Demokrasi mi jeopolitik mi: ABD’nin Venezuela stratejisinin çelişkileri

Cihad İslam Yılmaz, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

ABD–Venezuela ilişkileri, Soğuk Savaş sonrası Latin Amerika’da yaşanan ideolojik dönüşümlerin ve Washington’un bölgeye yönelik stratejik hassasiyetlerinin kesiştiği bir eksen üzerinde şekillenmektedir. Özellikle Hugo Chávez’in iktidara geldiği 1999 yılından itibaren Venezuela, ABD’nin geleneksel olarak nüfuz ettiği bir coğrafyada “alternatif bir kalkınma ve siyasal model” denemesinin sembolü hâline gelmiştir. Devrim projesi, hem petrol gelirlerini devletleştiren ekonomik tercihler hem de anti-emperyalist söylemiyle ABD’nin Latin Amerika düzenine meydan okuyan bir yönelim olarak algılanmıştır. Bu çerçevede Washington, Caracas yönetimini yalnızca ideolojik bir rakip olarak değil, aynı zamanda bölgesel dengeleri bozan bir aktör olarak değerlendirmiştir. Bu değerlendirme, sonraki yıllarda uygulanacak baskı politikalarının temelini oluşturmuştur.

2015 yılında ABD’nin Venezuela’yı “ulusal güvenliğe tehdit” ilan etmesi, ikili ilişkilerde dönüm noktası olmuştur. Bu nitelendirme, ABD başkanlığı makamına olağanüstü yetkiler tanıdığı için, Venezuela’ya yönelik kapsamlı ekonomik yaptırımların hukuki altyapısını hazırlamıştır. Petrol sektörünü, kamu şirketlerini, devlet tahvillerini ve üst düzey devlet yetkililerini hedef alan yaptırımlar, görünürde Maduro yönetimini zayıflatmayı amaçlarken, fiiliyatta Venezuela ekonomisinin çöküşünü hızlandırmış, toplumsal yoksulluğu derinleştirmiş ve sağlık, gıda, enerji gibi temel alanlarda ciddi insani krizlere yol açmıştır. Yaptırımların siyasi sonuç üretmek yerine halka ağır bedeller ödettiği yönündeki küresel tartışmalar, ABD’nin politika araçlarının meşruiyetini sorgulayan akademik çalışmaların artmasına neden olmuştur.

Trump yönetimi döneminde ABD’nin rejim değişikliğini açık bir hedef olarak benimsediği görülmüştür. Bu süreçte Washington, Venezuela muhalefetini aktif biçimde desteklemiş, 2019 yılında Ulusal Meclis Başkanı Juan Guaidó’yu “geçici devlet başkanı” ilan ederek uluslararası hukukta eşi benzeri az görülen bir uygulamaya imza atmıştır. Guaidó’nun liderliği, Batı tarafından hızla tanınsa da Venezuela toplumunda karşılık bulamamış, ordunun desteğini alamamış ve sokakta kitle mobilizasyonu yaratamamıştır. Bu durum, dış aktörlerin tasarladığı liderlik projelerinin yerel sosyo-politik gerçeklikler ile ne denli uyumsuz olabileceğini göstermiştir. Guaidó’nun başarısızlığı, rejim değişikliği stratejisinin zayıf halkasını oluşturmuş ve dış müdahaleye dayalı siyasal dizaynın sürdürülebilir olmadığını ortaya koymuştur. Biden yönetimi döneminde söylemde daha diplomatik bir çizgi benimsenmiş olsa da, yaptırımlar büyük ölçüde korunmuş, Maduro yönetiminin meşruiyeti hâlâ tanınmamış ve Venezuela’daki siyasi süreçlere yönelik dolaylı baskı devam etmiştir. 

Bu bağlamda temel soru şudur: Bir devletin kaderini belirleme yetkisi dış güçlere mi, yoksa o toplumun kendi siyasal öznesine mi aittir? ABD’nin Venezuela üzerindeki baskısı, liberal müdahaleciliğin sınırlarını ve demokrasi söyleminin araçsallaştırılmasını açık biçimde görünür kılmıştır. Rejim değişikliği hedefi, Venezuela toplumunun kendi iç dinamikleri, sınıfsal yapısı, tarihsel hafızası ve bölgesel siyasi kültürü göz ardı edilerek tasarlanmıştır. Bu nedenle dış baskı, hedeflenen demokratik dönüşümü değil, yerel direnci ve kutuplaşmayı güçlendirmiştir. Nitekim tarihsel deneyimler göstermektedir ki kalıcı siyasal değişim, ancak toplumun kendi iradesi ve içsel dönüşüm kapasitesi ile mümkündür. 

Batı’nın “Değerler Söylemi”nin işlevi: İnsan hakları mı, jeopolitik mi?

Batı’nın dış politikada “demokrasi”, “insan hakları” ve “hukukun üstünlüğü” gibi kavramları merkeze alan söylemi, uzun yıllardır küresel siyasal düzenin normatif çerçevesi olarak sunulmaktadır. Bu söylem, uluslararası ilişkiler literatüründe liberal uluslararasıcılık adıyla bilinen paradigmanın temel argümanlarını teşkil eder. Bu çerçevede Batı, değer temelli bir dış politika yürüttüğünü iddia eder; yani ulusların kendi yönetimlerinin demokratik, şeffaf ve hesap verebilir olması gerektiğini savunur. Ancak pratik uygulamalara bakıldığında, bu değer söyleminin çoğu zaman jeopolitik çıkarları meşrulaştıran bir araç hâline geldiği görülür. Venezuela örneği, bu söylemsel ikiliğin en görünür hâllerinden birini temsil etmektedir.

Batı’nın Venezuela politikasında insan hakları retoriği sıkça başvurulan bir meşruiyet kaynağıdır. Siyasi tutuklular, basın özgürlüğü, protesto hakları gibi alanlarda Maduro yönetimi eleştirilirken, Washington ve Avrupa başkentlerinde bu eleştiriler genellikle “insani sorumluluk” çerçevesinde sunulmaktadır. Ancak aynı dönemlerde Batı’nın otoriter ya da yarı-otoriter müttefiklerine yönelik sessizliği, bu söylemin seçiciliğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle “evrensel değer” iddiası, uygulamada tutarlı bir normlar bütününden ziyade, dış politika pozisyonlarını meşrulaştıran bir söylemsel çerçeveye dönüşmektedir.

Bu çelişki, Batı’nın müdahaleci politikalarının arkasındaki motivasyonların daha çok jeopolitik dinamiklerle ilgili olduğu yönündeki değerlendirmeleri güçlendirmektedir. Venezuela’nın dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olması, ABD’nin enerji güvenliği hesapları ve Latin Amerika’nın jeostratejik konumu, bu politikanın arka planındaki temel unsurlardır. Tarihsel olarak ABD’nin Latin Amerika’daki “arka bahçe” yaklaşımı, Venezuela üzerinde kurmaya çalıştığı baskının düşünsel zeminini açıklar. Demokrasi söylemi bu bağlamda, bir hedef değil, bir araç hâline gelir. Böylece değerler, jeopolitik rekabetin retorik kılıfı olarak işlev görür.

Batı’nın değer söyleminin bir diğer kritik boyutu, normatif üstünlük iddiasıdır. Bu söylem, uluslararası düzenin merkezinde Batı’nın yer aldığı; geri kalan toplumların ise bu düzenin “öğrenmesi gereken” unsurları olduğu varsayımına dayanır. Bu durumda Batı, kendi tarihsel tecrübelerini evrensel bir modele dönüştürürken, öteki toplumların özgün tarihsel, kültürel ve sınıfsal dinamiklerini göz ardı eder. Venezuela örneğinde bu dinamik açıkça görülmektedir: Yoksullukla mücadele, sosyal programlar, devletçi ekonomi ve anti-emperyalizm gibi unsurlar, Batılı siyaset yapıcılar tarafından çoğu zaman “popülizm”, “otoriter eğilim” veya “irrasyonel politika” olarak etiketlenmiştir. Oysa aynı politikalar, Venezuela’nın kendi toplumsal yarılmalarının tarihsel bir sonucudur. Batı’nın değer söylemi bu bağlamda, öteki toplumların kendi politik öznelliklerini görünmez kılan bir epistemik tahakküm biçimi üretmektedir.

Venezuela halkının kendi siyasi sonucunu belirleme kapasitesine çoğu zaman şüpheyle yaklaşmış, bunun yerine dışarıdan dayatılan bir “ideal demokrasi modeli” öne sürmüştür. Ne var ki demokrasi tam da dış baskının olmadığı, toplumun kendi iç süreçleriyle ve kendi temposuyla şekillenebilecek bir siyasal rejimdir. Dolayısıyla dış müdahalenin demokrasi üretmesi değil, ancak demokrasiye duyulan toplumsal güveni zedelemesi beklenir.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU