17 Ağustos 1999 tarihi 17 bin 480 vatandaşımızın yaşamını kaybettiği, 23 bin 781 yaralının olduğu, 505 kişinin sakat kaldığı ve binlerce vatandaşımızın evsiz kaldığı tarih olarak hafızalarımızdan silinmeyen büyük acımızdı.
Bu büyük acının ardından yapılan değerlendirmelerde bir söz kalmıştı hafızalarımızda; “Deprem değil, bina öldürür”.
Buna rağmen 06.02.2019 saat:16.42’de Kartal’da Yeşilyurt apartmanı çöktü. 21 vatandaşımız yaşamını kaybetti. Yayınlanan haberlerde ise; binalarda kaçak katların bulunması, bina için imar barışına müracaat edilmiş olması ilk dile getirilen konular olarak göze çarpmaktaydı.
Geçmişe baktığımızda; ülkemiz ve insanlarımız açısından büyük bir acıdan ders almak bir yana, depremde ya da deprem dahi olmadan kendiliğinden başka binaların da benzer şekilde çökmüş ve can kayıplarının yaşanmış olduğunu görmekteyiz. Şöyle ki;
• 3 Ocak 1983 tarihinde Diyarbakır’da 7 katlı 28 daireli Hicret Apartmanı sabaha karşı kendiliğinden çökmüş, 84 kişi can vermişti.
• 1 Mayıs 2003 tarihinde Bingöl’de 17 sn. süren 6.4 büyüklüğündeki depremde en büyük hasarı Çeltiksuyu Yatılı İlköğretim Bölge Okulu görmüştü. 178 kişinin öldüğü, 521 kişinin de yaralandığı depremde, Çeltiksuyu Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda 83 öğrenci ve 1 öğretmen enkazda hayatlarını kaybetmişti. ( Konuyla ilgili olarak İstanbul Barosu Genel Sekreteri olarak görev yaptığım tarihte bölgeye gitmiştim. Kat kat üst üste yıkılmış bu binanın görüntüsü halen hafızamdadır)
• 2 Şubat 2004 yılında Konya’da kendiliğinden çöken Zümrüt Apartmanı’nda 92 kişi vefat etti.
Son dönemlerde ise çöken istinat duvarları, kayan toprak, çöken binalar, hafriyat kamyonlarının yol açtığı sorunlar, yüksek katlı binaların sağlıklı çevrede yaşama hakkına aykırılıkları günlük haberler haline geldi. Geçen yıllarda tedbirlerin alındığı, can ve mal güvenliğinin sağlandığı binalar beklerken, nasıl oldu da İstanbul en merkezi ilçelerinden birinde böylesine acı bir olayı yaşayabiliyoruz?
Bina çökmelerinde cezai sorumluluk;
Bir binanın yapımındaki süreç dikkate alındığında, imara açılmasından binanın yıkılmasına kadar olan aşamada sorumlular zincirinin pek çok halkası bulunmakta ve her birinin sorumluluklarının ayrı ayrı irdelenmesi gerekmektedir. Sorumlulukların irdelenmesinde bina çökmelerinin ceza hukukundaki yerini ele almamız gerekmektedir.
Bina çökmelerine ilişkin mevzuatta ceza hukukumuzun öngördüğü yaptırımlar 99 depreminin yaşandığı 2005 öncesi ve sonrasında derin farklılık göstermektedir.
2005 yılından önceki 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 383.maddesi; “Bir kimse tedbirsizlik veya dikkatsizlik veya sanat ve meslekte tecrübesizlik veya nizam ve emir ve kaidelere riayetsizlik neticesi olarak bir yangına veya infilaka veya batmağa ve deniz kazasına veya umumi bir tehlikeyi mutazammın tahribata ve musibetlere sebebiyet verirse otuz aya kadar hapse ve yüz liraya kadar ağır cezayi naktiye mahkum olur.
Eğer bu fiilden bir şahsın hayatınca tehlike hasıl olursa altı aydan beş seneye kadar hapse ve elli liradan yüz elli liraya kadar ağır cezayi naktiye ve bundan ölüm vukua gelirse beş seneden fazla olmamak üzere ağır hapse ve yüz liradan beş yüz liraya kadar ağır cezayı naktiye mahkum olur” şeklinde düzenlenmiştir.
Yürürlükteki 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’na bakıldığında ise; Bina çökmesinin ihmalle özensizlikle oluşması halinin “5237 sayılı TCK’nun özel hükümlere ilişkin ikinci kitabının, “topluma karşı suçlar” başlıklı üçüncü kısmının, “genel tehlike yaratan suçlar” a ilişkin birinci bölümünde yer alan Genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması” başlıklı 171’inci maddede suç olarak tanımlandığı görülmektedir. Bu madde,
“Genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması”
MADDE 171 - (1) Taksirle;
a) Yangına,
b) Bina çökmesine, toprak kaymasına, çığ düşmesine, sel veya taşkına,
Neden olan kişi, fiilin başkalarının hayatı, sağlığı veya malvarlığı bakımından tehlikeli olması halinde, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” şeklindedir.
Bu maddeye göre can kaybı ve yaralanma sonucu doğurmadan yangına, bina çökmesine, toprak kaymasına, çığ düşmesine, sel veya taşkına neden olma fiillerinin başkalarının hayatı, sağlığı veya malvarlığı bakımından tehlikeli olması halinde, genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması suçu oluşacaktır. “Binaların taksir ile çökmelerinin ölüm ve yaralanmaya sebebiyet verdiği” haller ile sadece “çökerek tehlikeye neden olduğu halleri” ayrı olarak düzenlendi. Olayda kasten olmayan bina çökmesi neticesinde meydana gelen ölüm ya da yaralanma halinde taksirle ölüme sebebiyet vermek (TCK m. 85) ve taksirle yaralanmaya sebebiyet vermeye ilişkin (TCK m. 89) hükümler uygulanacaktır.
Verilecek cezanın tayini yönünden 5237 sayılı TCK’nun 171’inci maddesinde düzenlenen bina çökmelerine ilişkin fiilin taksirle mi bilinçli taksirle mi işlendiği üzerinde durulmalı ve yargılama esnasında tartışılmalıdır.
Kentsel Dönüşüm Yasası;
Afetlere hazırlık başka bir değişle binaların öldürmemesi için yakın tarihte Kentsel Dönüşüm Yasası gündeme geldi.
06/05/2012 tarihinde yayımlanan 6306 sayılı AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ HAKKINDA KANUN alışılagelmiş hukuk normunun dışındaydı. Hukuk düzenine ilişkin evrensel bir kural olan normlar hiyerarşisine uymamaktaydı.
Kıyı Kanunu’nun, Orman Kanunu’nun, Zeytincilik Islah Yasası’nın, gayrimenkul her türlü Kültür Bakanlığı’nın, tarihi eserlerin, Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısı ile Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanunun, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun, Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanunun, vs. her şeyin kanunu bizle çatışırsa bizimki uygulanır demekte olan bir yasaydı.
Oysaki Uluslararası sözleşmeler ülkemiz hukukunun bir parçasıdır. Rio bildirgesiyle, Stockholm bildirgesiyle ve Avrupa Konseyi’nin kararlarıyla ülkelerin çevreye ilişkin konularda devletlerin üstlendiği uluslararası yükümlülüklerde üç kritere mutlaka uygun davranılması isteniyor. Bu sözleşme ve bildirgeler uygulamacı devletlere, çevreyle ilgili konularda bireylere “bilgi ve verilere ulaşabilme olanağı” verilmesini, Çevreyle ilgili konularda bireylere “alınacak kararlara katılma olanağı” verilmesini; Çevreyle ilgili konularda bireylere “yargıya ulaşabilme olanağı” verilmesini düzenlemektedir.
Aynı şekilde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'de vermiş olduğu kararlarında, zamanla bahsedilen uluslararası sözleşme ve bildirgelerden esinlenerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2.maddesindeki “yaşam hakkını” kararlarında daha geniş yorumlamaya başlamıştır. Sonraki tarihli kararlarında bireyin “sağlıklı çevrede yaşama hakkı” olduğunu vurgulayan yorumları ile sağlıklı çevrede yaşamayı temel bir insan hakkı olarak getirmiştir. 82 Anayasası’nda m. 56 ve 57 ‘deki düzenlemelerde mülkiyet hakkına, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına, devletin şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde konut yapım yükümlülüklerine yer verilmiş ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası sözleşmelerin de tüm yasa ve hatta Anayasa’nın üzerinde yer alan üst hukuk kuralı olduğunu belirtilmiştir.
Kentsel dönüşüm olarak bilinen mevzuata göre 2/3 kat maliklerinin, azınlıkta kalan 1/3 kat maliklerinin mülkiyet hakları üzerinde rahatlıkla tasarrufta bulunmasının tartışmaları sürmektedir. Mülkiyet hakkına müdahale “afet riski” gibi kamu yararı taşıyan bir gerekçe ile izah edilmektedir. Yasa koyucunun, aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, bu defa da afet durumunda vatandaşın can ve mal güvenliğini tehlikeye sokabilecek kamu yararına aykırı imar barışı yasasını getirmiş olması çelişki değil midir?
Yeşilyurt binasının çökmesinde, Devletin inşaatı denetim görevini ihmali ve nihayetinde de kat maliklerinin imar barışına başvuruları ile risk taşımasına rağmen, İdare tarafından yıkılmayacağının garantisinin verilmesi, Devletin bireyin yaşam hakkını korumakla görevli olduğu pozitif ve negatif yükümlülükler ile çelişmektedir.
Konuya ilişkin mevcut yasal düzenlemelere bakıldığında; bina çökmesine neden olmanın suç olarak düzenlendiğini, Uluslararası Sözleşme ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarında da aşağıda belirttiğimiz şekilde yer verildiğini görmekteyiz:
Bina çökmeleri ve İdarenin sorumluluğu;
Betonlaşmadaki artış, iklim değişikliği, çevresel etki değerlendirmesi dikkate alınmadan yapılan projeler, dolgu yollar ve daha pek çok sayılabilecek insan kaynaklı nedenle afetin pek çok türü ile karşılaşıyoruz. “Afet: Toplumun tamamı veya belli kesimleri için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğuran, normal hayatı ve insan faaliyetlerini durduran veya kesintiye uğratan doğal, teknolojik veya insan kaynaklı olaylar" (5902 sayılı Afet ve Acil durum Yönetimi Başkanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunu’nun 2/b maddesi) olarak tanımlanmaktadır. Gerek afetler, gerek bina çökmeleri çoğu kere zamanında gerekli önlemlerin alınmamasından kaynaklanmaktadır.
Bina çökmeleri sonucu yaşanan can kayıplarında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi özellikle dört temel hakkın ihlalinden bahsetmektedir. Biri yaşam, birisi mülkiyet, birisi etkili başvuru hakkının ihlali ve bir diğeri de adil yargılanma hakkının ihlalidir. Türkiye aleyhine hak ihlali kararı ile sonuçlanan kararlarına bakıldığında;
Bu kararlardan ilki 28 Nisan1993 tarihinde yaşanan Hekimbaşı çöplüğünün patlaması ile meydana gelen olayda 39 kişinin yaşamını yitirdiği ÖNERYILDIZ X TÜRKİYE davasına ilişkin karardır. Hatırlanacağı üzere davaya konu olay; Hekimbaşı çöplüğünün yakınındaki kaçak binalarda yaşayan vatandaşların çöplükte oluşan metan gazının sıkışıp patlaması sonucu evlerinin lava dönüşmüş çöp yığınları altında kalması neticesinde yaşamlarını yitirmelerine ilişkindir.
Kararda Devletlerin, bireylerin sağlıklı bir çevrede yaşama haklarını gerçekleştirmeye yönelik yükümlülüğü vurgulanmış, kazanın temel nedenleri, kurumsal ilgisizlik, iletişimsizlik ve toplumsal hizmet birimlerinin birbirlerinden kopuk çalışmaları olarak belirlenmiştir. Ülkemizde; kaçak yapılaşmanın hükümetler tarafından teşvik edildiğini, bireylerin beklentiye sokulduğunu; bu politikanın hatalı ve bireylerin yaşam hakkının ihlaline varan sonuçların sorumlusu olduğunu vurgulanmıştır. Ayrıca kararda, kamu görevlilerinin kusuru olan olaylarda olaydaki ihmallerinin yeterince soruşturulmadığını, sorumluların gereken şekilde yargılanmadığını ve nihayetinde büyük zararlar doğsa da verilen cezaların görevi ihmalden ibaret oluşunu anlaşılmaz bulmuştur.
Görüleceği üzere; söz konusu kararda en can alıcı husus, AİHM’nin imar aflarının kaçak yapılaşmayı ve bu tür afetleri teşvik ettiğini tespit etmesiydi.
İkinci karar; 17 Kasım 2015 tarihli olup, 17 Ağustos depreminde 11 Bloğun bulunduğu 198 kişinin hayatını kaybettiği olay ile ilgilidir. Vekili olduğum ÖZEL X TÜRKİYE davasıdır. AİHM tarafından verilen ihlal kararında aşağıdaki tespitlere yer verilmiştir:
“ ...Mahkeme, Sözleşme’nin 2. maddesinin, devlete yalnızca, kasten ölüme sebebiyet verilmesini engelleme zorunluluğu getirmediğini, aynı zamanda, kendi yargı yetkisi altında bulunan kişilerin hayatını korumaya yönelik gerekli tüm tedbirleri alma yükümlülüğü de getirdiğini hatırlatmaktadır. Mahkeme, bu yükümlülüğün, yaşam hakkını söz konusu edecek nitelikte, kamuya özgü olan ya da olmayan her türlü faaliyet bağlamında geçerli olduğu şeklinde yorumlanması gerekse bile, yaşam hakkının doğal bir afet ile tehdit edilmesi durumunda da geçerli olduğunu hatırlatmaktadır…
159. Bu bağlamda, doğal tehlikelere ilişkin olarak, devlete atfedilen pozitif yükümlülüklerin kapsamının tehdidin kaynağına ve riskleri azaltabilecek nitelikteki tedbirlere bağlı olduğunu belirttikten sonra, Mahkeme, bu yükümlülüklerin, yakın olan ve açıkça belirlenebilir nitelikteki tehlikelerin ve özellikle de yerleşim alanlarını etkileyen ve tekrar eden afetlerin söz konusu olduğu durumlarda geçerli olduğunu açıkça ifade etmiştir. Böylelikle, insan hayatı bakımından derin etkilere yol açan doğal afetlerin meydana geldiği durumlarda, Sözleşme’nin 2. maddesinin uygulanabilir olduğu ve devletin sorumluluğunun söz konusu olduğu kabul edilmiştir.
1. Felaketlerin önlenmesi ve bu felaketlerin etkilerine karşı halkın korunması hakkında
173. Mahkeme, depremlerin, devletlerin önüne geçemeyecekleri olaylar olduğunu ve devletlere göre, depremlerin önlenmesinin, yalnızca felaketin zararlarını en aza indirgemek için etkilerini azaltmaya yönelik tedbirlerin alınmasından ibaret olabileceğini gözlemlemektedir. Bu bağlamda, felaketleri önleme yükümlülüğünün kapsamı, dolayısıyla esasen devletin, şiddetli ve beklenmedik şekilde gerçekleşen bu tür doğa olaylarıyla, yani depremlerle baş edebilme kapasitesini güçlendiren tedbirlerin alınmasından ibarettir.
174. Bu bağlamda, Mahkeme, felaketlerin önlenmesi hususunun, özellikle arazi düzenlemesini ve imar denetimini kapsadığı kanısına varmaktadır. Somut olayda, Mahkeme, dosyadaki belgeleri dikkate alarak, ulusal makamların felakete uğrayan bölgenin deprem riski taşıdığının tamamen bilincinde olduklarını gözlemlemektedir. …Yapı ruhsatlarının verilmesi yoluyla arazilerin işgalini ve kullanımını düzenlemekle yetkili olan yerel makamlar, dolayısıyla, risklerin önlenmesinde rol oynayarak, birincil sorumluluğa sahip olmuşlardır.
175. Oysa davaya ilişkin koşullarda, Mahkeme, depremin, söz konusu bölgeye uygulanması gereken, güvenlik ve inşaat ile ilgili standartlara uymayan binaların yıkılması nedeniyle insan hayatı bakımından feci sonuçlara yol açtığını tespit etmektedir. Bu bağlamda, söz konusu sorunu incelemekle yetkili olan ulusal mahkemeler önünde yürütülen davalar sırasında varılan tespitler dikkate alındığında, bu yapıları kontrol etmek ve denetlemekle görevli olan yerel makamların bu konuya ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmediklerinin tespit edildiği görülmektedir.”
İmar Barışı ve Doğan Zararlardan İdarenin Sorumluluğu;
Gerek yukarıda belirtilen AİHM kararlarında, gerekse pek çok meslek odası, sivil toplum kuruluşu, kurum ve kuruluşlarca da zaman zaman gündeme getirilen benzer tespitlere rağmen, 17 Ağustos depreminden 19 yıl sonra İmar Barışı olarak adlandırılan esasen imar affı olan bir düzenleme yürürlüğe girdi. 7143 sayılı “Vergi Ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun” 18/05/2018 tarih ve 30425 sayılı Resmi Gazete’de yayımlandı ve 03/05/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’na Geçici Madde 16 eklendi. Ardından 06/06/2018 tarihli 30443 sayılı Resmi Gazetede YAPI KAYIT BELGESİ VERİLMESİNE İLİŞKİN USUL VE ESASLAR yayımlandı.
Söz konusu düzenlemeye bakıldığında; 31.12.2017 tarihinden önce yapılmış ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapıları kapsadığı; bu tür yapılara verilecek Yapı Kayıt Belgesinin yapının yeniden yapılmasına veya kentsel dönüşüm uygulamasına kadar geçerli olduğu; yapının depreme dayanıklılığı hususunun malikin sorumluluğunda olduğu görülmektedir.
Söz konusu yasada afetlere karşı, bina çökmesinden kaynaklanabilecek eksikliklerimiz olarak tespit edilen hususların düzeltilmesi bir yana daha da geriye gidildiğini görmekteyiz. Nitekim belirtilen yasaya bakıldığında:
“Afet risklerine hazırlık kapsamında ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapıların kayıt altına alınması ve imar barışının sağlanması amacıyla ...
…..Yapı Kayıt Belgesi alan yapılara, talep halinde ilgili mevzuatta tanımlanan ait olduğu abone grubu dikkate alınarak geçici olarak su, elektrik ve doğalgaz bağlanabilir.
….Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarla ilgili bu Kanun uyarınca alınmış yıkım kararları ile tahsil edilemeyen idari para cezaları iptal edilir”
ibareleri yer almaktadır. Afet risklerine hazırlık gerekçesi ile başlayan geçici 16.madde metni, kendi içerisinde çelişerek kaçak yapılaşmayı teşvik eden, yaptırımsızlaştıran, binanın yeniden yapılmasına kadar geçerli olduğu için binaların yenilenmemesi tercihine neden olabilecek hükümler içermektedir. İçerdiği hükümlere göre imar barışı ile devlet kaçak binaları kentsel dönüşüme, binanın yeniden yapılmasına kadar koruyacak kollayacak, yani barışacak!
Yıkması gereken idari para cezaları ile cezalandırması gereken kaçak yapıları idareye ödenecek para karşılığında olduğu gibi bırakacak. Riskli yapıların beklenen depreme rağmen kaçak kullanımlarına devam etmek arzusu ile yenilenmeden kalmalarını teşvik edecek. Bu durum ruhsatsız ya da ruhsata aykırı afet riski taşıyan binaların artması anlamına gelmektedir. Yıllar önce ülkemiz için tespit edilen imar affı ile kaçak yapılaşmanın teşvik edildiğine dair tespitin en ağır örneklerinden olan bu yasa afetlerde doğacak zararların büyüklüğü için de açık bir tehlike oluşturmuştur. Devletin vatandaşın yaşam ve mülkiyet hakkını korumasına ilişkin yükümlülükleri bir yana bırakılmıştır.
Sonuç olarak;
1) Bireylerin yaşam ve mülkiyet haklarının korunması, AİHS’nin (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin) ve Anayasa’nın koruduğu temel haklar kapsamındadır. Bireyin yaşam ve mülkiyet hakkını korumak, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını teminde devlet birinci derecede sorumludur.
Ülkemizin kaçak yapılaşmayı teşvik eden, bireyleri imar affı yasa beklentilerine sokan, afet riski taşıyan binaların artmasına ilişkin devlet politikalarını terk etmesi gerekirken, 2018 yılında yeniden imar barışı adı ile çıkan imar affı, bina çökmelerine karşı alınacak tedbirler yönünden kaygı vericidir.
Bina çökmesi, Deprem, sel gibi doğal afetlerin sonucunda doğan sorumlulukta sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını teminde devlet birinci derecede sorumludur.
2) İmar affı ile Devletin ruhsatsız ya da ruhsata aykırı yapılarla barışması, bu tür yapıların doğa ile de barışması anlamına gelmeyecektir. Binaların kendiliğinden ya da dolaylı çökme riski devam edecektir.
3) Binaların çökmesine ilişkin kusur araştırması yapıldığında gerek çok katlı planlamaları yapan, gerekli izni veren, gerekse kaçak binaları denetlememiş olan kamu görevlilerinin de sorumluluğu gündeme gelmektedir. 4483 Sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunun kamu görevlisi sorumlulara yargı yolunu kapatacak şekilde kullanılmamalıdır.
4) Geçen yıllarda yapılan çalışmaların bir araya getirilmesi, özellikle teknik, hukuki ve idari alanda olması gereken Kurumlar arası iletişim ve işbirliğinin sağlanması için gereklidir.
5) Ülkemizin sel yatakları ve deprem kuşağında olduğu, bina güvenliğinin önemli bir sorun olduğu gerçeği karşısında; ülkemiz yöneticilerini, mühendislerini, hukukçularını ve bireylerini bu gerçekle yetiştirmesi gerektiği açıktır. Teknik Fakülteler, Hukuk Fakülteleri, Siyasal Bilgiler Fakülteleri başta olmak üzere tek bir disiplin altında toplanarak ayrı ve ortak ders olarak ele alınmalıdır.
© The Independentturkish