Üç tür popülizm

Prof. Ali T. Akarca Independent Türkçe için yazdı

İllüstratör: Shonagh Rae / The Gurdian

Popülizm son yıllarda sıkça ve değişik bağlamlarda kullanılan bir terim haline geldi.

Seçim ekonomisi uygulayan hükümetlerden, kurumları takmayan veya ele geçiren otoriter liderlerden, ırkçı ve göçmen karşıtı partilerden popülist olarak söz edilmekte. 

Popülizmi, birbirlerini dışlamayan, ekonomik, politik ve kültürel olarak üç türe ayırmakta fayda var; ama önce bunları aynı çatı altına sokan müşterek özelliklerden bahsedelim.

Toplumu; zenginler ve fakirler, şehirliler ve köylüler, azınlık ve çoğunluk, emekçiler ve burjuvazi, göçmenler ve yerliler, ve bunlar gibi iki guruba ayırıp; birini “halk”, diğerini ise halkın hak ve menfaatlerini gözetmeyen, hatta gasp eden, “ötekiler” olarak tanımlıyorlar.

Bu grupların homojen ve birbirleri ile menfaat çatışması içinde olduklarını tasavvur ediyorlar.

Ötekilere ve kendi menfaatleri için ötekileri destekleyen elitlere karşı gerçek halkın yanında mücadele ettiklerini, onların sesi olduklarını iddia ediyorlar.

Ötekileri halk düşmanı ve ekonomiyi sıfır toplamlı bir oyun olarak gördüklerinden, uzlaşmayı tamamen reddediyorlar.

Güçlü ve karizmatik bir lider altında toplanıp, halk iradesi üzerinde denge ve denetleme sağlayacak ve halk ile yöneticileri arasında aracı olacak kurumları kabul etmiyorlar.

Bu sebeplerden dolayı çoğulculuk karşıtı, liberal demokrasi karşıtı ve kutuplaştırıcı oluyorlar. 

Değişik popülizmleri birleştiren bir özellik de ideolojilerinin çok “ince” olmaları.

“Kalınlaşabilmek” için kendilerini daha derin bir ideolojiye yapıştırmaları gerekiyor. O yüzden hem sağ, hem de sol popülizmden söz edebiliyoruz.


Popülistler demokrasi için bir tehdit olarak görülseler de, ihmal edilmiş ciddi ve gerçek problemlere, iyi çalışmayan kurumlara dikkat çekerek, düzeltici bir işlev gördüklerini de söyleyebiliriz.

Ne var ki, önerdikleri politikalar parmak bastıkları problemlere çözüm olmadıkları gibi, gerçekçi de değiller.

Zaten çok kere gayeleri problemleri çözmek değil, fırsatçı bir şekilde istismar ederek taraftar toplamak. Onun için ömürleri genellikle kısa oluyor.

Sorunlara çare olmadıkları anlaşıldığında, sorunlar ortadan kalktığında veya popülistlerin aldığı desteği kendilerine çekmek gayesiyle, ana akım partiler sorunları ele almaya başladığında, popülist hareketler sona eriyor. 

Mesela popülizm teriminin isim babası, halk arasında ve basında o zaman Popülist Parti olarak anılan, People’s Party.

Bu parti 1892’de Amerika’da kuruluyor; ama ancak 1908 yılına kadar hayatta kalabiliyor. Sol-popülizm yapıyor.

Ülkenin orta batı kesiminde yaşayan çiftçilerin menfaatlerini korumak için ülkenin doğu yakasındaki bankalar, demir yolu şirketleri ve federal hükümet ile mücadele ediyor.

Ekonomik daralmadan çıkılması ve çiftçi borçlarının eritilmesi için para politikası gevşetilerek enflasyon yaratılmasını ve onun yapılabilmesi için de altın standardının terkedilmesini istiyor.

Parti, 1892 başkanlık seçiminde oyların yüzde 8,5’ini alıyor. 1896’da benzer politikalar vadeden Demokrat Parti adayını destekledikten sonra dağılma sürecine giriyor.

Popülist Parti'den önce de, o adla anılmayan, fakat popülizm yapan partiler var.

1849-1860 arasında Amerika’da ‘Know Nothings’ diye bilinen, anti-Katolik, göçmen karşıtı ve Beyaz Protestan üstünlüğüne inanan sağ-popülist bir hareket ortaya çıkıyor.

1854’e kadar gizli bir örgüt içinde, o tarihten sonra da yasal olarak American Party altında faaliyet gösteriyorlar.

Parti, 1854 Kongre seçiminde 5 senatörlük ve 43 milletvekilliği elde ediyor.

1856 başkanlık seçiminde oyların yüzde 21,5’ini kazanıyor; ama bir sonraki başkanlık seçiminde Cumhuriyetçi Parti'ye katılıp yok oluyor.

Bu arada, popülist kelimesinin, 1950’lerin ortalarına kadar, Popülist Parti kastedilerek kullanıldığını, ama daha sonra tüm elit ve düzen karşıtı hareketleri ifade eden bir terim olarak kullanılmaya başlandığını belirtelim.

Popülist Parti dışında kendilerini popülist olarak tanımlayan popülist yok.

Bu, başkaları tarafından popülistlere yakıştırılan aşağılayıcı bir sıfat haline geliyor.  

Bugünkü durum, bir buçuk yüzyıl kadar önce Amerika’da yaşananlara çok benziyor; ama popülizm şimdi çok daha fazla ülkeye yayılmış ve iktidara gelmiş vaziyette.

Ancak son bir yıl içinde birkaç Avrupa ülkesinde popülizmin gerilemeye başladığını görüyoruz.

Latin Amerika’daki popülist idareler biraz daha uzun sürüyor gibi ama onlar da geçmişte kalıcı olamamışlar.  
 

2.jpg
J. Kyle & L. Gultchin, “Dünyada iktidardaki popülistler” Tony Blair Küresel Değişim Enstitüsü, Kasım 2018


Şimdi de bahsettiğimiz üç tür popülizmin farklarına değinelim.

Ekonomik popülizm, üst gelir gruplarından alt ve orta gelirlilere kaynak aktaran politikaların uygulanması.

Bunlar kısa vadede sıradan vatandaşlar arasında popüler olsa da uzun vadede, ilk başta faydalananlar için bile, maliyetleri yararlarının çok üstüne çıktığı için sürdürülmeleri güç.

Politik popülizm, halk iradesi önünde engel teşkil ettikleri ileri sürülen düzen ve kurumlarının sayılmaması, ortadan kaldırılması veya otoriter bir şekilde zapt edilmesi.

Kültürel popülizm ise, belli bir ırk/milliyet/din/mezhep/sınıf mensuplarının, özellikle yerlilerin, gerçek halk olarak desteklenmesi, diğerlerinin, özellikle göçmenlerin, dışlanması. 

Bu üç tür popülizmi yaratan dinamikler ve doğurdukları sonuçlar birbirlerinden farklı.


Ekonomik popülizm

Ekonomik pastanın küçülmesi, hatta nüfus kadar artmaması ve değişik gelir grupların pastadan aldıkları paylar arasındaki farkların açılması ekonomik popülizme zemin hazırlıyor.

Uygulayanlar açısından, bu tip popülizmi yararlı kılan, orta ve düşük gelirlilerin zenginlerden sayıca çok daha fazla olmaları ve ekonomiyi değerlendirirken yakın geçmişe uzak geçmişten, büyümeye enflasyondan daha fazla ağırlık vermeleri.

Ekonomik popülizm, demokratik ülkelerde, genellikle seçim ekonomisi şeklinde ortaya çıkıyor.

Tipik olarak, seçimden önce devlet harcamaları (özellikle transfer harcamaları) arttırılıp vergiler düşürülüyor.

Seçimden sonra da, bunların doğuracağı enflasyonu önlemek için daraltıcı para ve maliye politikaları uygulanıyor. Ancak bu her seçimde olmuyor.

İktidarın seçimi kaybetme riskinin yüksek olduğu seçimlerde görülüyor. Mesela 2015 yılına dek böyle davranmayan AKP, oy oranı kritik bir seviyeye indikten ve iktidar olmak için yüzde 50+1 oy gereği ortaya çıktıktan sonra seçim ekonomisine geçti.

Türkiye’de, tek parti hükümetlerini bir müddet sonra seçim ekonomisi uygulamaya iten, ilk dönemlerinde gayet yüksek olan büyüme oranının, sonraki dönemlerinde ciddi bir şekilde düşmesi.

Bu, Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan hükümetlerinin istisnasiz her birinde görülmüş bir örüntü.

Birinci dönemlerinde yılda yüzde 4,4-6,9 aralığında büyüyen kişi başına reel GSYH, sonraki dönemlerinde yılda yüzde 0,9-2,4 arasında büyümüş.

Bunun nedenlerini, Independent Türkçe'de Temmuz 2019'da yayınlanan bir yazımızda izah etmiştik.

Ekonomideki bozulma, hükümetin politik sermayesinde zaman içinde meydana gelen erime ile birleşince, iktidarda kalabilmek için iktidar partileri seçim ekonomisine yönelmek zorunda kalıyorlar. 

İktidarların birkaç puan oyla el değiştirdiği 1970’lerin ve 1990’ların koalisyon hükümetleri altında da seçim ekonomisi sıkça kullanıldı.

Bu tip hükümetler, popülist politikaları, seçmenleri sadece ekonomi üzerinden değil, doğrudan etkilemek için de kullanıyorlar.

Çok partili hükümetlerin ekonomik performanslarını değerlendirirken, seçmenler, ödül ve cezaları iktidar partileri arasında paylaştırmakta zorluk çektiklerinden, ekonomiye daha az ağırlık verme ve küçük ortakları ana ortaklardan daha az sorumlu, hatta hiç sorumsuz, tutma eğilimi gösteriyorlar.

O zaman, ekonomik başarı ile fazla oy kazanamayan partiler de, bunu iş, kredi, mal dağıtma ve maaşlara zam yapma gibi popülist politikalar ile elde etmeye çalışıyorlar.  

Popülist ekonomik politikalar, çok kere geçici olarak kullanılsa da, bazen devamlı uygulanıyorlar.

Mesela, koalisyonlar her an dağılıp seçimle karşılaşma tehlikesi altında olduklarından, öyle yapmak zorunda kalıyorlar.

Seçimlerin birbirlerini kısa aralıklarla takip ettiği durumlarda da böyle oluyor.

O zaman sürekli olarak gaza basılıyor, fren yapılamıyor. Enflasyon tırmanıyor ve kaynaklar yanlış dağıldığı için büyüme düşüyor.

Yapılması gereken düzeltme gittikçe büyüyor ve yapıldığında kriz yaratıyor.

Son altı yıl içinde Türkiye yedi seçim ve bir referandum yaşadı. Çıkan ekonomik krizde bu durumun da rolü büyük.

Sürekli ekonomik popülizm, bir de otoriter rejimler altında ortaya çıkıyor. Başta kalabilmek için böyle davranmak zorunda kalıyorlar.

Ne var ki ekonomik dengeleri bozmadan bunu yapabilmek hemen hemen imkansız.

Sadece doğal kaynakları nüfuslarına göre çok olan ülkelerde mümkün oluyor.

Ancak onların da, doğal kaynaklarını sattıkları, bu kaynakları çıkarmak için gerekli teknoloji ve araçları satın aldıkları ve üretimlerini baltalama gücüne sahip ülkelere hasmane bir dış politika izlememeleri gerekiyor.

Yoksa İran ve Venezuela’da olduğu gibi ambargolara maruz kalıp, o kaynakları popülist polikaların finansmanında kullanamayınca, hem politik hem de ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kalıyorlar.

Eylül ayında Suudi Arabistan'ın petrol tesislerine İran tarafından yapıldığı tahmin edilen füze saldırılarının da rejimi bu şekilde tehlikeye sokabileceklerini onlara hatırlatmak amacı güttüğünü düşünebiliriz.


Politik popülizm

Politik popülizme zemin hazırlayan ise kurumların, çoğunluğa ve iktidardakilere, elitler tarafından dayatılmış olması.

İkinci Dünya Harbi’nden beri demokrasiye geçen ülkelerin üçte ikisi, Türkiye’de de olduğu gibi, bunu bir önceki otoriter idarelerin hazırladığı anayasalar altında yaptılar.

Bu anayasaların yarattığı kurumlar, geçmiş rejimi yargıdan korumak, politik ve ekonomik ayrıcalıklarını devam ettirmek, iktidarda yer alabilmeleri için onlara yakın partilere siyasi avantaj sağlamak ve devlet ideolojisinin yeni iktidarlarca değiştirilmesini önlemek gayesiyle tasarlandılar.

Bu vesayet rejiminin gücü belli bir ölçüde erozyona uğratıldığında da telafi edici kurumsal değişiklikleri yapmak için periyodik bir şekilde askeri darbeler ve yargı müdahaleleri gerçekleşti.

O yüzden, seçimle iktidar olan partiler, kurulu düzene muhalefet etmek, kurumlarını ele geçirmeye veya etkinliklerini azaltmaya çalışmak durumunda kaldılar.

Bu çabaları da doğal olarak toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından iradelerinin önündeki engelleri kaldırmaya çalışan meşru bir gayret olarak karşılandı.

Siyasi partilerin sıkça müdahalelerle kapatılmaları, önemli siyasetçilerin yasaklanmaları, devletin kurumsal yapısının devamlı olarak yeniden düzenlenmesi ve ele geçirilme mücadelesine maruz kalması, Türkiye’de parti içi ve partiler arası demokratik geleneklerin, denge ve denetleme sağlayacak kurumların gelişmesini engelledi.

Politik grupları, mecliste sandalye kazanmak için rekâbet yerine veya yanı sıra, parlamentoyu ‘by-pass’ ederek doğrudan bürokrasiyi ele geçirmeye teşvik etti.

Darbelerin iktidarı kontrol etmek ve değiştirmek için etkin bir araç olarak kullanılmaları, seçim ile başa geçme şansı olmayan marjinal grupları orduya ve diğer devlet kurumlarına sızarak yönetimi ele geçirmeye özendirdi. 


Kültürel popülizm

Kültürel popülizmi büyük ölçüde ülkenin demografik yapısında meydana gelen değişmelerin tetiklediğini söyleyebiliriz.

Yabancı ülkelerde doğanların nüfus içindeki oranı, artış hızı ve yerlilerle ırk, etnik köken, din, mezhep ve dil bakımından farklılıkları arttığında yerli-göçmen ayrımı yapan bir kültürel popülizm ile karşılaşıyoruz.

Mesela, son yıllarda Amerika’da hortlayan göçmen karşıtı popülizm, 1965’de yüzde 5’in altında olan yabancı doğumlu oranının şimdi yüzde 14’e çıkmış olması ile yakından ilgili.

Göçmenlerin Amerika’da doğan çocukları da katıldığında bu oran yüzde 28’e yükseliyor.
 

3.jpg
ABD'nin nüfusu içindeki göçmen oranının tarihsel değişimi


Ayrıca, 1965’den bu yana gelen göçmenlerin yarısının Latin Amerika’dan, dörtte birinin de Asya’dan olması ve Avrupa orijinli yerleşiklerin doğum oranının azalmasının da etkisi ile 1960’da yüzde 84 olan beyaz nüfus oranı şimdi yüzde 61’e düşmüş vaziyette.

Buna karşılık İspanyol (Hispanik) kökenliler yüzde 3’den yüzde 18’e, Asya kökenliler yüzde birin altından yüzde 6’ya yükselmiş bulunuyorlar.

Benzer bir durumla 19'ncu yüzyılın sonları ile 20'nci yüzyılın başlarında karşılaşılmış ve benzer tepkiler alınmıştı.

Nüfus içindeki yabancı ülke doğumluların payı o zaman da yüzde 15 seviyesine gelmişti.

Daha önce göç alınmayan İrlanda, Polonya, İtalya gibi ülkelerden gelen göç sonucunda, ABD nüfusu içindeki Katolik oranı yüzde 17’ye yükselmiş ve şimdiki Müslüman karşıtlığına benzeyen anti-Katolik hareketler doğurmuştu.

Çin’den miktarı az da olsa ülkenin batı sahilinde yoğunlaşan bir göç alınmıştı.

Bu durum Orta Doğu’dan, Asya’nın doğu, güney, güneydoğu ve orta kısımlarından göçü tamamen yasaklayan ve Avrupa’nın güney ve doğusundan gelen göçü kota sistemi ile ciddi ölçüde kısıtlayan kanunların çıkması ile sonuçlanmıştı.

Bunlar 1952 ve 1965 yıllarında yürürlükten kalktıktan sonra şimdiki duruma gelindi.

Birçok Avrupa ülkesinde yabancı doğumluların oranı şimdi Amerika’dakinin de üstünde ve oranda bir yılda gerçekleşen artış Amerika’da on yılda gerçekleşene eşit. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan gelen yoğun göç ile Müslümanlar şimdi Avrupa nüfusunun yüzde 5’ini oluşturuyorlar.

Irkçı ve göçmen karşıtı parti ve hükümetlerin sayılarındaki artış bu durumla bağlantılı.

Bizde de Suriyeli göçmenlerin çok kısa bir süre içinde ülke nüfusunun yüzde 4-5'ini oluşturacak bir seviyeye çıkması ve bazı illerde yoğunlaşması benzer reaksiyonlar yarattı.

Birçok Batılı ülkede, iç göç ve şehirleşmenin getirdiği ayrışma ile şehirler ve kırsal bölgeler arasında artan kültürel ve ekonomik farklılıkların şehirli-kırlı ayrımı yapan bir kültürel popülizm yarattığından da bahsetmekte fayda var.

Bir örnek vermek gerekirse, 2016 başkanlık seçiminde Hilary Clinton’un birinci geldiği, büyük şehirleri içine alan, 472 ilçe (county) ABD milli gelirinin yüzde 64’ünü kazanırken, Donald Trumpın birinci geldiği, çoğu kırsal, 2584 ilçe milli gelirin sadece yüzde 36’sını kazanıyor. 

Bu arada küreselleşmenin ve otomasyonun etkilerini de göz ardı etmemek lazım. Milanovic’in meşhur fil eğrisi, gelişmekte olan ülkelerin en fakirleri ile gelişmiş ülkelerin orta sınıflarının 1988’den beri yerinde sayarken, gelişmekte olan ülkelerin orta sınıflarının ve tüm dünyanın en zenginlerinin büyük bir sıçrama kaydettiklerini gösteriyor.
 

1.jpg
Fil Eğrisi: 1988'den 2008'e küresel gelir artışı


Bu, Batı ülkelerinde, yerli-göçmen ve şehirli-kırlı ayrımı güden popülizm yanı sıra, milliyetçi-global ve orta sınıf-zengin ayrımı yapan kültürel popülizmleri de ortaya çıkardı.

Trump, ABD orta sınıfına, problemlerinin kaynağı olarak, gelirleri artan Meksika’lıları, Çinlileri ve oralardan gelen göçmenleri gösterip sağ popülizm yapıyor.

Bernie Sanders ve Elizabeth Warren ise onlara gelir dağılımının en üst yüzde birlik kısmında yer alanları gösterip sol popülizm yapıyorlar.

Çok zenginlerin gelirleri yanı sıra servetlerini de vergilendirerek, orta sınıfı ihya etmeyi vadediyorlar.


Birkaç popülizm birarada 

Ekonomik, politik ve kültürel popülizmleri doğuran faktörlerin faklı olduğunu söylemiştik.

Tabii bu faktörler aynı anda görüldüğünde birden fazla popülizm eş zamanlı yaşanıyor.

Mesela, şu an, Macaristan, Polonya ve Türkiye’de, ekonomik, politik ve kültürel popülizm yapan, Venezüella ve Filipinler’de, ekonomik ve politik popülizm yapan, Brezilya, Rusya, Hindistan, Myanmar, İngiltere ve ABD’de, politik ve kültürel popülizm yapan hükümetler iş başında.  

Değişik popülizmleri yaratan nedenler bir araya geldiğinde, bunlar birbirlerini besliyorlar.

Mesela ekonomi ve gelir dağılımı bozulduğunda, azınlıkların ve göçmenlerin varlığı, hem ekonomik hem de kültürel popülizme yol açıyor ve her ikisinin uygulanmasını kolaylaştırıyor.

O zaman yerliler, alışık olmadıkları kültürler ile sarılma yanı sıra, sosyal statülerinde de bir düşme hissediyorlar.

Fırsatçı popülistler de göçmenleri ve azınlıkları kolaylıkla günah keçisi yapabiliyorlar. Ayrıca, bir çeşit popülizm diğerini tetikleyebiliyor.

Örneğin otoriter rejimlerin ekonomik popülizm uygulamak zorunda kaldığından bahsetmiştik.

Şimdi de ekonomik popülizmin çok kere otoriterleşmeye yol açtığını belirtelim. Uygulayanlar açısından, ekonomik popülizmin etkileri kısa vadede pozitif; ama uzun vadede negatif olduğundan, ekonomik popülizm yapanlar, ilk başta öyle olmasalar bile, iktidarda kalabilmek için daha sonra otoriterleşmek zorunda kalıyorlar.

Tabii bu, denge ve denetleme sağlayan kurumları olan gelişmiş ülkelerde önemli ölçüde frenlenebiliyor.

Örneğin, Amerika’da Trump’ın aldığı popülist kararların hepsi olmasa bile pek çoğu yargı ve yasama tarafından önlenebildi. Maalesef bu tip kurumlar bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çok zayıf.  

Vesayet rejiminin zayıflaması veya ortadan kalkması ile açılan boşluğu, başka bir vesayet rejimi yerine, ne kadar denge ve denetim sağlayacak demokratik kurumlar ile doldurulabilirsek, kendimizi popülizm ve diğer aşırılıklardan o derece koruyabiliriz. 

 

 

*Bu makale, yazarın İTÜ Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezinin (ESAM’ın) Ekim 2019’da düzenlediği Sagalassos Çalıştayı'nda yaptığı sunum üzerine bina edilmiş ve orada aldığı yorum ve önerilerden yararlanmıştır. 

**Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir. ESAM ve Independent Türkçe’nin editöryal politikalarını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU