Dünya savaşı mı geliyor?

Dr. Mehmet Perinçek Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Twitter

“Koronavirüs sonrası bizi nasıl bir dünya bekliyor?” sorusunun cevabı günümüzde en fazla tartışılan konuların başında geliyor.


Liberal-küreselleşmeci sistemin sonu

Liberal-küreselleşmeci sistemin tam anlamıyla çöktüğü konusunda hemen herkes hemfikir.

Bu tespiti sadece bu sisteme karşı olup yıkmak isteyenler değil, kapitalist-emperyalist sistemi kurtarıp devlet müdahalesiyle restore etmek isteyenler de yapıyor:

Ekonomide “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” devri bitti.

Koronavirüs pandemisiyle mücadelede, devletin ekonomi üzerinde etkisinin olduğu ülkeler başarı sağlarken, liberalizmin tam egemenliği altındaki ülkeler, merkezi müdahaleye muhtaç duruma düştü.

Bir taraftan Trump, attığı tweetlerle Ford’u uyarmak zorunda kalırken, piyasa koşullarında üç kuruşluk maskelerin fiyatlarının birkaç değil, birkaç yüz katı artması halkı zor durumda bıraktı. Kamucu ekonomik sistem kendini dayattı.

Sınırların olmadığı dünya “ideali” sona erdi.

Koronavirüs salgınıyla birlikte devletler arasındaki sınırlar, tekrar kalın çizgilerle çizilmeye başlandı. AB’de Schengen sisteminin sonuna gelinebilineceğini Fransız Cumhurbaşkanı Macron dahi dile getirdi.

Önümüzdeki süreçte ulus devletlerin yükselişe geçeceğini Batılı merkezler dahi açık bir şekilde ifade ediyorlar. Bu sınırlar, diğer taraftan gümrük duvarlarının da yeniden çekilmesi anlamını taşıyor.

Milli üretim ekonomisi ve kendi kendine yeten bir ülke olmak her şeyden çok daha değerli hale geldi. Asalak ekonomiye son vermek için, milli üreticinin desteklenmesi ve korunması yaşamsal bir görev oldu.

Neoliberalizm ve sınırsız özgürlük toplumsal hayatta da iflas etti.

Pandemiyle mücadelede disiplinli toplumlar başarı kazanırken, “açık toplum” fikri hezimete uğradı. Bununla birlikte güçlü, düzenleyici ve koruyucu devlet, en yakıcı biçimde hissedilir duruma geldi.

Toplumsal hayatta her koyunun kendi bacağından asıldığı sistemler de büyük çöküş yaşadı. Toplumsal dayanışmanın değeri bir kez daha gözler önüne serildi.

Yaşanan salgının bireycilikle atlatılamayacağı, herkes kurtulmadan bireyin de kurtulamayacağı görüldü.

Kısacası bu noktalarda bir tartışma yok. Ancak niyetler ve çözümler farklı: Çökmekte olanı bazı takviyelerle yaşatmak mı, yoksa yenisini kurmak mı?


Krizin sebebi sistem, koronavirüs değil

Bu noktada ayrıca altını çizmek gerekir ki, sistemin yaşadığı kriz, koronavirüs salgınından kaynaklanmıyor.

Küresel mafya-tarikat ilişkilerinin belirleyici olduğu, üretimden kopmuş, ranta ve üç kağıt ekonomisine dayanan, silah ve uyuşturucu parasıyla dönen sistem, zaten kronik bir krizin içindeydi.

Salgın, çelişkileri çıplak bir şekilde gözler önüne serdi, bu süreci hızlandırdı ve derinleştirdi. Korona olmasa, morona yine dünyayı bu krizle karşı karşıya bırakacaktı.


Bilim, aydınlanma, hümanizm ve yapay zeka

Bütün bunlarla birlikte hümanizm, bilim ve aydınlanma, koronavirüs sonrası dünyanın yükselen gerçek değerleri olacak.

Tabii buna bir de yapay zekayı eklemek gerekiyor. Salgın olmasaydı da yapay zekanın dünyanın geleceğinde zaten büyük rol oynayacağı açıktı.

Ancak karantina uygulaması, insanların toplu halde aynı yerde bulunmaması gereği, devamlı surette fiziksel mesafenin korunması zorunluluğu, üretimin ve günlük hayatın en az kayıp ve riskle devam etmesini sağlamak bakımından yapay zekayı birkaç kat daha önemli kıldı.


Olası savaşın tarafları

Koronavirüs sonrası dünya üzerine yaşanan başka bir tartışma var ki, yazımızda esas o konuyu ele almak istiyoruz:

İçinden geçtiğimiz bu krizin bir dünya savaşına dönüşme riski var mı, insanlığı bir nükleer savaş bekliyor mu? 

Bu sorunun cevabını tartışabilmek için ilk önce savaşın olası taraflarını ve aralarındaki güç dengelerini incelemek gerekiyor.

Taraflar konusunda fazla seçenek yok. Bir yanda ABD’nin, karşısında da ayrı ayrı veya birlikte Rusya ve Çin’in olması dışında başka bir ihtimal gözükmüyor.


Savaş simülasyonlarının sonuçları 

Güç dengeleri konusunda bir veri sunması açısından son yıllarda yapılan savaş simülasyonlarına bakabiliriz.

Resmî ve yarı resmî Atlantik merkezleri, bu tür simülasyonlara çok sık başvuruyorlar. Özellikle de ABD, silahlı güçlerini Rusya ve Çin’le karşılaştırıyor.

Basına da yansıdığı üzere çıkan sonuçlar, ABD açısından umut verici değil. Hele Çin ve Rusya yan yana oldu mu bu simülasyonlara göre ABD’nin kazanma şansı yok denecek durumda. 

Üstelik bu tür simülasyonlarda özellikle askerî güçler karşılaştırılıyor, doğu ülkeleri açısından bir avantaj olan vatanseverlik, insan faktörü vs. hesaba katılmıyor.

Savaş sadece silahla da kazanılmıyor ama ABD o alanda da kendi hesaplarına göre kaybediyor.


Çin’le Rusya’yı ayırma stratejisi tutmadı

ABD, karşısında Çin ve Rusya’nın birleşmesi durumunda bir savaşı kazanamayacağını biliyor.

Trump’ın Rusya’yı Çin’den koparma ve Pekin’i yalnızlaştırma stratejisi boşuna değildi. Ama o da işlemedi. Hatta Moskova ve Pekin, son dönemde çok daha yakınlaştı.

Rus-Çin ilişkileri siyasi, ekonomik, askerî anlamda altın çağını yaşıyor diyebiliriz. Koronavirüs salgınıyla mücadele de bu işbirliğini pekiştirdi.

Dolayısıyla Çin ve Rusya’yı birbirinden ayırmadan ABD’nin bir savaş çılgınlığına girişmesini çok da bekleyemeyiz.

Soğuk Savaş döneminde ABD için bu anlamda elverişli şartlar vardı. Atlantik cephesi, 1949 Çin Devrimi’yle ciddi bir korkuya kapılmıştı.

SSCB ve Çin’in ittifak içinde olduğu bir dünya, Batı kampı adına kabusa dönebilirdi. Hatta bu tehdidin adını da hemen koymuşlardı: Kızıl-sarı tehlike.

Ancak Moskova-Pekin ayrışması (ideolojik tartışmalar, SSCB’nin emperyalist bir karakter kazanması, Sovyet sisteminin sosyalizmden koparak çürümesi vs. bir kenara), Soğuk Savaş’tan ABD’nin galip çıkmasının en önemli nedenlerinden biriydi.

Çin-Rusya ilişkilerinde rekabetin mi, yoksa işbirliğinin mi hâkim olduğu, dünyadaki güç dengeleri açısından belirleyici.

Bugün işbirliği esas ve bu da terazinin Avrasya tarafında önemli bir ağırlık yaratıyor.

Bu ağırlığı, yalnız askerî olarak da görmemek lazım. Dünya ekonomisinin Pasifik’e kaymasını, Çin’in yakaladığı büyüme hızını da hesaba katmak gerekiyor. 


Atlantik kampındaki çözülme

Ayrıca güç dengelerindeki durum, sadece bundan da ibaret değil. Batı kampının kendi içinde de bir çözülme yaşanıyor.

Avrupa, ABD’nin dümen suyundan çıkıyor. Oysa Soğuk Savaş döneminde hem Rusya ve Çin birbirinden ayrıydı hem de Avrupa ABD’nin güdümündeydi, en azından “komünist tehdide” karşı birleşmişlerdi.

Şimdi ise Avrupa, ayrı bir kutup olma yolunda. NATO, kendi içindeki bütünlüğünü kaybetmiş, ortak tehdit algısı zayıflamış durumda, tabiri caizse NATO’da herkes ayrı telden çalıyor.

Kimi için müttefik olan, diğeri için tehdit haline gelmiş. “NATO’nun 70'nci yılı: Beyin ölümü gerçekleşti, fişi de çekilecek mi?” başlıklı yazımızda bu konunun ayrıntıları üzerinde durmuştuk.


Salgınla Batı’da derinleşen çelişkiler

Diğer taraftan koronavirüs salgını, Batı kampı içindeki krizi daha da derinleştirdi. Hatta ciddi kopuşların yaşanması söz konusu.

AB yapısında önemli sorunların baş göstereceği kesin. Parçalanma ihtimali bile konuşuluyor.

İtalya’da şimdiden AB’den ayrılma meselesi gündeme geldi. Ülkede nefret edilen ülkeler sıralamasında Almanya birinci sırada. 

Bununla birlikte Batı dayanışmasının tam bir masal olduğu ortaya çıktı. Ötesinde dünya kamuoyu, Batılı ülkelerin açıktan birbirlerinin maskelerini çaldıklarına şahit oldu.

NATO, üye ülkelerden kendisine gelen yardım taleplerine olumlu bir cevap veremedi. 

Buna karşılık Çin ve Rusya, Batı kampı içindeki ülkelere yönelik yardımlarıyla ciddi bir itibar kazandı.

Hatta bir NATO ülkesi olan İtalya’da sıhhiyeci de olsa Rus ordusu boy gösterdi. İtalya ve benzeri ülkelerde Rusya ve Çin’e yönelik sempati oldukça arttı.

Açık bir şekilde ifade edecek olursak herkesin gözünün önünde şu cereyan etti:

Batı birbirinden çaldı, Avrasya sadece kendi arasında değil, Batı’yla dahi paylaştı. Rus yardım uçağının New York’a inmesi tarihe geçti.


ABD deplasmana gelecek, yerleşeceği üs yok

ABD, Batı’daki müttefikleriyle dahi koparken Avrasya’daki işbirlikçi güçlerini de kaybediyor.

Unutulmamalı ki, bir dünya savaşının merkez alanı, ABD için deplasman olacak. Dolayısıyla ister Batı Asya, Ortadoğu, ister Orta Asya olsun ABD’nin mutlaka bölgede konuşlanacağı üslere ihtiyacı var.

Büyük Ortadoğu Projesi ve Büyük Kürdistan bu bakımdan önemliydi. Ancak duvara tosladı.

Bununla birlikte ABD’nin bölgedeki geleneksel müttefiklerinde de farklı eğilimler baş göstermeye başladı.

Katar’ı ayrı bir yönelim içinde, Suudi Arabistan farklı dengeleri de gözetmek zorunda kalıyor vs.

Türkiye’den hiç söz etmiyoruz, rotasını esas olarak Avrasya’ya çevirdi bile. ABD, bölgede bir savaş yürütebilmek için yeterli üs bulacak durumda dahi değil.


ABD’nin çizilen karizması ve çok kutuplu dünya

Ayrıca inişe geçen ABD’nin koronavirüs salgınıyla birlikte, amiyane tabirle karizması da iyice çizildi. Her şeye muktedir bir devlet olduğu algısı siliniyor.

ABD’nin pandemiye bağlı kayıp sayısı Vietnam Savaşı’nı aştı. Vietnam’ın kaybı ise sıfır. Ülkedeki Amerikan sağlık kuruluşları dahi bu verinin abartılı olmadığını ifade ediyorlar.

ABD, Vietnam’a yine yeniliyor. ABD’ye politikalarından dolayı duyulan tepkinin ötesinde Washington’un bir de ciddi itibar kaybı yaşadığı ve daha da yaşayacağı kesin.

Buna bağlı olarak tehditleri de eskisi gibi sökmüyor. Koronavirüs salgını sonrası dünyaya dair herkes tarafından kabul edilen olgu şu:

Küreselleşme, ABD hegemonyası ve tek kutuplu dünyanın sonuna gelindi geliniyor, çok kutuplu sistem daha da oturacak. Bunlar da savaş olasılığı tartışması açısından önemli.


ABD’nin kendi içinde çekilecek silahlar

Dahası ABD, kendi içinde önemli sorunlar yaşamaya da gebe. Koronavirüsle mücadelede başarısızlık ayrı, ama esas ABD içinde bir bütünlüğün kaybolması da söz konusu.

Salgınla birlikte ülkede bireysel silahlanmanın artması dikkat çekici. “Tuvalet kağıdı” bulunmadığında insanların birbirini vurması işten bile değil.

Buna karşılık Avrasya cephesinin en büyük silahı ise toplumsal dayanışma ve ulus bilincinin yükselmesi.

Salgın, Atlantik ötesinde haliyle eyaletler arasındaki çelişmeleri de derinleştiriyor. ABD, salgına karşı sıkı bir bütün olmak yerine, daha da ayrışıyor.

Bu ayrışma, Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte devlet içinde de tam anlamıyla ayyuka çıkmıştı.

Zafiyet, sadece halk içinde, eyaletler arasında değil. Son birkaç senedir devlet kurumlarının birbiriyle didişmelerini de izliyoruz. 

Washington, içini düzenlemek ihtiyacı yaşarken bir de dışarda dünya savaşına girişebilir mi?

Aslında Trump’ın seçim öncesindeki “dışarıyla uğraşmayı bırakalım, enerji ve gücümüzü içerdeki sorunları çözmeye ayıralım” fikri, ABD açısından en mantıklı yoldu. Ama o programı uygulayamadığını görüyoruz.


Dünya savaşları tecrübesi

Bir de bundan önceki iki dünya savaşının çıkışını incelediğimizde, emperyalist paylaşımda arkada kalmış ama çıkışa geçmiş olan ülkelerin savaşın fitilini ateşlediğini görüyoruz.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Almanya’nın rolü bu şekilde özetlenebilir.

Bugün ise ABD, inişte olan. Dünyaya yeni bir nizam vermektense, kendi düzenini koruyabilme peşinde. Arkadan gelenlerin ise çıkarı savaştan ziyade barıştan yana. 

ABD’nin bu düşüşü kabullenmeyeceği açık ama güç dengeleri de bir dünya savaşı çılgınlığına girmesini engelleyecek durumda.

Bölgesel savaşlar, kışkırtmalar önümüzdeki dönemde de devam edecek. Ancak topyekûn bir savaş, çok ihtimal dahilinde gözükmüyor.


Nükleer savaş olası mı?

Bütün bunların haricinde konunun bir de nükleer savaş boyutu var. Son olarak onu da değerlendirelim.

ABD, atom bombasını keşfettiğinde Japonya’da kullandı. Ancak bu teknoloji, o zaman sadece ABD’nin elindeydi. Ona cevap verebilecek bir güç yoktu. Cesareti de oradan geliyordu.

Ancak 1949 yılında SSCB de atom bombasına sahip olunca nükleer silah kullanımı ihtimali ciddi bir şekilde azalmış oldu. 

Şimdi ise daha birçok ülkede bu teknolojinin olması bir denge yaratıyor.

Atom bombasının uzun süre devam eden yıkıcı etkisi ve kullanıldığı takdirde karşılık görülecek olması, nükleer savaşın gündemin dışında kalmasına yol açıyor.

Nükleer silahların dengeli dağılımı, bir nevi çokluğu, kullanılamamasının da garantisi diyebiliriz.


Caydırıcı kuvvet şart

Evet, bir dünya savaşı tehlikesi gözükmüyor. Tabii bu, Türkiye açısından askerî anlamda bir gevşemeye yol açmamalı.

Tam tersine… Bölgesel çatışmalar bir yana güç, sadece savaşı kazanmanın aracı değil, ayrıca olası bir savaşı engellemenin de en önemli şartlarından biri.

Caydırıcı bir kuvvete sahip olmak zorunlu. İşte o zaman karşınızdaki de dünyayı felakete sürükleyecek bir maceradan kaçınacaktır.

Not: 2019 Ağustos’unda “Kuzey Afrika’da Türk-Rus işbirliğinin zemini: Moskova’nın Libya’da Ankara’dan beklentisi” başlıklı bir yazı kaleme almıştık.

Yazıda geçen sene mayıs ayında Trablus’ta tutuklanan iki Rus sosyologla (Maksim Şugaley ve çevirmeni Samer Sueyfan) ilgili Rus hükümetinin Türkiye’den beklentisini anlatmıştık.

Bu iki isimin Libya öyküsü, filme çekildi ve 1 Mayıs 2020 günü Rus televizyonunda ilk gösterimi yapıldı.

“Şugaley” isimli film, gerçek karakterler üzerinden çekilmiş.

Rus sosyologlar da kendi isimleriyle yer alıyor; Sarac, Başaga, oğul Kaddafi, Hafter gibi kişilikler de canlandırılmış.

Yukarıda işaret ettiğimiz yazıda belirtildiği gibi Türkiye’den bu iki ismin kurtarılması konusunda yardım talep edildiği de filmde işleniyor.

Film, çok açık, propaganda amaçlı. İçeriğinde haliyle tartışılabilecek noktalar var. 

Ancak şüphesiz olan tek nokta, filmin Moskova’nın hâlâ bu isimlerin kurtarılması meselesine çok önem verdiğini göstermesi.

Öyle ki, hızlı bir şekilde propaganda-macera filmi yapmaya kadar götürmüşler işi. Anlaşılan bir kamuoyu yaratmak istiyorlar.

Filmin içeriğinin buna bir katkısı olur mu bilmem ama Moskova’nın Ankara’ya teklifinin devam ettiği açık.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU