
Var mısın, yok musun? Ayık mısın, sarhoş mu? Şarap mısın, saki mi? Bunların hiçbirinin manası kalmaz. Bu, sana yedinci vadinin sınırlarını, kapılarını aralar.
Oraya girdin mi bir kere fakra ve fenaya ulaşırsın. Buna ebedî zannettiğin gölgeler, güneşin ışığıyla yok oluverir. Küllî denizde yok olup gidince yolcu, asıl varlığa kavuşmuş olur.
Kuşlar yedi vadiden geçtiler. İmanı aşkına yenilmiş âdemoğulları gördüler. "Cehennem korkusunu aşmış, cennet sevdasından arınmış" erenleri selamladılar.
Çöller aştılar, fırtınalar, geçirdiler, badireler atlattılar. Birçok kuş yolda kaldı, bir kısmı geri döndü, bir kısmı vazgeçti. Yalnızca otuz kuş tamamladı bu hakikat yolculuğunu.
Simurg'u arayanlar, anladılar ki hakikat otuza bölünmüş haliyle karşılarında duruyordu. Simurg, aslında otuz kuşun toplamından başka bir şey değil...
Hikayeyi böyle bitirir Attar... Böyle biter mi, bitmez mi bilinmez. Ama zor ve çetrefilli bir labirent aleminden geçilmeden, varılabilir şey mi gerçek?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish