“Kovid-19” virüsü karşısında siyasî mücadele örnekleri: Çin, İran ve İtalya

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

28 Ocak 2020 tarihinde Bangkok Havaalanı’nda gelen yolcuları karşılamak için hazırlanan sağlık görevlileri / Fotoğraf: Reuters

1300’lü yıllardaki “Kara Veba” salgını milyonlarca insanı öldürmenin ötesinde onlarca toplumu atomize etmiş, topyekûn bir iktisadî düzeni bütün kalıntılarıyla birlikte radikal bir değişime tabi tutmuş ve büyük bir kültürel geçiş döneminin “kuluçka evresi” işlevini görmüştür.

Kara Veba örneği zannımca önemlidir zira bugün itibariyle Kovid-19 virüsü yürekleri hoplatan bir yayılma hızı ve ölüm oranıyla hayat buluyor, hayat alıyor.

Elbette durum henüz 1300’lü yıllardaki seviyelerde değildir. Umar ve dua ederiz ki asla olmasın.

Ne var ki Dünya Sağlık Örgütü yetkililerinin de altını çizdikleri gibi, “küresel bir salgın” ihtimalini göz ardı etmemek gerekiyor.

Şayet bir aşısı bulunmaz ve devletler gerekli tedbirler ivedilikle uygulamaya koymazsa, virüsün canımızı çokça acıtabileceği gerçeğiyle de yüzleşmek zorundayız. 

Tam bu noktada kimi devletlerin sorumluluklarını her zaman yerine getirmediğine, ihmalkar davrandığına ve dahi karartma yöntemlerine başvurduğuna şahit oluyoruz.

Örneğin bugün Çin Halk Cumhuriyeti’nin (bundan sonra “Çin”) günlük verileri doğru girip girmediğini, bu bağlamda dürüst davranıp davranmadığını bilmiyoruz.

Günlük olarak paylaşılan istatistiklere çoğu kurum ve insan güvenmiyor. Rakamların bilinçli ve sistemli bir şekilde belli bir modele uydurulması adına tahrif edildiğine inananların sayısı hiç de az değil.
 

reuters.jpg
Fotoğraf: Reuters


Bununla birlikte, 22 Şubat 2020 tarihinde New York Post gazetesinde yayınlanan Steven W. Mosher imzalı makale hiç de yabana atılır cinsten değildir.

Mosher, Kovid-19 virüsünün Çin’de Vuhan yakınlarında faaliyet gösteren bir mikrobiyolojik AR-GE laboratuvarından sızmış olabileceğini, balık pazarının da virüsün yayılmasında bir “0 noktası” değil ancak bir “katalizör” teşkil ettiğini yazıyor.

Başka bir deyişle, Çin yürüttüğü biyolojik savaş programı dahilinde ürettiği bir virüs kontrolünü kaybetmiş olabilir. Bu olasılık pekala hakikat ihtiva edebilir ve bu anlamda hassasiyetle incelenmeye muhtaçtır. 

Şayet doğruysa, bu büyük bir cinayet – hatta bir soykırımdır.

Meselenin kara kutusuna rağmen bugün Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) izlediği virüsle mücadele anlamında pek çok üstünlüğü hâsıldır.

Çin’de kudretli bir tek-parti yönetimi var. Bu yönetimin devletin imkanlarını hızlı ve etkin bir biçimde seferber edebilme kapasitesi çok yüksek.

Dahası, Çin lideri Şi Cinping’in otoritesi sağlamdır ve söz konusu otorite alınması icap eden tedbirlerin tatbik edilmesi noktasında belirleyicidir.

Nitekim Çin’in Vuhan kentinde sadece 8 günde inşa ettiği hastane bu savın en güçlü destekçisidir.

Halihazırda Şangay’da bulunan ve salgının açığa çıktığı ilk günden beridir sosyal medya üzerinden oldukça değerli bilgiler paylaşan Nurettin Akçay’a Çin’in virüsle mücadelesinin seyrini ve bunun olası sonuçları sordum.

Akçay şöyle diyor:

Salgının artacağı ön koşuluyla hareket edersek, doğal olarak bu Çin için önemli sonuçlar doğuracaktır. Ancak şu aşamada Çin’in aldığı tedbirlerle bir şekilde bunun üstesinden gelmeye çalıştığını görüyoruz. Son açıklanan rakamlarla birlikte ölü ve vaka sayısının düştüğünü gözlemliyoruz. Demek ki tedbirler işe yarıyor. Dolayısıyla Çin hem tek-partili otokratik bir rejime sahip olması hem de salgınla mücadelede başarılı olması bakımından çok büyük siyasî bedeller ödemeyecektir.


Akçay’ın cevabındaki anahtar kısım hiç tereddütsüz “salgın artmazsa” kısmıdır.

Doğrudur, salgın artmaz ve Çin benimsediği önemler silsilesi neticesinde virüsün yayılmasını sınırlandırabilirse bedel ödemek zorunda kalmayacaktır.

İlaveten, bence bir model olarak tek-parti rejiminin dahi popülerleşebileceğini, dünyanın geri kalanında bu örnekten ilham almak isteyebilecek pek çok siyasî hareketin (sol ve sağ) zuhur edebileceğini düşünüyorum.

Peki, ya başaramazsa?

Başaramazsa olabilecekleri şimdiden kestirmek çok güçtür. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) Mihail Gorbaçov’un Çernobil’de yaşadığını Çin’de Şi Cinping misliyle deneyimler.

Uluslararası ticaret ağır bir yara alır ve dünya ekonomisi onarılması çok güç bir gerileme safhasına girer.

Siyasî dengeler altüst olur ve çok keskin kültürel büzülmelere, bambaşka ideolojilerin doğuşuna tanıklık edebiliriz.

Salgınlar tarihi bu planda bize fevkalade zengin ipuçları sunuyor. Ancak en önemlisi, böylesi bir senaryoda 1300’lü yılların Kara Veba salgını ve dahi 1918 yılının İspanyol Gribi yaşayacaklarımıza kıyasla ancak devede kulak kalır.

Bugün Kovid-19 virüsünün hızla alan kazandığı diğer ülkeler ise İran ve İtalya’dır.

İran’daki son hadiseler Türkiye’nin komşusu olması hasebiyle bizim açımızdan büyük bir tehdittir.

Üstelik İran’ın salgını nasıl ele almaya çalıştığını gördükçe insanın tüyleri diken diken oluyor hakikaten.

Eldivensiz ve maskesiz müdahale edilen hastalar, ziyarete açık bırakılan türbeler, içselleştirilen devasa sansür çarkı ve yetkililerden gelen kof açıklamalar hem İran ahalisini hem de Türkiye dahil komşu ahalileri derin bir endişeye sevk ediyor.

Geçtiğimiz gün kameraların karşısına çıkan ve traji-komik bir pişkinlikle “Karantina Birinci Dünya Savaşı öncesinin uygulamasıdır, zaman aşımına uğramıştır” diyen İran Sağlık Bakanı Yardımcısı İreç Harirçi, basın açıklamasının hemen ertesi gününde bu defa kendi çektiği bir videoda Kovid-19 virüsüne yakalandığını açıkladı.

İran’daki hekimlerin ve tıp uzmanlarının 17'nci yüzyıl Avrupa’sındaki salgın karşısında uzun gagalı maskeler takıp simsiyah elbiselere bürünen veba doktorlarının pratiğe döktükleri metodolojiye dahi yetişemedikleri bir yerde karantina metodunun kötülenmesi hayret vericidir.
 

plague-doctor-painting-31.jpeg
17'nci yüzyıl Avrupa’sında veba doktorları hastalığın bulaşmasını engellemek için ucunda çeşitli bitki ve aromalar bulunan uzun gagalı maskeler takıyorlardı / Görsel: Painting Valley


Üstelik İran, kendini bir “İslam” cumhuriyeti şeklinde tanımlamasına rağmen, Nebevî Sünnet’in yanından bile geçemiyor, hatta geçmeyi reddediyor.

Hz. Peygamber’in (sav) “Taun (veba) bir azaptır. Siz bir yerde onun çıktığını duyarsanız, o taunlu yere gitmeyiniz! İçinde bulunduğunuz bir yerde de taun zuhur ederse, ondan kaçmak için oradan çıkmayınız!” hadis-i şerifinde emrettiği ve bilimin 1347 Venedik’inden bu yana şiddetle önerdiği karantina gereksinimini elinin tersiyle iten bir rejimden virüsü sindirmesini beklemek gerçekten de en hafif tabirle ahmaklık olacaktır.

Nurettin Akçay İran’daki ortama dair şu değerlendirmeleri iletiyor:

ÇKP iletişim konusunda ketum davranıyor belki ancak mücadeleyi bilimsel yöntemlerle yürütüyor. Şimdiye kadar İran’dan aldığım izlenimler ise orada bu işin ciddi boyutlara ulaşacağı yönündedir. Siyasîler Kum’daki müçtehitlerden izin almadan yasak bile koyamıyorlar. Mollalar çıkıp, ‘düşmanlarımız türbelere gidilmesini istemiyor’ şeklinde dedikodular çıkarabiliyorlar. İran bu düzlemde devam edemez.


Akçay doğru söylüyor. Daha dün İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani yaptığı açıklamada Kovid-19 korkusunun “düşmanın bir komplosu”(!) olduğunu belirtti. İran’da devlet ricalinin sergilediği örgütlü cehalet, tedavisi mümkün olmayan bir zirveye doğru gidiyor.

Dahası, İran yeni bir seçim sürecinden çıktı. Seçim kampanyası esnasında birçok siyasetçi halkla doğrudan iletişime geçti. Eller sıkıldı, herkes birbirinin yanağına üçer defa öpücük kondurdu. Kısacası, olan oldu. 

İran’da önümüzdeki hafta devlet ve belediyelere ait hizmet binalarının kapatılacağı konuşuluyor. Herkes evine kapanacak. Muhtemeldir ki marketler boşalacak.

Zaten ağır yaptırımlarla karşı karşıya olan İran ekonomisi biraz daha nefessiz kalacak ve eninde sonunda boğulacak. Rejimin kifayetsizliğinin sonuçlarına ise maalesef İran halkı katlanacak.


Öte yandan Avrupa’da İtalya – Kara Veba günlerine nazire yaparmışçasına! – yine ve yeniden virüsün en önemli yuvası konumundadır.

Kendi payıma İtalya’nın da mücadeleyi layıkıyla yaptığına inanmıyorum. Lakayt ve topal bir Akdeniz demokrasisi olan İtalya’ya bu yük fazla gelebilir.

Keza İtalya’ya komşu devletlerin böylesi bir salgına hazır olup olmadığı ayrıca tartışmaya değerdir.

Avrupa Birliği (AB) ruhuna(!) ihanet etmemek ve Schengen’e bağlı kalmak uğruna sınırlarda serbest geçişler hâlâ sürdürülüyor.

İtalya’nın rahatlığı ile Brüksel bürokratlarının idealizmi birleşince Balkanlar, Orta Avrupa ve özellikle de Latin Avrupa’nın geri kalanında tehlike çanlarının çalmasının an meselesi olduğu aşikardır.   
 

reuters.jpeg
Venedik Karnavalı öncesinde kostümlü katılımcılar ve maske takan bir güvenlik görevlisi / Fotoğraf: Reuters


Son olarak gelelim bize yani Türkiye’ye…

Türkiye’miz dört bir yandan virüsle çevrelenmiştir. Şükür ki, şimdiye kadar testlerde pozitif çıkan herhangi bir vaka olmamıştır. 

İran’la sınırları kapatma konusunda “herkes uykuda mı?” minvalinde birtakım sualler oldu.  Uçuşlar vaktinde durduruldu mu, sınırlar vaktinde kapatıldı mı – bunu zaman gösterecek.

Her ne kadar hükûmet bazı anlarda gecikmeli inisiyatif almış ve hantal davranmışsa da şimdilik görünürde iyi bir sınav veriyor.

Yurtdışındaki kritik bölgelerde mahsur kalan vatandaşlarımızın tahliyesi için sarf edilen çaba takdire şayandır.

Ne var ki Türk Hava Yolları’nın (THY) organizasyon ve iletişim gayretlerinde ciddi aksaklıklar yaşadığını da gördük.

Sağlık Bakanlığı ve Ulaştırma Bakanlığı bu süreçleri daha büyük bir ciddiyetle planlamak zorundadır.

Keza bugün İtalya, Güney Kore ve Japonya gibi ülkeler özelinde de İran’a benzer tedbirleri ivedilikle almak elzemdir.

Her şeye rağmen bugün hükûmet nezdinde uyanış emarelerinin çoğaldığını tespit ediyoruz ki, bu olumludur.

Hükûmete naçizâne tavsiyem hiçbir koşulda “gelir” uğruna halk sağlığını tehlikeye atmamasıdır. 

Gelir kayıpları telafi edilebilir belki ama kayıplar asla. 

Bu bağlamda kimi zaman sert ve kesin tedbirler almaktan çekinmemeli, korkmamalıdır.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU