Dinî inançlar ve seküler toplumlar

H. Caner Akkurt Independent Türkçe için yazdı

Modernizm ve post-modernizm dönemlerinde, toplumun iletişimde olduğu ve temas ettiği hemen hemen her alanda, özellikle kent kültürünün başat olduğu dönemlerde hayatın dinden arınacağı ya da etkisinin en aza ineceği iddiaları her zaman var olmuştur.

Bununla birlikte post-modern toplumda dinin yeniden ve daha da güçleneceğini ve sosyal hayatta eskisinden daha fazla görünür olacağını savunanlar da olmuştur.

Max Weber, kapitalist sistemin ulaşabileceği her yere formel aklın egemenliğini getirdiğini ifade ederek insanların davranış ve zihniyetlerinde ciddi değişiklikler yaptığını belirtir.

Akılcılaşmış modern bir dünyada yaşayan insanların artık gizemli varlıkların, doğaüstü güçlerin var olduğuna inanan ilkel insanlar gibi ruhlara egemen olmak ya da onlara yalvarmak için büyü araçlarına başvurmasına gerek yoktu.

Weber’e göre bu, dünyanın büyüsünün bozulmasıydı. Batı’da organik çağdan mekanik çağa geçiş denebilecek böyle bir durumda kapitalizm ve yönetim anlayışında örnekleri olan modern akılcılaştırma evreleri büyülü dünyayı yok etmeye hizmet ediyordu.

Weber’den oldukça etkilenmiş ve Frankfurt Okulu’nun günümüzde yaşayan en önemli düşünürlerinden olan Jürgen Habermas, daha önce tıpkı Weber gibi dinin modern hayattan çekildiğini, kamusal alanda gereksiz hale geldiğini savunuyordu.

2001’den itibaren ortaya attığı post-seküler kavramıyla dinin sürekli sekülerleşen bir ortamda dini toplulukların hayatiyetlerini devam ettirmesi gerektiğini savunur hale geldi.

Post-seküler toplumun ihtiyacı olan şeyin “demokratik olarak aydınlanmış bir aklıselim (ahlak ve vicdan)” olduğunu dile getirdi.

Habermas’ın kastettiği, bilim ve din arasında üçüncü bir yol önerisidir.

Sekülerliğin iflasını ilan etmemekle beraber, seküler toplumda dinin muhafaza edilmesinin arzu edilen toplumsal hedeflerin gerçekleşmesi için ihtiyaç olan motivasyonu sağlayacağını ve dinin ahlaki normlarının ve kurallarının ortaya çıkarılmasının toplumu ahlaki ve vicdani olarak iyileştireceğini iddia etti.


Habermas, gerek seküler gerekse dindar insanların kamusal alanda varlık göstermeleri için bazı gerekliliklerinin yerine getirilmesini ileri sürer.

Üst kimliğin ne sekülerlik ne de dindarlık üzerinden değil, eşit vatandaşlık ilkesinden hareket edilerek teşkil edilmesini savunur.

Kamusal alanda ortak, konsensüse varılmış bir dil geliştirmek şartıyla ve devlet işleyişinin laik düzlemde olması şartıyla bireysel olarak kamusal alanda, topluluk olarak da sivil alanda dinin temsil edilmesinde bir sakınca görmez.

Fakat demokratik liberal toplumların kamuda oluşturduğu seküler doktrinlere herkesin uyması gerektiğine de dikkat çeker.

Bununla birlikte, dinin başka şekilde kaybolacak değerleri ve fikirleri koruduğunun ve insanların en temel eşitlik kavramının Hristiyanlığın önemli mirası olduğunu söylerken, Avrupa’da yükselen İslam’a karşı post-seküler kavramı üzerinden yeni bir Hıristiyan anlayışını öne çıkarmaya çalışıp çalışmadığını da bilemiyoruz.


Habermas gibi Jose Casanova da post-seküler bir dünyada yaşadığımıza inanmaktadır.

Büyünün bozulduğu bir çağda dinî olana yeniden ilgi duyulmaya başlanmıştır. Ancak bunu modernizm öncesine dönüş gibi algılamamak gerekir.

Charles Taylor, sekülerliğin ilk günkü gibi devam ettiğini söylese de aslında Habermas ve Casanova’dan farklı düşünmemektedir.

Çünkü “Seküler Çağ” kitabında anlattığı din, insanların hayatlarında hem var hem yok olan bir dindir.

İnsanların Tanrı’ya inanıyor olmalarına rağmen dinin insanların dünya görüşüne referans oluşturmadığını ve bunun yanında bireysel hayatta bir aksiyoma neden olmadığını söylemektedir.

Avrupa’da post-seküler dönem bu manada daha karmaşık görünmektedir. Çünkü bu çağ tam bir belirsizlikler çağıdır.

İnsan, hiç olmadığı kadar özgürlüğü seküler dönemden alarak; fakat bir o kadar da kaygılı ve tedirgin bir ruh haliyle yeni dönemi karşılamıştır.

Yeni dönemde din algısı, bireysel inançların dünyasına dönüşerek kamusal alanda temsil imkanı olmayan bir algıya dönüşmüştür.

Toplumsal manada aidiyet hissettirmeyen bir anlayış hâkimdir.

Evet, belki Weber’in bahsettiği büyü bozulmuştur; fakat tamamen akılcılaştırılmış sistemler, çeşitli boyutlardan büyünün bozulmasına yol açsa da paradoksal ve eş zamanlı olarak Disneylandvari yeni dünyevi büyülenme türleri yaratmaya hizmet ettiklerine kuşku yoktur.


Seküler ve post-seküler dönem diye adlandırılan süreçler, modernizm ve post-modernizm gibi birbirinin devamı ve sonrası gibi görünse de aslında iç içe geçmiş kavramlar ve dönemlerdir.

Yani aynı anda yaşanmaktadır ve hissedilmektedirler. Hıristiyan dünyada her ne kadar post-seküler çağ ile ilgili farklı tartışmalar devam etse de sekülerleşme süreçleri de bir taraftan devam etmektedir.

Bu manada aslında post-seküler dönem ile ilgili tezler sekülerleşmenin geldiği boyutları ve bunu yavaşlatma ya da bu durumdan çıkış yolu arama çabalarıdır diyebiliriz. 

Avrupa’da 16'ncı yüzyılda başlayan mezhep savaşlarının onlarca yıl sürdüğü ve katliamlara dönüştüğü düşünüldüğünde, mezhep taassubu yüzünden farklı mezhep mensuplarının aynı mezarlığa defnedilmesine neden izin verilmediğini anlayabiliyoruz.

Hollanda’da Katolik olan Bayan Van Aefferden, 1888 yılında vefat ettiğinde, 8 yıl önce vefat eden eşiyle yan yana defnedilmesine izin verilmedi; çünkü eşi Protestan mezhebindendi.

Daha sonra Aefferden ailesinin yakınları büyük çabalarla, mezarlıkları, Katolik ve Protestan bölümünü ayıran duvarın bitişiğine yaparak onları yan yana getirmeyi başardı.

Mezarlara, duvar arada kalacak şekilde iki elin birleşmesinden oluşan bir anıt yapıldı.
 

1-.jpg
Fotoğraf: Wikimedia Commons


Oysa bugün Avrupa’da gelinen durum çok farklı bir boyuttadır. İrlanda’da Katolik Kilisesi ateistlerin kilisede evlenmelerine izin vermekte ve bazı ülkelerde kiliseler satılıp bar ve gece kulüplerine dönüştürülmüştür.

Katolik Kilisesi lideri Papa Francesco'nun 2018’de Vatikan'da görüştüğü Şilili Juan Carlos Cruz’a “Eşcinsel olup olmaman mühim değil. Tanrı seni böyle yaratmış ve seni olduğun gibi seviyor” açıklaması oldukça dikkat çekmiştir.


Katı din devleti olarak bilinen İsrail’de bile bugün seküler topluma dönüşün kademeli olarak planlaması yapılmadığı takdirde sürecin kontrol edilemeyeceğini dile getiren birçok düşünür mevcuttur.

İsrail Ben-Gurion Üniversitesi’nde siyaset sosyolojisi alanında akademisyen olan Uri Ram bunlardan biri olup, küreselleşme sürecinde İsrail toplumunun iki seçeneği olduğuna vurgu yaparak tarihsellik ve kutsallığın temsilcisi 'Kudüsleşen İsrail' yerine, çağdaşlığın ve laikliğin temsilcisi 'Tel Avivleşen İsrail’in tercih edilmesini öne sürmektedir.

Ortaya attığı post-Siyonizm kavramının altında yatan ana düşünce; direk söyleyemese de aslında sekülerleşen bir İsrail’e doğru adım atılması ve İsrail’in öncelikle 'Kudüsleşmekten' kurtulması gerektiğidir.

Çünkü eleştirel ortamın yaşaması açık toplum düzeninde mümkündür.

Ram’ın bakış açısıyla Kudüs kültürel tahammülsüzlük ve şiddeti, Tel Aviv ise refah ve bireysel hazzı simgelemektedir.

Yani aslında Kudüs’ü etnik-dinsel milliyetçiliğin, Tel Aviv’i ise liberalizmin kenti olarak tarif etmekte ve Kara Yahudilik ile Kudüs’ü ve Beyaz Yahudilik ile Tel Aviv’i eşleştirmektedir.

İnancı psikolojik baskı altında tumanın er geç çözüleceğini ve olması gerekenin, idealin, çatışmadan ve ayrışmadan uzak “dünyalı İsrail” olduğuna işaret etmesi oldukça ilginç bir yaklaşımdır.


Seküler dönüşümün en bariz özelliği “inanmak fakat ait olmamak” şeklinde tanımlanmaktadır.

Her türlü dinî anlayış ya da halk inanışlarının toplumsal prestij ve otorite kaybı diyebileceğimiz sekülerleşme, elbette dinsizleşme demek değildir; fakat reel olarak “yoğunluğu düşük bir din” anlayışı söz konusudur.

Teknolojinin, tıp biliminin gelişmesiyle, doğanın kontrol altına alınabilmesi ve çok kültürlü kent yaşamının da etkisiyle insanlar daha önce çözemedikleri ve üstesinden gelemedikleri sorunları doğaüstü güçlere havale etmeden çözebilmeyi keşfettiler.

Farklı zaman dilimlerinde bakış açılarının ve yorumlamanın rasyonel yöntemlerle yer değiştirmesi sekülerleşmenin farklı bir boyutunu oluşturdu.

Hâlihazırda maruz kalınan koronavirüs pandemisi 500 yıl önce karşımıza çıksaydı bunun Tanrı’nın bir gazabı olduğu ve insanlığı cezalandırma şekli olarak görülecekti.

Her bir farklı dinin mensupları hastalığı savmak için farklı inanış biçimleriyle, farklı ritüeller deneyecekti.

Nitekim Ortaçağd'a Veba hastalığı ortaya çıktığında Avrupa’daki ilk tepki “Tanrı’nın insanları cezalandırdığı” şeklindeydi.

Viyana’da 1713 yılındaki vebada günde iki defa çan çalınmak suretiyle insanların düzenli ibadet etmeleri sağlanmıştır.

Veba ile ilgili olarak; “Veba, soluk bir ata binmiş kıyamet binicisidir. Kıyamete giden bütün belirtiler göründü ve Mesih’e, Peygamberlere ve Havarilere bildirildi” şeklinde vaazlar verilmiştir.

Vebanın ortaya çıkmasında diğer bir suçlu ise farklı din mensupları olmuştur.

14'üncü yüzyılda Yahudilere yönelik olan suçlamalar artmış ve birçok Yahudi’nin sorgusuz sualsiz katledilmesine neden olmuştur.

İslam dünyasında da durum çok farklı değildi. Allah’ın gazabı şeklinde yorumlandı. Ya Mehdi beklendi ya da kıyamet alameti olarak görüldü.


Toplumlar modern dünyadan ne kadar uzak ve mahrum yaşam sürüyorsa, dini inanışları doğru ya da yanlış ona göre şekillenmektedir.

Örneğin 13'ncü yüzyılda yapılmış olan Mali’nin Cenne şehrindeki, 50 bin kişi kapasiteli Cenne Camii, her yıl geleneksel hale gelen “Çamur Bayramı”nda bölge halkı tarafından çamurla sıvanmaktadır.
 

2.jpg
Fotoğraf: BBC


Sıvama işlemi baştan sona tamamen ilkel usullerle yapılmaktadır. Neredeyse tüm şehrin ve civardan gelen insanların katılımıyla yapılan bu işlem aslında dini bir ritüel.

Çünkü insanlar bunun karşılığında ahiret hayatında ve ne kadar çok sıvayabilirlerse bir o kadar güzel Cennet bahçesi ile mükafatlandırılacaklarına inanarak çalışıyorlar.
 

3.jpg
Fotoğraf: BBC


Eğer bu camii Cenne şehrinde değil de Lagos’ta olsaydı o şehirde yaşayan halk aynı uğraşı verir miydi?

Yoksa çamur sıvayan halkın yerini makinalar mı alırdı?
 

4.jpg
Fotoğraf: Twitter


Bir örnek de Amerika’dan verelim:

New York’ta 19'ncu yüzyıl yapımı, dünyanın en büyük Anglikan Katedrali St. John the Dvine Katedrali bugünlerde neredeyse boş bir mekan konumundadır.

Katedralin rahibesinin söylediğine göre günlük ayine gelenlerin sayısı pazar günleri bile 10-15 kişiyi geçmiyor.

Ancak yılda bir kez hayvanların koruyucusu olduğuna inanılan Aziz John’un anısına hayvanların kutsandığı bir törende dolduğu söylenmektedir.

Dolayısıyla tüm toplumlarda kurumsallaşmış bir dindarlık yerine bireyin iç dünyasında bir yerlere oturttuğu bir inanç daha belirgin hale gelmeye başlamıştır.
 

5.jpeg
Fotoğraf: BBC


Modern zamanlarda, baş gösteren sorunlara akılcı yaklaşımlarla çözümler bulmak öne çıkmış durumdadır.

Koronavirüs pandemisi ile ilgili sıkı tedbirler alındığı zamanlarda sokağa çıkmamanın yanında, tüm dünyada bazı kısık sesli itirazlar olsa da ibadethaneler kullanıma kapatılmış ve bu gayet makul karşılanmıştır.

Dünyanın birçok yerinde din adamlarının fetvası yerine, bilim kurullarının kararına göre herkes vaziyet almıştır.

Gerek normal zamanlarda, gerekse pandemi gibi dönemlerde, modern kent kültüründe seküler sosyalleşme alanlarının sunduğu imkanlar gündelik hayatın yavaşça öbür dünyadan bu dünyaya odaklanmasına neden olmuştur.

Bireysel maneviyatı ve ibadeti istisna tutarak söylemek gerekirse, toplumların dinsel ritüellerinin birçoğu ihtiyaçlar ve çaresizlikler neticesinde bölgesel geleneklerle örtüşerek ibadete dönüşmüştür.

Mesela yağmur duası büyücülerinin Norveç’te değil de Nijerya’daki kabilelerde yaygın olmasının tesadüfi olmadığı aşikardır.

Aynı şekilde ülkemizde çocuğu olmayan kaç aile halâ dilek ağacına çaput bağlamaktadır diye sormamız gerekiyor.

İslam dünyasında geç modernleşmeden kaynaklanan sekülerleşmenin ilk evreleri yeni yeni hissedilmektedir.

Modernleşmenin beraberinde gelişen endüstriyel kapitalizm, hele de bilgiye herkesin hızlı erişimini sağlayan dijitalleşme çağı yaygınlaştıkça, toplumsal sorgulamalar, bireysel rasyonalite artmış ve geleneksel anlatımdaki din dili, özellikle de genç nesli tatmin edemez bir hâl almıştır. 

Sekülerleşmenin hızı Batı’da daha fazla olmasına rağmen, en azından genç kuşağın inançla barışık olabilmesi için ne yapabiliriz çabasının ilahiyat çevrelerinde çok da yer işgal etmediğini düşünüyorum.  

Nitekim bu yılın ocak ayında Ukrayna’da, Ortodoks bir papazla 1,5-2 saatlik sohbet imkanım oldu.

Avrupa’yı iyi bildiğini ve oralarda eğitim aldığını bildiğim için, dünyada sekülerleşmenin epey mesafe katettiğinden ve görmezden gelinmemesi gerektiğinden bahisle kendisine, Z kuşağının ya da diğer tabirle dijital kuşağın bilgiye eskisinden daha kolay ulaştığını da vurgulayarak bazı sorular yönelttim.

Bizlerin aklımızdan dahi geçirmeye cesaret edemediğimiz sorgulamaları, çok rahatlıkla yaptıklarını ve bunların birçoğunun din eksenli olduğunu; vahy, kutsal kitaplar, yaradılış, peygamberlik statüsü gibi konular olduğunu söyledim.

Hıristiyan kültüründen olduğunu kabul eden; fakat rasyonalist yaklaşımları olan bir genç, Hz. İsa ve Hz. Meryem ile ilgili zihnindeki soru işaretlerini sizinle paylaşsa ona cevabınız ve ikna yolunuz nasıl olurdu soruma maalesef  “sevelim, sevilelim, iman edenler az da olsa bize yeter” tarzında bir yaklaşımdı… 

Çok kültürlü ve bu kültürün etkisiyle farklı görüş ve yaşam biçimlerine tahammül edilen kent yaşamı ve her yönüyle mobilize olmuş bir toplumda sekülerleşmeyi, görmezden gelmekle ya da geleneksel yaklaşımlarla dışlayıcı bir dil kullanmakla ortadan kaldırmak mümkün değildir.

O halde dijital çağa yabancılaş/tır/madan empati ile ve çağı doğru okuyarak yeni yaklaşma istikametleri bulmak zorundayız.    

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU