Soyadı Yasası'nın uygulanışı ile ilgili bir belge

Zeki Sarıhan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Elif Öner'in "Hikayenin Yarısını Siz Zaten Biliyorsunuz" adlı kişisel sergisinden bir kare

Birçok kişinin internetten soyunu sopunu öğrenmeye çalıştığı günümüzde, 86 yıl önce kabul edilen soyadı yasasının bir köyümüzde nasıl uygulandığına bakmakta fayda olabilir. 

2525 numaralı “Soy Adı Kanunu”, 21 Haziran 1934 tarihinde kabul edildi ve 8 gün sonra 2 Temmuz 1934’te yürürlüğe girdi. 

Yasaya göre her Türk, öz adından başka soy adını da taşımağa mecburdu. Söyleyişte, yazışta, imzada öz ad önde, soyadı sonda kullanılacaktı.

Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamazdı.

Mümeyyiz olan reşit, soyadını seçmekte serbestti. Her aile reisi erkek, kanunun yayımlanmasından başlayarak iki yıl içinde soyadı almak zorundaydı ve bu süre içinde soy adını değiştirebilirdi. 

15 maddelik kanunun belli başlı maddeleri bunlardır. Resmi gazetenin 2885 tarihli sayısında ayrıca 55 maddelik bir Soyadı Nizamnamesi yayımlanmıştır. 
 


Bafra Maarif Memuru A. Bedri Edis, İstanbul’da 1935’te Vakit Matbaası'nda bastırdığı 32 sayfalık küçük boy bir kitapçıkta kanun ve nizamnameyi ve 20'nci sayfadan başlayarak “700’den Artık Seçme Soy Adları”nı yayımlamıştır.

Soyadlarının nasıl seçildiği şu notla anlatılmıştır:

Sayın Atatürk’ün değerli sözlerinden, Türk Dili Araştırma Kurumu Tarama Dergisinden ve ulusumuzun dilinden toplanmıştır.


Bu soy ad önerilerinin İçişleri Bakanlığı tarafından mı, yoksa kitapçığı hazırlayan A. Bedri Edis’in seçmeleri mi olduğu kayıtlı değildir. Bunlar bir seçme olduğuna göre listedekiler dışında da soyadı alınabileceği anlaşılmaktadır.

Nitekim Türkiye’de kullanılan soy adları o tarihte de 700’le sınırlı değildir. On binlerce çeşit soyadı vardır. (Kitapçıkta “soy adı” ve “soyadı” biçimlerinin ikisi de kullanılmıştır.)


Soy adının yenilenmesi

Soyadı Yasası, gerçekte herkese bir soy adı verilmesi değil, soy adlarının bir yasayla yenilenmesidir. Bu yenilenmenin esasları yasaya bağlanmıştır.

Gerçekte ise herkesin zaten atadan, dededen getirdiği bir soy adı vardı. Verilen soyadların büyük çoğunluğunun soyun taşıdığı adla bir ilgisi yoktur.

Bu olmaksızın bir yerleşim yerinde yalnızca adlarıyla bilinen kişileri birbirlerinden ayırmak mümkün değildir.
 

iha.jpg
Fotoğraf: İHA


Bu soy adları, o sülalenin iş edindiği meslek (Semercioğlu, Kadıoğlu, Hocaoğlu, Hatiboğlu) soya adını veren kişinin bir vücut özelliği (Çakıroğlu, Topaloğlu, Gözübüyük), geldiği yer (Bursalıoğlu, Ofluoğlu), bir huyu (Eliaçıklar) gibi özelliklerine bağlıdır. 

Sınıf ayrımı bu konuda da geçerlidir. Eşraf için de halk arasında “oğlu” kullanılıyorsa da yazılı metinlerde “zade” sözcüğü kullanılırdı.

Bey, Paşa gibi unvanları olanların bu unvanları soy adı yerine geçerdi. Kemal Paşa, İsmet Paşa, Kâzım Paşa, Ebubekir Hâzım Bey, Mustafa Necati Bey gibi. 

Bazı ailelerin kullandığı lakaplar pek “imla”ya gelmez. Köyümüzde “Deligötler” diye anılan bir aile vardır. Bu gibi sülale adları için Fatsa’da dava vekilliği yapmış olan Ömer Sarıhan’ın anlattığı bir olay şöyledir:

Hâkim sanığa soyadını soruyor. Sanık, ıkınıp sıkınarak yanıt vermek istemiyor. Hâkim ısrar edince de “Efendim bize Kıllıgötler derler” diye yanıt veriyor.

Bu, şüphesiz soyadı değildir. Muhtemelen, yasa kabul edildiği yıllarda sanığın sülale adını soyadı olarak anlamış olmasındandır.
 

nüfus cüzdanı iha.jpg
Fotoğraf: İHA​​​​​​​


Türkleşme politikasının gereği 

Herkesin bir sülale adı taşıdığı açıkken, bunları yenilemenin, yani “yeni” bir soy adı alma zorunluluğunun mantığını, yasanın kabul edildiği 1930’lu yıllarda devletin yöneldiği siyasi ve kültürel anlayışta aramak gerekir.

Bu yeni yönelim, bir “kültür devrimi”nin zorunlu sayılmasıdır. Türk insanı genel olarak Arap ve Fars kültüründen, bu kültürlerin yoğun olarak işlediği Osmanlı kültürüyle bağlarını koparmalı ve “öz Türk” kültürüne girmelidir.

Dil devriminin sıkı sıkıya savunulduğu yıllardır. Türkçe’nin bütün dillerin anası olduğu ve bütün uygarlıkların Türklerin ana yurdu Orta Asya’dan yayıldığı savunulmaktadır.

Ezan bir yıl öncesinden beri Türkçe okunmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın “Ne mutlu Türk’üm diyene!” demesinden beri bir yıl geçmiştir.

Atatürk, bu konuda o kadar köktencidir ki, bir süre adını “Kamal” olarak değiştirmiş ve bunun öz Türkçe “Kale” anlamına geldiği ileri sürülmüştür.
 


Atatürk’ün o yıllardaki demeçlerini ise öz-Türkçe sözlük kullanmadan anlamak mümkün değildir. Bütün bunlar, soyadı yasası da içinde olmak üzere öz Türk kültürünü yaratma çabalarının ürünüdür.

Dolayısıyla Soyadı Yasası'ndaki Türkçecilik doğrudan doğruya Atatürk’ün damgasını taşımaktadır.

Şüphesiz ki, o dönemde çıkarılan bazı yasalar gibi Soyadı Yasası da bu biçimiyle ancak muhalefetin bulunmadığı, hatta iktidar partisinin bile alınan kararlarda bir etkisinin olmadığı siyasi koşullarda çıkarılabilirdi. 

Yasaya göre bütün soyadları öz Türkçe olmalıdır. Farklı “ırk” ve “millet”ler mensup yurttaşlar da öz Türkçe bir soyad almak zorundadır. Bu nedenle Türkiye’deki bütün millî ve dini azınlıkların soyadları da Türkçe'dir.
 


Kendisine “Atatürk” soyadı bir yasa ile verilen Mustafa Kemal Paşa, o dönemde yakınında bulunanların (bakan, milletvekili, komutan) çoğunun soyadını kendisi saptamış, bunlara uygun birer soy adı vermiştir.

Yurttaşlar, nüfus müdürlüklerine giderek nüfus memurunun kılavuzluğunda soyadlarını seçmişler, gitmeyenlerin soyadlarını ise süresi içinde nüfus müdürlüğü belirleyerek tescil etmiştir.

Bu memurların soyadı vermede uyguladıkları en demokratik yöntem, ellerindeki listeden bir soyadı seçmeleri olmalıdır.

Nüfus memurlarının soyadı verirken muhtarlarla görüşme yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Aşağıda anlatacağımız olay, soyadı verme işinin nüfus dairelerinde yapıldığını gösteriyor. 

Bazı yazarların bu soyadı alma zorunluluğunu ciddiye almadıkları taşıdıkları soyadlarından anlaşılıyor. Nazım Hikmet (Ran), Refik Halit (Karay), Aziz (Nesin) bunlara örnektir.  


Bir soyadı alma öyküsü

Türkiye’de Sarıhan soyadını taşıyan sülalelerden biri, Fatsa’nın Beyceli köyünden dağılmış kalabalık bir ailedir.

Fakat nedense bu sülaleden yalnız dedemin ve iki oğlunun ve onların çocukları ve torunlarının soyadı 1958’e kadar Sarıhan değil, “Zengin” idi. 

Büyüklerden nakledildiğine göre, o tarihlerde Fatsa’da taşçı ustası olan babam, bir gün “Soyadı alma süresinin son günü. Bugün gidip almazsan cezası var” uyarısı üzerine, soluğu nüfus memurluğunda almış.

Memur, babamın üstündeki yıpranmış ve toz toprak içindeki giysilerine bakarak “Senin soyadın Zengin olsun” demiş ve kütüğe de bu soyadını işlemiş.

Sülaleden farklı bir soyadı taşımak hoşumuza gitmezdi. Bu aykırılığı mahkeme kararıyla benim ilkokuldan mezun olduğum 1958’de giderdik.
 


Öncelik eşrafa

Beyceli Muhtarlığı'nda korunan pek az belgeden biri olan 1939-40 yılı “Salma Defteri”nde salma ücreti alınan 75 aile reisinin adları kayıtlı. Bunlar 41 soyadını taşıyor.

Sözünü ettiğimiz kitapçıktaki “seçme soy adları” listesi ile salma defterindeki soyadlarını karşılaştırdığımızda bunlardan 25’in sözünü ettiğimiz kitapçıktaki listeden seçildiğini, 16’sının ise liste dışından olduğu görülüyor.

Dolayısıyla kitapçıktaki listenin nüfus memurları tarafından bir rehber olarak kullanıldığı, bütün soyadlarının rehberden seçilmiş olmadığı anlaşılıyor. 

Soyadı alma uygulamasında ilk tercih kuşkusuz eşrafındır. Onlar, kanun elverişli ise ya söylenegelmekte olan soyadlarını (Fatsa’dan örnek vermek gerekirse) Topaloğlu, Yerebasmaz, ya yaşadıkları kasabanın adını (Kumru, Kumrulu, Çamaş, Fatsa) kayda geçirmişlerdir.

Bir köy ve kasabada aynı soyadını taşıyan iki aile (sülale) olamayacağından diğerleri öz Türkçe başka soyadlarını seçmişler veya nüfus müdürünün takdirine mecbur kalmışlardır.


Türkiye’de en çok kullanılan ad ve soyadları

İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü'nün istatistik sonuçlarına göre, Türkiye’de en çok kullanılan ve Arapça kökenli olmakla birlikte Türk Kültürüne mal olmuş Fatma, Ayşe, Emine, Hatice, Zeynep Elif gibi 20 kadın adından yalnız 1’i (Özlem) ve en çok kullanılan erkek adları olan Mehmet, Mustafa, Ahmet, Ali, Hüseyin, Hasan, İbrahim, İsmail gibi 20 ad içinde Türkçe kökenli olan bir ad yokken, en çok kullanılan 20 soyadı içinde Türkçe olmayan yoktur.

Bu soyadları şunlardır: Yılmaz, Kaya, Demir, Şahin, Çelik, Yıldız, Yıldırım, Öztürk, Aydın, Özdemir, Arslan, Doğan, Kılıç, Aslan, Çetin, Kara, Koç, Kurt, Özkan ve Şimşek.

Türkiye kentleştikçe, nüfusun öğrenim düzeyi arttıkça Türkçe adların oranı da artmaktadır. 1987-1988 öğretim yılında Ankara 50. Yıl Lisesi orta kısmı öğrencilerine ait bir not defterindeki 67 kız öğrenciden 27’sinin (yüzde 40,3) adı Türkçe, 35’i Arapça kökenli, 5’i ise Türkçe-Arapça veya Türkçe-Farsça karışımıdır. (Nuray, Aynur, Esengül gibi.)

64 erkek öğrenciden adları Türkçe olanların sayısı 26 (yüzde 40,6), Arapça asıllı olanların sayısı 32; karma olanlarınki ise 4’tür.

Okul, yarı gecekondu, yarı apartman bölgesinde bulunuyordu ve öğrenci velilerinin çoğu Sivas gibi İç Anadolu bilgesinden Ankara’ya gelip yerleşmişlerdi.

Çocuklarına ad verme kültürü, bölgelere ve kültürlere göre değişiklik gösterse de Türkçe adların oranının arttığı bir gerçektir.

Fakat bu Soyadı Yasası gibi köktenci bir karara, yasaya dayanmıyor. Kendiliğinden gelişen bir kültürün sonucudur. 


Beyceli Köyü’ndeki uygulama 

Fatsa’nın Beyceli Köyü’nde Soyadı Yasası nasıl uygulanmıştır?

Gerek kitapçıktaki listeden seçilen soyadları, gerekse bunun dışından verilenlerin köyde kullanılan soyadları ile ilgisinin olmadığı da görülüyor.

Bunlardan yalnız ikisi gerçek soyadını çağrıştırıyor. Bunlardan biri Sarıhan soyadıdır ki Sarıkadıoğlu sülalesine verilmiştir. Diğeri ise Dik’tir ki Yusufoğlu sülalesinin Dikbasanlar kolunun soyadı olmuştur. 

Soyadı Yasası’nın uygulanışı hakkında bir fikir verebileceğini düşünerek "Salma defteri"ndeki soyadları ile köyde onların bugün de kullanılmakta olan sülale adlarını liste halinde veriyorum.

İlk sözcük soyadını, parantez içindekiler ise sülale adını ifade ediyor:

Ağırman (Ümmüler), Akan (Kurular), Agay (Menafoğlu), Akıncı (Kara Sülükler), Akyüz (Şaban Çavuşlar), Alır (Ellilik),  Arı (Sadıkoğlu), Atasoy (Sadıkoğlu),  Cezan (Külahoğlu), Çakmak (Çakıroğlu), Çakan (?),  Çakır (?), Çılgın (Yusufoğlu), Dik (Dikbasan-Yusufoğlu)),  Durgun (Müezzinoğlu), Evcan (Bu soy tükenmiş, sülale adı hatırlanamadı), Güleç (Menafoğlu), Gürol (Karabinoğlu), Kaçak (Çavdaroğlu), Karatay (Müezzinoğlu), Kartal (Gırmanoğlu), Kılıç (Alioğlu), Kurt (Hekimoğlu), Ölmez (Hıdıroğlu), Ören (Topçuoğlu), Özay (Sadıkoğlu), Sarı (Fotoğlu), Sarıhan (Sarıkadıoğlu), Savduç (Alioğlu), Sezgin (Hatiboğlu), Şahin (Bıtkıllar), Şimşek (Altıgatlar), Tarım (Müezzinoğlu), Taştekin (Hıdıroğlu), Tutar (Mecekler), Türkân (Etçioğlu), Uçan (Deli Gülsümler), Unutur (Sarımustoğlu), Yavuzer (Hatiboğlu), Yolcu (Fayıklar), Yücel (İspiroğlu).  


Sonuç: Soyadı Yasası’nın öz Türkçe sözcüklerden oluşması ve kullanılmakta olan lakap ve sülale adlarından bambaşka olması, cumhuriyet hükümetinin soyadları üzerinden yeni bir kültür atılımına geçtiğinin belgesidir. Ancak bu atılım köylerde kısmen başarıya ulaşmıştır.

Yeni soyadları resmi işlemlerde, bakkal alacak defterlerinde kullanıldığı halde, köyde bir kişi tanımlanırken hâlâ sülale adı kullanılmaktadır. Sülale adı, Hıdıroğlu Ali, Etçioğlu Bayram, Karabinoğlu Abdullah gibi öz adından önce kullanılmaktadır.

Yukarıdaki listedeki resmî soyadlarından yalnız birkaçı değişmiş, ancak bir kaçı Hatiboğlu, Hafızoğlu gibi sülale adını sonradan tescil ettirmiştir. 


Ortaylı’nın görüşü

İlber Ortaylı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk kitabında (Kronik Yayınevi, 2018)) “En itirazsız inkılab: Soyadı Kanunu” başlığı altında şunları yazıyor: 

Soyadı kanunu konusunda kasabalarda nüfus memurları günün diktatörü kesildi.  İnsanlara soyadı telkin ettiler, seçilen soyadlarını da beğenmediler veya ‘zaten var’ dediler. Kanun ve bu anlamdaki tüzükleri okuyacak kabiliyetleri de yoktu. Hatta bazı soyadlarını yanlış yazdılar. Bunlar sonradan davalara sebep teşkil etti. Demokrasinin bilhassa taşrada yerleşmemiş olması bir problem yarattı. Buna karşılık her an istediği soyadını alan veya bunu değiştiren kasaba eşrafı da doğrudan doğruya bir edebiyat nüktesi olacak dereceye gelmişti.

(s. 396-397) 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU