Tarihi olayların kabulü ve reddi hususundaki "güven metodu"

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Bizler, genelde tarihi olaylara "dinî" ve mezhebî bir bakış üzerinden bakıyoruz.

Onlardan da kendi arzumuz doğrultusunda sonuçlar çıkarıyoruz.

Daha doğrusu önceden şuur altında gizlediğimiz inançlar üzerinden olaylara bakıp onun hakkında kendimizde tasavvurlar oluşturuyoruz.

Oysaki, "tarihi okumalarda" birçok yöntemler vardır.

Gerçeği söylemek gerekirse, "İslam tarihi okumaları" hayli ilkel olmasıyla birlikte, eski bir metottur.

Bu okuma biçimi, haberlere, haberin tevatürlüğüne, yakine ve ravinin güvenirliğine dayalı bir okuma biçimidir. Dolayısıyla bu metot, hayli eskimiştir.

Günümüzdeki tarihi okuma yöntemleri ise hayli çoğalmıştır.

Diğer bir ifadeyle; çağımızdaki okumalarda, ilmî okuma, karşılaştırmalı tarihi okuma ve felsefi eleştirel okuma metotları söz konusudur.

Yine bunların her birinin de kendine has birtakım yöntemleri vardır ve geniş bir şekilde bunlara değinmek gerekir.

İşaret ettiğimiz bu yöntemlerin dışında, bir de "dinî yöntem" ile tarihi okuma söz konusudur.

Yani, birazdan izahını yapacağımız bu yöntem, İslam'ın ve diğer dinlerin okuma yöntemidir.

Kısacası bu yöntem, "din perspektifinden tarihi okumaktır."

İşte biz burada bu iki konuyu; (ilmî yöntem ve dinî yöntem ile tarihi okuma konularını) izah etmeğe çalışacağız. 


A- İlmî yöntem ile tarih okumak

"İlmî yöntem" ile tarihi okumak, bazı yönlerden diğerlerinden farklıdır.

Birincisi; ilmi okumalar "kaybı" reddeder.

Bu okuma yöntemi, gözlem, ilmî eserler, tarihi kalıntılar ve tarihçinin ilmî temizliğine dayanır.

Daha doğrusu, tarihçi ilmî okumalarında, onun içerisine dini ve mezhebi okumalarını katmaz, okumasına yalnızca ilmî açıdan yaklaşır ve onu, dini okumalardan temiz tutmaya çalışır.

Yani, onun tarihi okuması da aynen, örneğin kimya ve fizikteki ilmi ve tabii okumalar gibidir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Tarihi olaylara din, mezhep ve ırk açısından bakmaz. 

Daha açıkçası bu konuların alimleri, ilmî okumalarında saydığım o şeylere önem vermezler.

İlim üzerinden tarihi okumaları gerçekleştirenler de meseleye öyle bakarlar.

İşte "ilmi okuma yöntemi" budur ve bu yöntem, çok güvenilir bir okuma yöntemidir.

Bunun içerisine her türlü yalan, hurafe vs. gibi şeylerin girme ihtimali söz konusu değildir. 

Bu okuma yöntemi, "dinî okuma yönteminin" tam zıddınadır.

Zira "dinî okuma yöntemleri", gayeye önem verir ve hedefi öncüler.

Dinî ve ilmi okumalar, daha çok tarihi tefsir etmek için gayret gösterir.

Yani, ilim ve din, tefsir için çaba harcar.

Fakat ilmî tefsir "illete" (sebep kanunlarına), "dinî tefsir" ise, "hedefe" dayanır.

Hedef ise, "illetten" ayrı bir şeydir. Bunlar arasında zatî/yapısal farklılık vardır. 

Örneğin ilim, tabiattaki "gece ile gündüzün" oluşum nedenini okuduğu zaman, nedeninin "yer küresinin dönüşümü" olduğunu söyler.

Gökyüzünden yağmur tanelerinin yeryüzüne döküldüğünün illetini okuduğu zaman da onu getirip, "suyun buharlaşmasına, atmosferin en üst seviyesine çıkmasına ve orada katılaşması sonucu damlacıklara dönüşüp, bunun da yağmur şeklinde yer yüzüne dönüşüne" bağlar.

Görüldüğü üzere ilim, sebeplerle uğraşır ve olan bir şeyi, illetler üzerinden okumaya çaba harcar.

O oluşumun hedef ve gayesi ile asla işi olmaz.

Çünkü ilim der ki, "tabiatın gayesi yoktur."

Bundan dolayı da yalnızca sebeplerin tefsirini yapar.

 
1-  Dinî yöntem ile tarihi okumak.

Din, gayeye önem verir ve der ki, gece ile gündüzün oluşmasındaki gaye, "Geceleri uyuyup istirahat etmeniz, gündüzü, işlerinizi yapabilmeniz içindir" (Yunus: 67).

Yani, dini okumada, gece ile gündüzün oluşmasındaki gaye, "geceleri istirahat ve gündüzleri de rızkı elde etmektir."

Yağmurun yağmasındaki sebep de yer küresindeki "cazibiyet" (çekim gücü) değil, Allah'ın onunla yer yüzünü sulaması, bitkileri çıkartması, hayvan ve insanların susuzluklarını gidermesidir. 

Görüldüğü üzere din, hep gayeden bahseder ve dikkati, hedefe yöneliktir.

Tarihi okumalardaki dinin dikkati de her zaman onun hedefi üzerinedir.

Tarihi, ilmi olarak okumakta da öyledir.

Örneğin tarihçiler, Firavunların eserlerini okurlar.

Bundaki gayeleri, onların nasıl bir yaşam koşuluna sahip olduklarını ve gelecekte onlardan nasıl istifade edeceklerini elde etmek içindir.

Yani, tarihi okumalar, aynen tabiat kanunlarını keşfetmek gibi, tarihçiye ve tarih alimine, geleceğe dair birtakım ilhamlar bahşetmektedir.

Fakat din, yalnızca hedefe yönelir.

Yani, din der ki, örneğin Allah'ın, Nuh, Salih ve Lût kavmini helak etmedeki gayesi, onların Allah'a iman etmediklerinden dolayıdır.

Çünkü Allah'ın nebileri göndermedeki kastı, insanların hidayeti bulması içindir.

Bence bu okuma yöntemlerinin her ikisinde de sorun vardır. 

İlmî okumanın sorunu; hak ile batılı beyan etmemesidir.

Hayır ve şerri gündeme getirmemesidir.

Örneğin, Firavunlar hak mıydılar, batıl mıydılar?

İlmî okuma der ki, benim bu hususlarla işim olmaz.

Ben yalnızca onların hayatını okurum o kadar.

Moğollar ile ilgili hususlarda da öyledir.

Yani ilmi okumalar, Moğolların zalim olup olmadıklarıyla ilgilenmez.

Fakat dini okuma, tam da bunun tersinedir.

Din bir kavmin ya da ferdin hak, batıl, zalim ya da adil olup olmadığına önemser.

Bir haber zayıf, yalan, efsane ve batıl olsa dahi, onu ciddiye alır ve onunla ilgilenir.

Örneğin, Nuh Tufanı bir efsanedir. Bu konuyu Tevrat Babillerden almıştır.

Şayet Nuh Tufanı efsane değil de gerçek olsa, Allah'ın adaletine aykırı olur.

Zira o taktirde, Nuh'un kavmi iman etmedi diye, Allah, tüm alemi helak etmiş sayılır.

Hayvanları, bitkileri ve de insanları, bir avuç insanın iman etmemesinden dolayı gark ediyor.

Yani, şayet bir kavim iman etmez ise, Allah tüm insanları boğuyor.

Salih nebinin kavmine gönderdiği "azap rüzgârı" da öyle.

Allah bu olayda da suçlu suçsuz herkesi o rüzgâr ile helak ediyor.

Bu yapılanların hiçbirinin, akıl ve mantığa uygun olacak bir tarafı yoktur.

Dolaysıyla bu olaylar, efsaneden öte bir şey değildir.

Oysaki Allah, akil ve hekim bir varlıktır.

Böyle bir varlık, o iman etmeyenlere "ölünüz" diyebilirdi ve onlar da hemencecik ölüverirlerdi.

Peki, diğerlerinin suçu neydi?

Dolaysıyla, Kur'an'da geçen bu hikayelerdeki hedef, gayeye dikkatleri çekmek ve onları önemsetmektir.

Çünkü Kur'an, bu gibi hikayeler ile insanda iman oluşturuyor.

Yani Kur'an, insanda imanı artıran her haberi naklediyor.

Müslümanlarda olduğu gibi, Hıristiyanlardaki haberler de dinî oluverdiler ve onlardaki haberlere de din elbisesi giydirdiler.

Amaç; o haberlerin, imanın artmasına vesile olmasıdır.

Kısacası, İslam ve Hıristiyan alimlerin, zayıf ve yalan üzere olan haberleri nakletmelerindeki gayeleri, insanların iman etmelerini istemiş olmalarıdır.

Fakat ilim böyle değildir. İlim, hedeften uzak duruyor.

İlmin; hak, batıl, iman, küfür vs. ile işi olmuyor.

Yani, ilmin imanı, illetin doğru olup olmadığına bakmasıdır.

Hasılı tahkik üzere yapılan bir okuma, nefsanî konulardan uzaktır ve yine herhangi bir şeye bağlılığı da söz konusu değildir.

İşte özet bir şekilde anlattığım ilmî ve dinî okuma metodu budur.

Kısacası, biz Ortadoğulularda bir olayı iki tür okuma biçimi vardır:

  • Ya o olayı dinî zaviyeden okuruz
  • Ya da ilmî zaviyeden. 

Akla şöyle bir soru gelebilir:

Siz Nuh, Salih, Lût, İbrahim vs. gibi peygamberlerin başlarına gelen o olayların efsane olduğunu söylüyorsunuz. Fakat tüm Sünni, Şii ve bâtıni alimleri bu olayların efsane değil gerçek olaylar olduğunu söylemekteler. Burada bir çelişki yok mudur?


Cevap:

Evet, onlar öyle diyorlar. Fakat Mutezile döneminden bu tarafa, ayetlerin aklî veriler ile uyuşup uyuşmadığına da bakılıyor.


Örneğin, "Kim bu dünyada kör olursa o, ahirette de kördür" (İsra:72) ayetinden yola çıkarak, önceleri ayetin zahirine göre onu tefsir ederlerdi.

Oysaki dünyada, nice kör olup da mümin olan insanlar vardır.

Dolayısıyla, bu mantık üzerinden hareketle ayeti tevil edip, bunun zahiri körlük değil de kalbî körlükten bahsettiğini öne sürdüler ve mecazi anlamda bunun kullanıldığını söylediler.

Çünkü şayet bir insan mümin olmasına rağmen cehenneme giderse, onun bu durumu Allah'ın adaletinin hilafına olurdu ve bunun da herhangi bir anlamı olmazdı.

Veya: "Allah'ın eli onların elinin üstündedir" (Fetih :10) ayeti de öyledir.

Oysaki Allah'ın eli yoktur. Bundan dolayı da bu ve bunun gibi ayetlerin, "mecazi" yorumlar olduklarını söylediler.

Dolayısıyla bizler de Kur'an'da ya da başka yerlerde nakledilen hikayeleri, aklımıza havale etme mecburiyetindeyiz. 

Kimi hikayeler aklın ve ilahi hikmetin zıddına olabilir.

Örneğin, "fırka-i naciye/kurtuluşa erecek fırka" hikayesi bunlardan biridir.

Güya peygamber şöyle buyurmuştur:

Benden sonra ümmetim 73 fırkaya bölünecektir, onlardan biri kurtuluşa erip diğerleri helak olacaktır.


Yani, 0,001 kişi cennete girecektir ve 999 kişi de cehenneme atılacaktır.

İşte bu, ilahî adaletin zıddınadır.

Bundan dolayı biz bu hadisi kabul etmiyoruz.

Zira tüm Hindu, Çin'deki Budistler ve diğer gayri semavi inançlara mensup olanlar, inançlarını çevrelerinden elde etmiş kimselerdir.

Yani, insan doğuyor ve sonra da inanç ve kültürünü, içerisinde doğduğu toplumundan alıyor.

Sonra da ölüyor.

Ne İsa'yı tanıma fırsatı bulabiliyor ve ne de Muhammed'i.

Dinden ve Kur'an'dan haberi bile olmuyor.

Böyle birisini şayet Allah cehenneme sokar ise, bu onun için bir zulüm olur.

Dolaysıyla kimi hikâye ve gayri sahih inançlar, "sabiteler" denilen "Allah'ın adalet ve geniş rahmeti" gibi şeyler ile zıtlık oluşturuyor.

Allah'ın adalet ve geniş rahmeti, 0,001 insanın cennete girip diğerlerinin cehenneme girmesiyle asla uyum sağlamıyor.

Örneğin, yalnızca Şiiler cennete gidecek, Sünniler bile cehenneme girecektir ya da Vahhabiler'e göre Sünni-Şii- Batıniler komple cehenneme girecek, bir tek selefiler cennet ehli olacaklardır vs..

Bu gibi batıl inançlar, mantığa ve itikada zıt olan inançlardır.

Bu türden inançlar, beşer zihninin doğurduğu ve ürettiği şeylerdir ve kendimizce yaptığımız tefsirlerdir.

Oysaki akla dayanmalı ve aklî veriler üzerinden bunları tefsir etmeliyiz.

Bizler için hüccet olan da budur.

Hatta söylediğim bu yöntemdeki tefsir, diğer büyük alimlerin görüşlerine muhalif olsa dahi, şayet aklımız ile uyum içerisinde olur ise, bunu tercih etmeliyiz. 

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU