Mahalle yıkıldı Rezidanslar yapıldı

Bülent Şahin Erdeğer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pinterest

Mekan-düşünce ilişkisi, insanı şekillendiren iki gerçeğin ilişkisidir aynı zamanda. Mekanın özellikleri aynı zamanda toplum kurgusu/yapısında da başroldedir.

Michel Foucault modern toplumun “cezaevi” mimarisi ekseninde inşa edildiğini belirtirken, Giorgio Agamben insanlar arası hukukun “olağanüstü hal” ve “toplama kampı” üzerinden şekillendirildiğini vurgular.

Şerif Mardin ise Türkiye’de yaşanan laik-dindar gerilimini izah için “mahalle” mekanını esas almıştı. Mardin’in 2007’de gündeme getirdiği “mahalle baskısı” metaforundaki “mahalle”yi 2008’de Ruşen Çakır’a şöyle açıklıyor: 

Mahalle Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçek bir birimdir. Yani bugünlerde olduğu gibi hukuki bir hüviyete sahip, yarı hüviyete sahip olan bir kuruluş olmanın dışında çok daha ayrıntılı bir şekilde mahalle, insan yaşayışının bir alanını ortaya çıkarıyor.

Yalnız bu çok kompleks bir alan. Çünkü o alanda yalnız mahalle yok. Mahallenin içindeki cami var, caminin imamı var, imamın okuduğu kitaplar var, tekke var, tarikat var. Ondan sonra külliyeler var, esnaf var vs. Mahalle budur, mahalle bütün bunların bir bütün olarak çalışmaya başlaması, çalışmış olmasıdır.


(23 Mayıs 2008, İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Sosyal Sorunları Araştırma ve Çözüm Derneği’nin (SORAR) “Prof. Şerif Mardin: Mahalle Baskısı, Ne Demek İstedim?” başlıklı bir toplantı)


Mardin’in, “cezaevi” ve “kamp”tan farklı olarak Osmanlı’ya bağladığı “mahalle” kavramı sonraları özellikle dindar kesim tarafından sık kullanılacak biçimde sahiplenildi.

AK Parti’nin 2003’ten itibaren sağ-merkez parti olarak siyaset sahnesine ağırlığını koymasının ardından 2003 öncesi sosyal-siyasal kesimlerin yeniden tanımlanmasını da beraberinde getirdi.

AK Parti, İslamcı, dindar muhafazakar, seküler muhafazakar, sağ-seküler, özgürlükçü sol, özgürlükçü milliyetçi gibi çok farklı yaşam tarzlarını aynı çatı altında buluşturabilen bir çatı olmayı başarmıştı.

Bu durum “mahalle” kavramını da gerçeklikten uzaklaştıran bir gelişmeydi aslında. O yüzden Şerif Mardin’in mekan-sosyoloji analizi sorunlu bir tanımdan hareket etmekteydi. 

Her merkez parti gibi AK Parti de Kemalist/otoriter, seküler askeri ve sivil bürokrasiye karşı verdiği mücadele sebebiyle “özgürlükçü ve reformist” ortak paydayı ifade ediyordu.

Mahalle ise Osmanlı toplumunu ve özelde ise Cumhuriyet Türkiyesi’nde muhafazakarları ve dindarları tanımlamak için kullanılabilirdi belki. 

AK Parti’nin İslamcıları muhafazakarlaştırması ve onunla da kalmayıp güçlendikçe ve devletleştikçe muhafazakarlaştırdığı kitleyi devletçileştirmesi ve sağcılaştırması daha da ötesinde moderniteyle sentezleyip kültürsüzleştirmesi “Osmanlı mahallesi” mekansal analizini de muhayyel kılmaktadır.

Bugün mahalle(ler)den bahseden insanlar laik/seküler yaşam tarzına sahip toplumsal kesim ile dindar kesimi kategorize etmek için “mahalle”yi kullanıyorlar. Oysa AK Parti tabanı sadece İslamcı ya da dindarlardan oluşmadığı gibi tüm dindarlar da AK Partili değil. 

Oysa mekan-dünya görüşü-yaşam tarzı ilişkisi üzerinden tespit etmek gerekirse 2010’lu yılların Türkiyesi’nde Şerif Mardin’in bahsettiği homojen-bütünsel bir “dindar/muhafazakar mahalle”de baskısı da yoktur.

2010’lu yıllar geleneksel mahallenin çözüldüğü bir bakıma “cezaevi” ve “kamp”ın sentezlendiği “site”lere dönüştüğü toplumsal bölünmelere yol açtı.

Neo-liberal rantiyeci eko-politik, İslamcısı ve muhafazakarını alabildiğince sekülerleştirmiş, dindarlığı şekle indirgeyerek zihinlerde de “kentsel dönüşüm”e tabi kılmıştır. Hatta daha da zenginleşenler siteyi de aşarak elit rezidanslara çekilmişlerdir.

Bu sebeple “muhafazakar demokrat” makbul vatandaş, İslamcı ortak paydada yaşadığını varsaysa da bu sadece şekiller bazında makyajdan öteye geçmez.

Örneğin başörtülü bürokrat ya da bürokrat eşi, başörtülü işçilerin hak mücadelesiyle hiçbir duygusal bağ kurmaz ve kaygıyı paylaşmaz (Aynı yabancılaşma hali erkekler için de geçerlidir).

Hak ve adalet merkezli "dava" yerini güçlü kalmak için her türlü yolu mübah gören bir oportünizme bırakmıştır. Bu fırsatçılık, görgüsüzlük ve şatafat aşkı dilde Ömer'ler ararken işte fırıldaklığı esas alır.

O yüzden Asr-ı Saadet'in tevazusundan çok Osmanlı saraylarının ihtişamı güçlü kalmak için kardeşini bile katletmeyi kendine hak görebilir. Şehir Üniversitesi'ne böylesi bir haleti ruhiye ile el konmuştur mesela... 

O yüzden "mahalle", "ümmet" tahayyülü sadece bir retorikten ibarettir ve gerçekte “mahalle”den ziyade gettolara bölünmüş fikir/ideoloji kulüplerinden ve kaygı odacıklarıdan bahsedebiliriz.

Özelde İslamcılar, genel halkada ise muhafazakarlar aynı zihinsel/duygusal kümede yaşamıyorlar. Mahalleyi yaşam tarzları belirliyorsa "ortak bir mahalle" tasavvurunun muhayyel olduğunu şu gerçeklerle yüzleşerek anlayabiliriz:

Aynı mahalleden olunduğu zannedilen kesimlerin Allah, Peygamber/sünnet, toplum, tarih ve devlet tasavvurları birbirine taban tabana zıt olabiliyor. Dolayısıyla Selefisi, Şiisi, sufisi ya da modernisti ile "dindarlık" ya da "İslamcılık" tanımları birbirine zıt hatta düşman kesilen bir kitleyi sadece bazı şekilsellikler üzerinden "aynı camia" ya da "mahalle" ile tanımlamak yanıltıcı.

Aynı mahalleden olunduğu zannedilen kesimlerin yaşam standartları, sınıfsal konumları ve hak mücadelesi, insan hakları gibi birçok sosyal konuya gösterdikleri tepkiler ve tavırlar da birbirinden çok farklı. 

Merkez sağ siyasetin adresi AK Parti’nin seküler bir politik kurum olmasına rağmen sanki “İslami/İslamcı hareket” imiş gibi davranılması da bu kendi kendini kandırmaya örnektir.

60’lı yıllardan 90’lı yılların sonuna kadar yaşanan İslamcı camia bütünlüğünü yukarıda belirttiğim üzere sınıf atladıkça, devletleştikçe ve rant eko-politiği ile kendi değerlerine yabancılaştıkça “mahalle”nin kentsel dönüşüme uğrayarak dağıtılması ve düşük gelirlilerin daha kötü şartlardaki ortamlara mahkum edilirken orta sınıf ve üst sınıfın kendi sitelerine taşınmasıyla sonuçlandı.

Bu siteler yaşam tarzında mantalite açısından DNA’sına kadar seküler, ama kozmetik açıdan şekilci bir dindarlık haline geldi. 

Bu durum haliyle “mahalleden olmak” ile “dindar olmayı” ya da “Müslümanlardan olmayı” aynı şey olarak algılamayı da gerçek dışı kılıyor. 

Muhayyel mahalle-cilik hastalığı bir de gündelik politikaya hapsedildiğinde merkez sağ partinin payandasına dönüşülmekte ve mahallenin sınırları iktidarın arka bahçesiyle sınırlandırılmaktadır.

Bu durumda mahallenin üstadları diye fikri, sanatsal emekleri tüketilen İsmet Özel, Sezai Karakoç gibi şahsiyetler mahalleden kolayca kapı dışarı edilebilmekte.

Diyorum ya, birşey sanal olunca istendiği gibi hayal edilebiliyor. Hayaller doğal yasalara tabi değildir…

Mahalle retoriğini asabiyet derecesinde kullanan ve her türlü haksızlığa, hurafeye, yabancılaşmaya rağmen şekilsellik üzerinden taraftar olmak en büyük yanılgı olarak tarihe geçecek. 


Mahalle, getto, site, rezidans

Muhayyel mahalle üzerinden asabiyet güden ve bu sebeple farklı yaşam tarzlarına düşmanca bir dil-tavır alan kimi İslamcıların en önemli sorunu da “davet” sorumluluklarını hiçe saymalarında yatıyor.

Tahayyüldeki “mahalle” İstanbul’daki Çarşamba semti gibi bir “getto” da olmamalı.

Günümüzde İslamcı STK’ların çoğu ve geleneksel dini cemaatlerin tamamı kendi gettolarına çekilmiş, kendi kapalı dil/literatüre ve kaynaklarla kapalı devre bir yaşamı ayakta tutmaya çalışmaktalar. 

Oysa modernite öncesi “mahalle” farklılıkları içinde barındırabilen ve ortak iyi konusunda uzlaşan, mahalle baskısını da insani değerlere aykırı suçlar konusunda kuran yaşam alanıdır.

Kemalist, sosyalist, milliyetçi ya da başka bir dünya görüşüne sahip insanlara toptan düşmanca tavır sergileyerek bir de bu kesimlerin karşı-mahalleden oldukları ve bir gün dindarlara geçmişte olduğu gibi zulmedecekleri korkusuyla her türlü iletişimi kesmeleri, hakaret ve düşmanlık dilini seçmeleri de bunu gösteriyor.

Oysa sekülerliği, şekilci dindarlar gibi gizli değil açıktan yaşayan, din konusunda da bilgi boşlukları bulunan birçok insanla sağlıklı bir diyalog kurulabildiğine; önyargıların aşılabildiğine şahit oluyoruz.

Kendi yüksek çitli sitelerinde yaşarken halen “mahalle”de oturduğunu zanneden ya da –mış gibi yapan çoğu dindar, İslamcı dil kullanıp milliyetçi-muhafazakar tepkiler vermekte; seküler takvim ve ölçülere göre yaşamakta.

Bu –mış gibi durumunu fark edip rol yapmayı bırakan kimi düşünüler ise ya açıkça sekülerizmi tercih etmekte ya da hakiki bir inzivaya çekilmekte.

“Modern site”, samimi dindarı; gizli seküler, şekilci dindarı; açık olarak sekülerliği yaşayanı; ortak sınıfsal düzeylerdeki kimselerin paylaştığı genel bir mekan. Toplumun ötekilerinden korunaklı ve konforlu bir “sığınak”.

Bu bağlamda tam da iktidarın eko-politiğinin ürettiği ortak insan kümesini tanımlıyor. O yüzden 2000'lerde artık İslamcı bir mahalleden çok muhafazakar-sekülerlerin, gösterişçi dindarların ve diğer "inter-kimlik"lerin geçişken toplumlardan bahsedebiliriz.

Bu sebeple mahalle yerine "site"ler daha uygun bir metafor. Hatta sitelerin ötesine geçen yarı otel olan daha da yalnızlaştırıcı lüks rezidanslar da mevcut.

90’ların İslamcı idealizmine duyulan özlem elbette anlamlı. Ancak bu hasreti sadece kozmetik bir tüketim malzemesine dönüştürmek aynı zamanda o idealizme ihanet demek.

İslamcıların ve genelde dindarların bu hasretlerini gidermelerinin yolu, kendilerine vaktinde özgürlük alanları açan merkez sağ siyasi partiye eklemlenerek onun holiganına dönüşmek değil, şeklin altında yatan ve şekli anlamlı kılan değerleri tekrar savunur hale gelmektir. Akletme, adalet, merhamet, davet, tezkiye, ıslah ve isar gibi. 

Sitelere, gecekondulara bölünmüş ve birbirinden sınıfsal ve duygusal olarak kopartılmış “mahalle”, bu öze dönüş ve paradigma değişimi yoluyla belki tekrar bir araya getirilebilir ve kurulabilir.

Hem öyle bir mahalle kurabiliriz ki gerçekten gayrimüslim komşuları da olan, günahkarı için de üzülebilen, kim olursa olsun haksızlığa uğradığında kapısını çalabilen gerçek bir saygılı, itibarlı, güvenli, dayanışma içinde bir “mahalle” olur.  

Tüm bu imgelerden yola çıkarak özellikle dindarların iktidar imtihanında sınıfta kalmasının yol açtığı derin kırılmaları, kopuşları anlayabiliriz.

Önce karşı-mahallenin mahalleye uyguladığı haksızlıkları yaşadık.

Ardından mahalleden bazılarının iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, hem karşı mahalleye yaşatılan haksızlıklar hem de sonra FETÖ-Hükümet çatışmasının yol açtığı güven kaybı ve 15 Temmuz süreci, tamamen ayakta kalmak için gücü tahkim etme dönemi... 

AK Parti elitlerinin Hocaefendisi'nin, sekülerlere dönük "güler yüzlü dindarlığı" ile kazandığı güvenin çalınan sorular, kumpaslar, alevere dalevereler ve suikastlarını örttüğünün açığa çıkması 15 Temmuz sonrası FETÖ ile mücadele adı altında uygulanan hukuksuzların, artık bir “mahalle”den söz edemeyeceğimizi gösterdi bize.

İşte o yüzden artık sadece sekülerler arasında değil dindarlar arasında da derin bir kopuş, hayal kırıklığı yaşanıyor. 

O yüzden yeni nesillerde deizm ve ateizm artıyor... 

O yüzden açlık ve intihar oranları artarken şekilci dindarlık, muhayyel mahallesini koruma adına her türlü lüks şatafat ve haksızlığı sineye çekebiliyor.

Onlar bu hayal fanusunda şekli muhafaza etmeye çırpındıkça da sekülerizm, kuşatmaya gittikçe ısınan kazandaki kurbağalar gibi "rahatlatmaya" devam ediyor...

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU