Che'nin Bolivya'da öldürülmesinden tam 2 yıl sonra, 8 Ekim 1969'da Ulusal Kurtuluş Hareketi "MLN" Tupamaros, Latin Amerika gerillasının ilk kent işgali eylemine kalkıştı…
Mujica'nın liderleri arasında yer aldığı Tupamaros hareketi, Güney Amerika'nın en küçük ülkesi Uruguay'da olağanüstü bir hızla örgütlenmişti.
Ünleri çoktan ülke sınırlarını aşmıştı: Süpermarket zincirlerinin, gıda şirketlerinin kamyonlarına el koyup erzağı yoksul mahallelerde dağıtmaları sebebiyle New York Times onlara "Gerilla Robin Hood'lar" diyordu.
Başkente 30 kilometre mesafede 15 bin nüfuslu Pando'ya bir cenaze konvoyuyla giren Tupamaros militanları yarım saat içinde kentin tüm resmi dairelerini ele geçirmiş ve bankaların kasalarını boşaltmıştı.
Bu sırada 3 Tupamaros eylemcisi, 1 polis ve 1 sivil hayatını kaybetmişti.
Mujica -o sırada mücadele içinde kullandığı adıyla "Facundo"- 50 yıl sonra Emir Kusturica'nın yaptığı belgeselde (El Pepe: A Supreme Life) Pando olayını şöyle anacaktı:
Eylem, bazılarımız için birkaç birayla; daha sonra iyileşecek bazı yaralıların ise tutuklanmasıyla sona erdi. Ama en önemlisi geri kalanlarımız birkaç gün içinde sokakta faaliyetteydik.
Mujica'nın hatırasında ölümler yoktu.
O, ölümden dönüp Montevideo'nun serin sokaklarında, arkadaşlarla içilen birayı hatırlamayı tercih ediyordu.
O, anılarında şehitleri veya geçmişin cesaretini onurlandırmıyordu.
Bu, sadece Mujica'nın geçmişi yorumlama biçimi değildi.
Esas olarak, yaşadığı anda ve öngördüğü gelecekte kendine bir yer açmayı hedefliyordu.
Bu yüzden Mujica'nın geçmişe yaklaşım tarzı, Tupamaros tarihinden önemli bir yol ayrımıydı.
Zira Mujica, Tupamaros tarihini, liderliğin tüm üyelerinin nihai olarak 1973'te askeri rejim tarafından tutsak alındıkları andan itibaren başlatmayı tercih etti.
Bu tarihi yazma görevini de birlikte tutsak kaldığı yoldaşı Mauricio Rosencof'a verdi.
Ben Rosencof'u ilk kez 1993'te Alan Yayıncılığa uğradığımız bir gün tesadüfen tanımıştım.
Elinde bir çantayla Avrupa'dan sonra Türkiye'ye kadar gelmişti.
Rosencof, Mujica'nın tutsak günlerinin anlatıldığı, yıllar sonra "12 Yıllık Gece" adıyla gösterilen filme kaynaklık edecek, Türkçeye "Duvardaki Sarmaşık Gibi" ismiyle çevrilen kitabın yazarıydı.
O tarihlerde, Türkiye'de 12 Eylül sonrası cezaevlerinde yapılan zulümleri anlatan çok sayıda hatırat basılmıştı.
Bu yüzden Rosencof'un yazdıkları bizim için kolaylıkla bağ kurabileceğimiz hikayelerdi.
Fakat biz bu anlatıları, geçmişten kuşağımıza kesintisiz taşınan bir mücadelenin parçası olarak yorumluyorduk.
27 Haziran 1973'te parlamentoyu kapatan Uruguay Askeri Rejimi, Tupamaros liderlerini 7 yıl boyunca herhangi bir mahkemeye çıkarmadan bir rehine gibi sürekli yer değiştirerek kışlalardaki hücrelerde tuttu.
Askeri rejim, Tupamaros'un 9 kişilik merkez komite üyelerini üçerli gruplara böldü.
Hareketin lideri Raul Sendic, Julio Marenales ve Jorge Zabalza bir taraftaydı.
Bu grup hareketin çelik çekirdeğini oluşturan direnişçilerdi.
Öyle ki Sendic yerin altında karanlık hücrelerde tutulurken bile her kapının açılışını bir direnişe çeviriyordu.
Tuvalete götürülürken bile firara kalkışıyordu.
Bu yüzden tutsaklığı sırasında suratından vurulmuştu.
Diğer yanda ise José Mujica, Mauricio Rosencof ve Fernandez Huidobro farklı bir tarzda "sessiz" bir direnişi tercih etmişti.
Rosencof'un tabiriyle onlar "karıncaları dinleyerek öğreniyordu".
Mujica, Rosencof ve Huidobro yeni bir hikaye yazmayı tercih etmişti.
Bu öykü, zaferler ve insanlığa parlak bir gelecek vaad eden devrimci bir meydan okuma değil; hümanizm, mütevazilik, dayanışma temelinde; toplumu karşıtlıklar ve çatışma üzerinden okumayan aksine geniş işbirlikleri arayan bir tarzda yazılmıştı.
30 Kasım 1980'de askerlerin referanduma sunduğu yeni anayasa teklifi yüzde 57 halkoyuyla reddedilince Tupamaros liderleri rehin olmaktan kurtuldu.
Normal cezaevlerine nakledildiler ve ilk kez yasal süreçleri başlatıldı.
Böylece dış dünya ile iletişim kurdular ve insan hakları mücadelesine başladılar.
Arjantin'de Latin Amerika'nın en kanlı askeri diktatörlüğü 1983'te sona erince yanı başındaki Uruguay'a da gün doğdu.
1985 başında Uruguay cuntası Arjantin'e benzer biçimde yargılanmaktan kaçınmak için bir genel af yasası çıkarıp iktidarı sivillere teslim etti.
Mart ayında polisler Tupamaros liderlerini bir binaya don-gömlek bırakıp kaçtılar.
Ertesi günü gelen giden olmayınca bunun tarihin en tuhaf affı olduğu ortaya çıktı.
Diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak Uruguay'da siyasal çatışma hiçbir dönemde uzlaşmaz bir noktaya gelmiyordu.
Doğrusu bu ülkede askeri rejim de diğerleri kadar kanlı gerçekleşmemişti.
Arjantin'de kaybedilen 30 bin muhalif söz konusuyken Uruguay'da bu sayı 200'dü.
Ayrıca hiçbir Tupamaros lideri de "ortadan kaldırılmamıştı".
Zaten "Beyaz eldivenli gerillalar" olarak adlandırılan Tupamaros hareketi, her ne kadar yabancı diplomatların kaçırılması gibi sansasyonel eylemlere imza attıysa da kanlı bir örgüt sayılmazdı.
Buna rağmen 1980'lerin ortasında Latin Amerika ülkelerinde askerlerin tekrar darbeye yelteneceği kaygısı az değildi.
Arjantin cuntasının yargılanmaları sürerken en az 3 defa Özel Kuvvetler silahlı isyana kalkışmıştı.
Aynı şeyin Uruguay'da da gerçekleşebileceği fikri hapisten çıkan Tupamaros kadrolarında yaygındı. Ve yeniden silahlı bir hazırlığa girişme düşüncesi hala vardı.
Siyaset treninin henüz rayına girmediği; geçmişin bagajını henüz boşaltmamış devrimcilerin kafasının karışık olduğu, ara dönemde yeniden örgütlenme sorunu tüm sıcaklığıyla kendini hissettirdi.
"Tekrar halka nasıl gideceğiz?" sorusu ortaya atıldığında Mujica'nın cevabı "mateada"ydı.
Mujica'nın "mateada" yöntemi mahallede bir sokağın köşesine oturup mate çayı içmeye dayanıyordu.
Mate: Arjantin, Uruguay, Paraguay ve Brezilya'nın en güneyinde yetişen ve enerji veren bir tür çay.
Fakat bu çay bir demlikte bekletilerek içilmez.
Kurutulmuş su kabağı ya da ahşaptan oyulan bir kaba konulan mate otunun (yerba) üzerine termostan dökülen sıcak suyun bir kamış aracılığıyla içilmesinden ibarettir.
"Mateada" ise birkaç kişinin tek bir mate kabını çevirerek birlikte bu çayı içmesidir.
Aynı mate kabından çay içmek bir dostluk ve yakınlık getirir.
Tupamaros içinde bazıları yeniden silahlı mücadeleye dönme olasılığını ortaya atarken Mujica sokağın köşesinde komşularla çay içmeyi önermişti.
Bu Mujica'nın politika yapma biçimiydi.
Toplumun alışkanlıklarını önemsiyordu.
Ve siyaseti karmaşık tahlillere girmeden sokakta en basit insan ilişkileri içinde arıyordu.
Hareket yenilgiye uğratılmadan önce ilegal olarak basıp dağıttığı "Acı Mate" dergisini (Mate Amargo) 1986'da yasal çıkarmaya başladı.
Mujica oradaki yazılarıyla popülerlik kazandı.
1988'e gelindiğinde seçim için solun kanatlarını bir araya getiren "Geniş Cephe"ye (Frente Amplio) katılma gerekliliği ortaya çıktı.
Esasında bu cephe 1971 Şubatında kurulmuştu.
O yıl seçimlerde yüzde 19 oy almayı başarmıştı.
Fakat 1973 darbesiyle kesintiye uğramıştı.
Diğer yandan 1970-73 arası Tupamaros hareketinin silahlı mücadeleyi yükselttiği ve sonunda askeri ve örgütsel olarak tamamen etkisizleştirildiği bir dönemdi.
1980'lerin sonunda ise ordu garnizona çekilmiş, sivil siyaset yeniden emeklemeye başlamıştı.
Geniş Cephe 1984'te tekrar kurulduğunda merkez solu temsil ediyordu.
Oldukça muhafazakardı ve devrimcileri dışlıyordu.
1989'da Raul Sendic'in kanser sebebiyle hayatını kaybetmesinden sonra Tupamaros hareketi kesin olarak yasal yola girdi ve Halk Katılım Hareketi (MPP) adıyla partileşti.
Aynı yıl Tabare Vazquez'in liderliğindeki Geniş Cephe'ye katıldı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Vazquez önce polis hastanesinde, sonra darbe yıllarında üniversitede görev yapmış bir radyoloji uzmanıydı.
Üstelik mason locasına üyeydi.
Tabare Vazquez, 1989'da Geniş Cephe'nin ilk seçim zaferi olan başkent Montevideo belediye başkanlığına seçildi.
Sendic'in ölümü Mujica'nın hareket yön verme etkisini artırmıştı.
Mujica, Vazquez'le birlikte uyumlu bir liderlik gösterdi.
Vazquez'i 2 defa devlet başkanlığı adaylığında destekledi.
Hatta Vazquez sol partilere rağmen cephe dışında sağ partilerle ortak bir program yaptığında bile Mujica'nın desteği eksilmedi.
1999 başkanlık seçimlerine girerken Vazquez "yerleşik ekonomik düzene karşı hiçbir sosyalist nostaljiye" izin vermeyeceğini belirttiğinde yanında Mujica bulunuyordu.
Vazquez ve Mujica birbirlerinin önünü açan tarzda politika yapıyordu.
Mujica, cephe içinde 'Caudillos' yani 'Şefler' ekolünü, Vazquez ise 'Doktorlar'ı temsil ediyordu. Aradaki fark ise basitti: Şefler konuşarak yönetirken, doktorlar doğrudan operasyonu seviyordu.
Nihayetinde Vazquez 2004'te devlet başkanı seçildi.
2010'da yapılan seçimlerde ise Mujica'yı yerine başkan yaptı.
2015'te Vazquez yeniden başkan oldu…
Mujica'nın adı değişmişti.
Artık "Facundo" yoktu bütün dünya ona "Pepe" diyordu.
Bu İspanyolca'da "José" adına yönelik bir lakaptır.
José, Meryem Ana'nın kocası Yusuf'un (Josef) adından türediği için "Baba" anlamına gelen dini bir tınıya sahiptir.
Bu yeni dönemde José Mujica, "Pepe" ismiyle kendini "kutsal bir baba" imajıyla geçmişte olduğundan çok farklı bir pozisyonda konumlandırmıştı.
Bu isim tutsak olduğu yıllarda çektiği çileye dayanan –bir anlamda İsevi- hayat hikayesiyle de uyumluydu.
Pepe "siyaseten" böyle davranmıyordu.
Gerçekten de kendi varoluşunu ve siyasetini bu biçimde anlamlandırmayı tercih ediyordu.
Küçük çiftlik evinde çiçek yetiştirip satarak eşi Lucia Topolansky ile mütevazi bir hayat sürdürüyordu.
2010'da devlet başkanı seçildikten sonra da aynı mütevazilikte yaşamaya devam etti.
Kapitalizmin yaydığı tüketim kültürünü, yeryüzünün kaynaklarını yok etmesini, yarattığı çevre felaketini ve artan ekonomik eşitsizliği her fırsatta eleştirdi.
Pepe'nin eleştirisi çok derinlikli sayılmasa da solu da kapsıyordu.
Zira aynı dönemde Latin Amerika genelinde iktidara gelen eski devrimcilerin adı yolsuzluk iddialarıyla anılmaya başlamıştı.
Ayrıca Pepe, iktidarın yüceltilmesini, sürekli iktidarda kalma arzusunu ve iktidarda zalimleşmeyi de sık sık eleştiri konusu yaptı.
Pepe'nin bu eleştirileri Ortega Nikaraguasını, Maduro Venezuelasını ve hatta yer yer Fidel Kübasını hedef alıyordu.
Volkswagen kaplumbağasıyla Pepe adeta bir zaman makinesiyle geçmişten gelip bugünün dünyasına uyum sağlamıştı.
Gösterişsiz ve konforsuz yaşam biçimiyle küresel bir popülerlik kazandı.
Onu "dünyanın en fakir devlet başkanı" olarak tarif ediyorlardı.
Bu halini sadece gençler ya da medya değil, Brüksel'dekiler ve Washington'dakiler de sevdiler.
Obama onu Oval Ofis'e davet etti.
Böylece ABD, tarihinde ilk kez, bir diplomatını (Daniel Anthony Mitrione/1970) kaçırıp öldürülmesine karar veren bir örgüt liderini Beyaz Saray'da ağırlamış oldu.
Mujica sık sık kapitalizmin yarattığı gelir uçurumundan bahsederdi.
Bir ülkeyi en iyi soyma yönteminin banka kurmak olduğunu söylerdi.
Adaletsizlikten yakınırdı.
Ama kuşkusuz bir Allende değildi.
Ülkesinde bankaların ya da büyük şirketlerin çıkarlarına zarar verecek herhangi bir politikayı ne iktidarda ne de muhalefette savunmadı.
Bir toprak reformuna ya da yoksulların zenginlerden kendi güçleriyle pay alabileceği hiçbir girişime kalkışmadı.
Bunun için onu kimse suçlayamaz.
Bir zamanlar dünyayı değiştirmek için ayaklandı ve yenildiğinde direnerek üzerine düşeni yaptı.
İktidara geldiğinde cuntacıları yargılamayı gereksiz gördü.
Geçmişin defterlerini açmaktan hiçbir zaman hoşlanmadı.
Sisteme alternatif bir siyaset üretmedi ama ülkesinin koşullarını iyi değerlendirerek kendisine ve hareketine güç ve popülerlik kazandırdı.
O, olduğu gibi davrandı, tercih ettiği biçimde politika yaptı ve kendi gibi yaşadı.
Halkına ve çağının insanına kendini sevdirmeyi başardı.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish