Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve arkadaşlarının yargılandığı mahkeme, yani Yüksek Adalet Divanı (YAD) ya da yaygın kullanılan adıyla Yassıada mahkemesi şüphesiz bağımsız "doğal hâkim" ilkesine göre kurulmuş bir mahkeme değildi.
Yassıada mahkemesi, "12 Haziran 1960 tarihli ve 1 sayılı 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu"'nun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanun"a göre kurulan bir mahkemeydi.
Anayasa hükmündeki bu geçici kanun 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından yürürlüğe konulacak, 1961 anayasa referandumuyla kendince meşruiyet kazanacaktı.
Yassıada mahkemesi, kurulmasında darbecilerin ön ayak olduğu bir özel mahkemeydi.
Her bağımsız olmayan özel mahkeme gibi "doğal hâkim güvencesi" ile yargılama yetkisinden yoksundu.
Mahkeme başkanının, sanıkların itirazlarına "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" cümlesi bu gerçeği daha yargılama sürecinde faş ediyordu.
12 Mart ve 12 Eylül mahkemeleri
12 Mart ve 12 Eylül mahkemeleri de 1960 darbecilerinin lider kurumu MBK'nin bıraktığı anayasaya ve 12 Mart darbecileri tarafından TBMM'ye dikte ettirilen 13 Mayıs 1971 tarihli 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'na göre kurulacaktı.
Bu mahkemelerde, Yassıada mahkemesi gibi, sıkıyönetim ilan edildikten sonra kurulacak ve kuruluş tarihinden önceki eylemlerinden dolayı sanıkları yargılayacaktı.
Her sıkıyönetim askeri mahkemesi gibi, bu mahkemeler de "bağımsız" ve "doğal hâkim güvencesine" sahip mahkemeler olmayacaktı...
Başka bir ifadeyle, 12 Mart ve 12 Eylül mahkemeleri anayasal ve yasal dayanak bakımından Yassıada mahkemesinden farklı değildi.
Geçerken şu gerçeği de ifade edelim ki 12 Mart ama özellikle 12 Eylül yargılamaları sürecinde insanlık, sorgu ve cezaevleri süreçleri bakımından, Yassıada süreciyle kıyas kabul etmez sistematik işkence ve cinayetlere tanıklık edecekti.
Darbe ve demokratik siyaset
Hangi darbenin daha bir işkenceci ve kanlı olduğu, toplum hayatında ne kadar onarılmaz yaralar açıp açmamasını kıyaslama değildir, mesele.
Antidemokratik bir hükümeti seçimle değiştirme olanağı varsa, prensip olarak darbe yoluna sapmamaktır, mesele.
Demokratik siyaset darbeyi engelleyememişse, darbeye ve darbecilere karşı direnme hakkını kullanmaktır, mesele.
Şu veya bu şekilde darbeciler defedilmişse ya da darbeciler kışlalarına geri dönmek zorunda kalmışsa bile darbe suçlarıyla hesaplaşmak/yüzleşmek ve de demokratik siyaset üzerinden darbe kurumlarını tasfiye etmek, toplumsal yaraları adalet duygusuyla sarmaktır, mesele…
Bu bağlamda, kim, hangi kesim, hangi görüş ve eğilime sahip olursa olsun ortak zemin, darbe karşıtlığı ve demokratik hak ve özgürlüklerdir.
"Bana darbe yapılan kötü", "sana yapılan darbe iyi" ya da "ehven-i şerdir" görüşüne sahip olmak darbe yandaşlığıdır.
Bu kadar açık!
Ama…
27 Mayıs Askeri darbesiyle hesaplaşma amacıyla 23 Haziran 2020'de TBMM'ye getirilen yasa önerisinde, Cumhur iktidarının sözcüleri ve imzacıları haklı Yassıada mahkemesini darbe mahkemesi olarak haklı olarak suçlarken,
12 Mart ve 12 Eylül mahkemelerinin o tarihlerdeki anayasalara, yürürlükteki yasalara ve doğal hâkim ilkesine göre kurulduğunu haksız olarak savunacaklardı.
"Bu mahkemeler Anayasa'ya ve milletin temsilcisi olan Meclis tarafından ihdas edilmiş kanunlara, Milletten alınmış bir yetkiye dayanılarak kuruldular" beyanıyla gerçeği ve adaleti ayaklar altına alacaklardı.
12 Eylül 1980'de kurulan sıkıyönetim askeri mahkemelerini oluşturan askeri yargıç ve savcılar ile subay üyelerin mesleki sicil ve atama yönünden nezdinde mahkeme kurulan komutana bağlı oldukları halde, "doğal hâkim" güvencesine sahip olmadıkları halde,
Hukuk eğitiminden geçmemiş kıta subayı başkanlığında kuruldukları halde,
Sıkıyönetim komutanının istediği yönde karar vermeyen mahkeme üyeleri başka görevlere atandığı, hatta mahkemenin toptan kapatılması yoluna bile gidildiği halde,
Bütün bu gerçekleri yok sayan bir siyasi iktidarın 27 Mayıs darbesiyle sahici bir hesaplaşması söz konusu bile olamaz…
Darbeyle hesaplaşmak başka bir şey, fırsatçı bir zihniyetle darbe mağduriyetlerini politik/pragmatik bir zihniyetle istismar etmek başka bir şeydir.
Demokratik siyasetin doğası, darbeci siyasetin "demokrasi havariliği" üzerinden kurduğu algı yönetimine tavırlıdır; darbeci siyasetin yalanlarına kanmayarak ilerler ve demokratikleşir.
…İşte Ali Elverdi, işte "doğal hâkim" yalanı
12 Mart Askeri darbesinin Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idam kararını verirken övünçle şunları söylemeden edemeyecekti:
Sadece askeri görevi yerine getirmedim üzerime düşen politik görevi de yerine getirdim.
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarını idam cezasına çarptıran mahkeme kararlarını hükümsüz hale getiren ve bu kararlardan doğan zararların tazmin edilmesini öngören yasa teklifini 23 Haziran 2020 tarihinde TBMM'ne getiren Cumhur iktidarı sözcüleri ve imzacıları yasa metinlerini hazırlarken ne kadar da isabetli hukukçulardan feyz almışlar.
12 Mart cuntasının kurduğu askeri mahkemede, Deniz Gezmişlerin idam kararlarını askeri ve politik bir görev olarak veren Al Elverdi, itirafının aksine, "tabii hâkim" ilkesine göre yargılama yapıyormuş da sadece biz değil, kendisi de bilmiyormuş…
Demokrasicilik söylemi ardında, darbeye de "ayarlı" Türki siyaset cambazlığını sonuçlarıyla beraber icrası yarınki yazımızın konusu olsun.
27 Mayıs darbesi, demokrasi ve idamlar…
27 Mayıs darbesi Türkiye'nin siyasal sürecini kesintiye uğratan ilk askeri darbe olarak tarihe geçecekti.
Atatürkçü Türk modernleşmesinin tedrisatından geçen küçük ve orta sınıf katmanları ve oralardan gelme, küçük burjuva sol kesimlerin önemlice bir bölümü, 1960 askeri darbesini politik olarak ilerici, demokrasinin önünü açan bir zorunlu müdahale, bir zorunlu hareket olarak gördü.
Onlara göre 27 Mayıs darbe bile değildi.
Bu bakış açısının faydasını en çok da muhafazakâr/milliyetçi kesimler devşirecekti.
Türlü eğilimde darbecilerin anti-DP koalisyonu olarak organize olduğu, içlerinde daha sonra zaten nispi olan demokrasinin "nispi" unsurlarını da rafa kaldıracak faşizan/darbeci eğilimlerin üzerinde durulmadı.
Nitekim darbenin güçlü Kurmay Albayı Alparslan Türkeş tarafından radyo da okunan, 27 Mayıs 1960 askerî darbesini gerekçeleriyle birlikte ilan eden bildiride geçen "demokratik düzeni korumak için demokrasiyi askıya alma" görüşü 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri başta olmak üzere bütün darbelerin ortak görüşü olacaktı.
Ordunun hala tek parti döneminin "bağımsız" ordusu yanılsaması yaşanıyordu.
Tek parti dönemiyle ilgili yanılsamalar bir yana,
Ne Türkiye Atatürk döneminin Türkiye'siydi ne de ordu… köprünün altından akan sular aynı sular değildi.
Türkiye II. Dünya Savaşı sonrasının zamanlarına "ayak uydurma" manevrasıyla çok partili demokrasiye geçmişti.
Egemen sınıf partilerinin dışında, işçi ve emekçi sınıf ve katmanların partilerinin yasaklı olduğu bir demokrasiydi bu!
Devrenin başında Amerikan emperyalizminin olduğu, aşağıda iplerin askerin eline bırakıldığı, Pentagon icazetli Milli Güvenlik Doktrini çerçevesinde, yeni sömürge demokrasisine geçmişti Türkiye.
Sivil siyaset askeri kışla ilişkilerinin devlet dersinin dışına çıktığında darbe yapılacağını, ama askerinde ipi kaçırdığı her seferinde "devlet dersinde" ısrar ettiğinde "darbelerin darbeleri kovalayacağı" bir demokrasiydi bu!
Sovyet sistemi ile emperyalist sistem arasında süren soğuk savaşta, Türk dış politikası dışarıda Amerikan çıkarlarına göre yürütülürken, ülke içinde "iç düşman" esasına göre düzenlenecekti askeri düzen.
Amerikan emperyalizminin düşmanı düşmanımız, dostu dostumuz olacaktı.
Artık dış güçleri dışarıda aramak külliyen yalan dolan olacaktı.
Dış güçler, emperyalistler içimizdeydi, emperyalizm iç olguydu artık.
En büyük kaygımızda güvenlikti.
Kime karşı?
Amerika'nın işaret ettiği düşmanı Sovyet komünizmine karşı…
Öyle ki…
27 Mayıs darbesinin -üstelik- sahadaki derinlerinden kurmay Binbaşı Orhan Erkanlı, Güvenlik-demokrasi ilişkisinde Türk Genel Kurmayına yedirilen Amerikan Milli Güvenlik doktrinini şöyle açıklayabiliyordu:
Bu ülkede pirinç fiyatlarından kara yollarına ve turistik yörelere kadar ulusal güvenlikle ilgili olmayan tek bir sorun yoktur. Eğer çok derin düşünürseniz, bu da bir ulusal güvenlik meselesidir.
Allah aşkına, bu kafadan demokrasi çıkar mı?
Çıkmaz!
"Pirinç fiyatlarından, kara yollarına ve turistik yörelere kadar ulusal güvenlik" kaygısıyla darbe çıkar bu "NATO kafa mermer kafa"dan.
Adına da amiyane deyimle "demokratik düzeni korumak için demokrasiyi askıya alma" der…
Hele de idamlar…
Çok partili demokrasinin oyun kuralı seçimle gelenlerin seçimle gitmesiydi.
Ancak seçimle gelenler darbe ve tabutla gönderilecekti.
Değildi, bu durum ne siyaseten ne de vicdanen kabul edilebilir gibi değildi.
İdamların aile efradında ve muhafazakâr kesimlerde yarattığı çok haklı mağduriyet duygusu bir yana;
Onların asılmasıyla önlerinin açılmasının keyfini yaşayan Demirel gibi Amerikancı, demokrasi yalancısı popülist siyasetçiler on yıllarca bu mağduriyet duygusunu istismar edeceklerdi.
60 darbesine karşı olacaklardı…
Ancak 71 darbesinin arkasında duracaklardı.
1960 darbesinin idamlarına karşı olacaklardı…
"Üçe üç" çığırmalarıyla 1971 askeri darbesinin idamlarını onaylayacaklardı.
Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un ne 60 darbesiyle ne 60 idamlarıyla ilgileri olmadığını bile bile cinayetten sakınmayacaklardı.
"Üçe üç" çığırmalarla 1971 askeri darbesinin idamlarını onaylayacaklardı.
80 darbesine karşı olacaklardı…
Ancak, Milliyetçi Cephe kisvesi ardında toplumu cepheleştirerek, terör stratejisiyle toplumu darbeye hazır hale getirerek, sol toplumsallığı tasfiye edip iktidarı kendilerine teslim edeceği düşüncesiyle, cumhurbaşkanlığı seçimini kilitleyerek, 12 Eylül darbesinin önünü açacaklardı…
Sağıyla soluyla 20 genç asılırken kılları kıpırdamayacaktı.
50 yıllık tanıklığımdır; sağcı, muhafazakâr, milliyetçi partiler darbelere karşı olmadılar…
İdamlara karşı olmadılar…
Sadece onlar mı?
Ulusalcı kesimlerde olmadılar…
Bakmayın siz bazılarının yalandan Deniz Gezmiş aşkına…
Onların aşkı imal ettikleri ulusalcı Deniz'edir…
Cumhur iktidarı bu geleneğin devamıdır.
Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam kararlarının yok hükmünde sayılması apaçık istismar siyasetidir.
Bu siyaset onaylanamaz, bu siyasete destek verilemez.
Çünkü darbelere ve idamlara karşı olmak başka bir şey insanların acısı üzerinde siyasete karşı olmak başka bir şey.
Bitirirken, 27 Mayıs destekçilerine ek, birkaç cümle…
Tarihe bakalım…
Her şey bir yana 1960'lara doğru DP iktidarı ciddi olarak yıpranmıştı.
Gençlik hareketlenme eğilimi gösteriyordu.
En önemlisi bu hareketlenmek işçilere ve köylülere sirayet etmeye başlamıştı.
1960'lara doğru dünya da hareketlenme eğilimi içine girmişti.
Yani DP iktidarı o şekilde süremezdi zaten.
Darbe bütün bunların önünü kesti.
Eriyen siyasete "can simidi" oldu.
…
27 Mayıs darbesi, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin önünün açılmasına da örnek oldu.
27 Mayıs anayasasında, darbe sürecindeki icraatlarından dolayı darbecilerin yargılanmasını yasaklayan 4'üncü madde, 12 Eylül anayasasında Geçici 15'inci madde oldu.
MBK tavsiye kararları 12 Mart ama özellikle 12 Eylül Anayasası'nda siyasetin ön öncelikleri arasına girdi.
Söz konusu bu darbeci sızmalara rağmen, 27 Mayıs darbesinin yarattığı en olumlu sonuç Birinci Meclis anayasasından sonra en demokratik anayasasını yapmak oldu.
Ancak onu da aslında askerin yapmadığını, bu çatlaklar üzerinden öğretim üyelerinin, bilim insanlarının yaptığını unutmamalı.
Antidemokratik, darbe ayarlı, popülist siyasetin, Menderes ve arkadaşlarının idamını nasıl istismar ettiklerini, bu siyasetin halka ve demokrasiye neye mâl olduğunu unutmayalım.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish