Mehdi'nin ya da o ismi kullanan insanların kendilerini kitlelere kabullendirmedeki başarısı, halkın dine karşı olan sevgisindendir.
Yani insanlar dini sevdiklerinden dolayıdır ki, (gerçeğini bir kenarda tutar isek) birçok uyanık kimseler onların bu sevgilerinden istifade edip, din üzerinden insanları kandırmaktalar.
Örneğin, Suriye gibi ülkelerin başına din adıyla tescilli teröristler iş başına gelip, o ülke halklarına yönetici olmuşlardır.
İşte buna "istiğlal" (dinden kendi lehine yararlanma) denir ve bu türden insanlar "din maskesi" ile işlediği cinayetlerinin üzerini kapar ve hala da kapamaktalar.
Tarihte, "din adına" bir ülkenin yönetimini eline geçiren teröristler kadar insanları katleden başka bir "muvahhit kadrosu" görülmemiştir.
Diğer bir ifadeyle; insanlık tarihinde bunlar kadar yöntemlerinin bu denli dikta oluşu ve insanları kıtal ile kendi mezheplerini kabule zorlayışı asla söz konusu olmamıştır.
Fakat maalesef imam Mehdi'nin zuhurunda onun yapacakları işlerini aynı şekilde göstermek isteyenler de yok değildir.
Bunlarınki gerçekte dini hâkim kılmak değil, kendi algılarındaki siyasal otoriteyi tesis etmektir.
Diğer bir ifadeyle, "din adına siyasal diktatörlük kurmaktır."
Veya "din ya da Mehdi üzerinden çıkar sağlamaktır."
Daha doğrusu dini, siyasal otoritenin hizmetinde kullanmaktır.
Oysaki Moğollar da Asya'yı hakimiyetleri altına alıp 200 yıl civarında o toprakları yönetmişlerdir.
Onların o bölgede hakimiyet kurmaları, tabi ki hak olduklarının delili değildir.
Şayet meseleye hak ve batıl üzerinden bakar ve her güçlünün hak olduğunu kabul eder isek, o taktirde Karl Marx'ın düşüncelerini savunanlar da 80 yıl dünyayı bilek zoruyla yönetip hakimiyet kurmuşlardır.
Dolayısıyla da Karl Marx ve Stalin'in de hak olduklarını kabullenmek gerekir.
Oysa biliyoruz ki bunların bu denli güçlü oluşu, hak oluşlarının delili değildir.
İyi bakıldığında Karl Marx ve Moğolların dinden kendi çıkarları için faydalanmadıkları görülmektedir.
Onlar alenen tüm dünyaya; "Biz güç sahibiyiz ve kim bize muhalefet eder ise onu yok eder ve kafasını koparırız" dediler.
Fakat din adına bunu onlar gibi yapanlar, delikanlıca öyle söylemediler.
Bundan dolayı da bunlarınki daha çok tehlikelidir.
Tehlikesi ise kendi hakimiyetlerini güçlendirmek için dini alet etmeleri ve Mehdi'yi sömürmeleridir.
Şayet kurdukları otorite adil ise, ne âlâ.
İmam Ali'de de asıl olan adalet idi.
Nitekim Ali; "yönetimim tümüyle elimden çıksa ve halkım benim aleyhime dönse dahi, ben adaletten vaz geçmem" diyordu ve sonunda öyle de oldu.
Kendisine başkent olarak seçmiş olduğu Kûfe şehrinde yaşayan halk, onun aleyhine dönüştü ve onun adaletli yönetimine tahammül edemeyenlerden, "Hariciler" diye bir grup oluştu.
10 bin kişilik bir ordu tertipleyip imam Ali'ye baş kaldırıldı.
İmam bunu da önemsemedi ve "ben adaletin çocuğuyum" deyip onlarla savaştı.
Onlar, imam Ali'nin bu adaletinden vaz geçmediğini görünce, onu şehit edip dünyevi varlığına son verdiler.
İşte din budur.
Yani din, siyasi sulta ile zıtlaştığı taktirde, mütedeyyin insanın "devlet başkanlığı" elinden gitse dahi, onun "dini" tercih etmesidir.
Fakat din adına istiğlalda bulunanlar (dini kullanıp ondan çıkar elde edenler.) Muaviye'den itibaren din üzerinden bolca çıkar elde ettiler.
Nitekim Emevîler ve onlardan biri olan Muaviye, başında olduğu hükümetin, "Allah'ın hükümetidir" dediği tarihi kayıtlarda mevcuttur.
Özellikle de Muaviye sürekli bir şekilde "Ey mülk (hüküm) sahibi Allah. Sen dilediğine mülkü (hükümeti) verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın" (Al-i İmran: 26) ayetini okuyup ve o ayete dayanarak derdi ki, "Allah bu mülkü (hükümeti) bana vermiştir vs."
İşte tehlikeli olan burasıdır.
Bu tehlikeyi sezmesinden dolayı imam Hüseyin Emevîlerin aleyhine baş kaldırdı.
Elbette ki imamın gayesi, hükümeti ele geçirmek ve hilafet makamını elde etmek vs. değildi.
Çünkü her aklı başında insan biliyor ki, imam Hüseyin'in 70 küsür bir küçük grup ile kocaman bir imparatorluğu devirip onu ele geçirmesi mümkün değildir.
İmam Hüseyin'in o isyandaki asıl maksadı, Emevîlerin İslam adına yaptıkları yönetimin "meşruiyetini" yok etmek ve onun kutsallığını ortadan kaldırmaktı.
Bundan dolayıdır ki imam Hüseyin'in o isyan hareketinden sonra her yıl peş peşe Emevî yönetiminin aleyhine başkaldırılar gerçekleşmiştir.
Diğer bir ifadeyle, Emevîler iş başından uzaklaştırılana kadar, Tavvabun, Muhtar Sakafı, Zeyd b. Ali vs. hareketleri devam etmiştir.
Bunun nedeni, imam Hüseyin'in, Emevîlerin yönetiminden meşruiyeti kaldırmasıydı.
Buradan harekele diyebiliriz ki, imam Hüseyin'in kıyamının en büyük yönü, Emevî yönetiminin meşruiyet boyutunu ortadan kaldırmasıdır.
Bir yönetimden "meşruiyet" kaldırıldıktan sonra, onun tepesinde kim olursa olsun, hatta Yezit ve Mervan b. Hakem de olsa ve dünya durdukça onlar da o yönetimin başında dursa, yine de hiçbir değeri olmaz.
Dolayısıyla, din adına yapılan ve tesis edilen bir yönetim için en önemli şey, kendi çıkarının değil, dinin menfaatlerinin korunmasıdır.
"Din" adına sulta kurup ona sahiplenmek, gerçekte dini bozmaktır.
Halkın hatası ise, din adına yapılan her yönetimin, Allah'tan olduğunu kabullenmeleridir.
Oysaki öyle bir din, Allah ile savaşmak ve O'nu inkâr etmektir.
Çünkü halk "bu Allah'tandır" derken, kimi yöneticiler yaptıkları kimi icraatları ile Allah'ı inkâr ediyorlar.
Gerçekte imam Hüseyin (as) Emevîlere karşı baş kaldırıp onların yönetiminin meşru olmadığını ilan etmekle, insanlar hayli rahatladı.
Çünkü Emevîler, her ne kadar kurdukları o otoriteyi Allah adına yürüttüklerini iddia etseler de insanlar onların, er geç Allah'tan taraf olmadıklarını ve kendi çıkarları için dini otoriteyi kullandıklarını anlamış oldular.
Tekrardan Mehdi meselesine dönecek olursak; Mehdi'nin geleceği konusunda Yahudi, Hristiyan, İslam uleması, filozof ve arifler de ona iman ederler.
Yani bu saydığım kesim, her ne kadar farklı isimler ile "Mehdi" ye hitap etseler de gerçekte onlar da bir kurtarıcının var olduğunu kabul ederler.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Sünniler, Mehdi henüz doğmamış ama doğacaktır derler, Şiiler; yani isna aşariye, Zeydiye, İsmailiye, Filozoflar vs., onun doğduğuna inanırlar.
Yani Mehdi meselesine inanmak, yalnızca basit ve avam insanların işi değildir.
Nitekim önceden de "Şii mezhebinin varlığının, şu andaki 'beklenen imama' iman etmenin üzerine tesis edildiğini" söylemiştik.
Evet, ben ve benim gibi düşünenler, imam Mehdi'nin varlığına iman ediyoruz.
Fakat biz diyoruz ki onun varlığı, "enfüsi" varlıktır.
Şii ve Sünniler ise onun varlığının "harici" varlık olduğuna inanırlar.
Biz de onun hariçteki varlığını kabul etmiyoruz.
Çünkü Mehdi'nin harici varlığından söz eden rivayetlerin istisnasız tümü hurafedir, ayrıca kimse de imamı görmüş değildir.
Yani onunla ilgili rivayetlerin tamamına yakını yalan ve yarısı da hurafelerden ibaret ve akıl dışı sözlerdir.
Örneğin, (şayet doğru ise) imamın dünya nüfusunun 3/2 sini katletme meselesi.
Ya da beklenen Mehdi'nin Mekke'de zuhur edip sonra da Medine'ye geçeceği ve Medine'de Ebu Bekir ve Ömer'in kabirlerini açıp, cesetlerini çıkarıp, onları bir ağaca asıp teşhir edeceği konusu.
Acaba böyle bir düşünceyi herhangi bir cahil kabul eder mi?
Yine imamların ricat etme meselesi de öyle.
Yani Mehdi ölecek ve onun ölümünden sonra İmam Ali yeniden dünyaya gelip 300 yıl kadar hüküm sürecektir.
Bunlar çocuksu sözlerdir ve bu türden efsaneler, bin bir gece masallarında dahi yoktur.
Kısaca söylemek gerekirse, şu andaki dünyada "akılcılık" hayli ilerlemiştir.
Bundan dolayı da Şii alimler bu türden efsaneleri pek de gündeme getirmiyorlar.
Çünkü insanlar, bu türden rivayetlerin batıl ve çürük rivayetler olduğunu artık anlıyor ve Şii din adamları da halkın bunlara inanmadığını biliyorlar.
Sünni ve Şii kesimin alimleri yalnızca "nebi bunları söylemiştir(.)" diyor ve peşince de hemen şu rivayeti naklediyorlar:
Bir zaman gelecek ki, benim soyumdan biri gelecek, adı adımdan olacak ve… yer yüzü zulüm ile dolduktan sonra o adalet ile dolduracaktır vs.
Bu türden rivayetler hem Şii hem de Sünni kültüründe mevcuttur ve her iki kesim de bu türden rivayetlere dayanıyor.
Yoksa, her iki ekolün de din adamları, genel rivayetleri avam halka intikal etmiyorlar.
Ayrıca imamın yalnızca Şiilerin elinde olması gibi çirkinlik arz eden rivayetleri de nakletmiyorlar.
Yani o rivayetlere göre, Mehdi gelip tüm alemi Şii olmaya icbar edecektir.
Hatta Müslümanları dahi katledecektir.
Oysaki rivayetlerin söylediği şeyleri Kuran söylemiyor.
Şii alimlerin Mehdi hususundaki istinat ettikleri Kuran ayetleri de çok ilginçtir.
Örneğin şu ayete dayanıyorlar:
Biz ise, o topraklarda ezilmiş olanlara lütfederek onları önderler yapmayı ve onları mirasçılar kılmayı istiyoruz. (Kasas: 5)
Şii alimleri der ki Kasas Suresi ayet 5'teki bu cümle, imam Mehdi'ye işaret eder.
Oysaki bu ayetin İsrailoğullarına ait olduğu güneş gibi ortadadır.
Zira onun peşince gelen Kasas 6 ayeti de bizim bu sözümüzü doğruluyor. Ayet şöyledir:
O topraklarda onlara egemenlik vermeyi; Firavun'a, Haman'a ve askerlerine onlar (İsrailoğulları) tarafından (gelmesinden) korktukları şeyi göstermeyi istiyoruz. (Kasas: 6)
Bu iki ayet, İsrailoğulları hakkında nazil olmasına rağmen, Şii alimleri bunların Mehdi hakkında nazil olduklarını iddia ederler.
Yani, Şii alimlerin Mehdi hakkında ellerinde Kuran'dan herhangi bir ayet mevcut değildir.
Bundan dolayı biz diyoruz ki, imam Mehdi'nin varlığı hususunda ilmi açıdan ne herhangi ilmi ne rivai ve ne de tarihi bir delil mevcut değildir.
Şayet olsaydı, o yeterli olurdu. Hatta Sünni alimlerin büyükleri de bu konuyu reddetmekteler.
Arifler ise, Mehdi konusu ile ilgili özel bir yorumda bulunurlar.
Yani arifler, Mehdi hususunda ilmi, rivai ve tarihi delilleri ciddiye almazlar.
Onlardaki delil "Keşfi'ş-Şühud" delilidir.
Yani onlar için söz konusu olan şey "keşif" durumudur.
Onların keşfi de aynen Musa nebinin keşfi gibidir.
Musa da kimi hakikatlere keşif yoluyla vakıf olmuş ve Hızır ile bu yolla buluşmuştur.
Meryem de Ruhü'l-Kudüs'ü keşif haliyle müşahede etmiştir.
Nitekim ayetde "Biz ona düzgün bir insan şeklinde görünen ruhumuzu göndermiştik." (Meryem 17) diye geçiyor.
Mehdi de öyledir. Yani tüm alimler onu görebilirler, fakat görmeleri keşif haliyle mümkün olabilir, harici vücuduyla onu görmeleri mümkün değildir.
"Keşif"ten kastımız; "insanın uyku ile uyanıklık arasındaki bir durumda oluşudur."
Yani, böyle bir durumdaki insan ne uykuda ve ne de uyanık bir halde olur.
Bu ikisinin ortasına "keşif haleti" denir.
Böyle bir durumda bir insan 5 dakikada, hatta 1 dakika içerisinde, "melekut alemi" diye bilinen başka bir alemi görür.
Bu alem (melekut alemi) hakkında Kuran İbrahim nebiye şöyle der:
Biz İbrahim'e delille akıl yürütmesi, kesin bir ilme ve imana sahip olması için göklerin ve yerin muhteşem saltanatını öylece gösteriyorduk. (Enam :75)
Yani, bu alem (melekut alemi), keşif alemindendir.
Ayet ise, "İbrahim için bu alemin kapılarını açtık" diyor.
Şu anda bizler dünya aleminde perdeliyiz ve burada adeta uykudayız, yani uyanık değiliz.
Ama kimi insanlar yer yer o alem ile irtibata geçebiliyor.
Ona da "keşif alemi" denir.
Yani o alemde uyku, hayal, vs. yoktur.
O alem, gerçek bir alemdir ve orası da bir "hakikattir."
Gerçekte Allah da öyledir. Allah'ın varlığı da gerçek bir varlıktır, fakat O'nun varlığı hariçte değildir.
Yani, Allah evren ya da evrenin bir bölümü değildir.
Onun varlığı da evrendedir.
İnsanların kalbinde 6'nci bir his daha vardır.
Yani, o bildik 5 hissiyat ile aklın dışında, bir de insanın kalbinde başka bir his vardır.
İşte o his ile insan, akıl ve öteki 5 hissin keşfedemeyeceği şeyleri mükaşefe etme imkanına sahiptir.
Biz, buna inanıyoruz ve bunun da bu alemde mevcut olduğunu kabul ediyoruz.
Buradan hareketle diyebiliriz ki tüm insanlarda, imam Mehdi'nin olma ihtimali vardır.
Yani Mehdi de Allah gibidir, O da bütün insanlarda mevcuttur.
Allah tek değil, aynen güneşin nuru gibidir.
Güneş her ne kadar bir olsa da fakat onun milyarlarca ışığı buralarda, bağ ve bahçelerde mevcuttur.
Yani güneş birdir ama, yaygındır.
Bizce "enfüsi varlık" zaruridir.
Nitekim önceden de naklettik ki arifler bir sözlerinde şöyle derler:
Bir insanın manevi yolda Hızır'sız yürümesi mümkün değildir.
Hızır; yani "beklenen Mehdi" ya da cesede bürünmüş "Ruhü'l- Kudüs."
Bu durum gerçekten gereklidir.
Çünkü insanoğlu sürekli birtakım hata, tehlike ve zorluklarla karşılaşabilir.
Mehdi'nin öncülüğünde ve onun irşat etmesiyle de bunların tümünü aşabilir.
Hatta bir insanın yanılması ve kriz içerisine girmesi de mümkün olabilir.
Ona da Mehdi gelip onu da doğrultabilir.
Fakat şayet bir insanın yanında imam Mehdi yoksa, o insan da aynen, yanında Allah'ın olmadığı birisi gibi olur.
Birkaç kez sapkınlık geçirdiğinde, ümitsizliğe düşmüş olabilir.
Fakat kalbi derinliklerinde imam Mehdi'ye iman eden birinin, krize girip kaygılarına teslim olması mümkün olmaz.
O tür insana herhangi bir zararın dokunması da mümkün değildir.
Dolayısıyla, psikologlara göre de ümit ve beklenti olmadan, hayat da olmaz ve ümit yaşamın temelidir.
Ümidin karşılığı ise ümitsizliktir. Böyle bir insan intihar bile edebilir.
Boşuna bir hayal de yaşamış olabilir.
Zaten psikolojik hastalıkların temeli de ümitsizliktir.
Örneğin insan birkaç kez sınavlara girer ama bir şey elde edemez.
Ya da herhangi bir ticari işle uğraşır ama başarı elde edemez.
Böyle bir durumda da intihara kalkışabilir ya da bir cinayet işleyebilir.
Dolayısıyla da yaşamı berbat olur.
Fakat beklenen Mehdi'ye iman eden birisi, kendini güven içerisinde hisseder.
Çünkü o insan, yanında Allah ile irtibat içerisinde olan bir imamın bulunduğuna inanmaktadır.
Nitekim Hristiyanlarda da 2000 yıldan bu tarafa hayatta bulunan bir Mesih'in varlığına iman ettikleri için kendilerini korudukları söylenebilir. Önemli olan da budur.
Hatta kiliselerdeki Papazların vaazlarını dinlediğimizde şöyle dediklerine şahit oluyoruz:
Bizim diğer dinlerden farkımız vardır ve o da şudur:' İslam, Yahudi ve Zerdüşt dinleri, kendi nebilerinin öldüğüne iman ederler. Bir tek bizim nebimiz hayattadır ve bir tek biz Hristiyanlar hayatta olan bir nebiye iman ediyoruz. Çünkü bizim Mesih'imiz gerçekten hayattadır ve mevcuttur. Bizler de hayatta olan bir nebi ile irtibat içerisindeyiz. Fakat İslam açısından bütün nebiler vefat etmiştir. Yani Müslümanlar kendi nebilerinin de öldüğüne iman ederler. Yahudiler de kendi nebilerinin öldüğüne iman ederler.
Oysaki İslam dini açısından da İsa Mesih ölmemiştir.
Çünkü Kuran:
"Onlar İsa Mesih'i ne öldürebildiler ne de çarmıha çekebildiler." (Nisa :157) diyor.
Oysaki bütün Hristiyan alemi onun öldürüldüğünü ve dara çekildiğini söyler.
Peki Kuran neden bunu kabul etmez?
Çünkü Kuran'ın birçok ayetinde; "Şüphesiz biz elçilerimize ve iman edenlere, dünya hayatında ve şahitlerin duracakları gün ebette yardım edeceğiz." (Mümin :51) diye söylüyor.
Yani Kuran, şayet İsa'nın öldürüldüğünü ve dara çekildiğini kabul etmiş olursa, o taktirde onun; "Allah nebilere yardım ediyor" iddiası suya düşmüş olur.
Bundan dolayı Kuran'ın "onu dara çekmediler" demesi gerekir.
Ve yine bu nedenle: "Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti" (Nisa: 158) demesi icap eder.
Yani Hristiyan rivayetleri derler ki, "İsa Mesih önce dara çekilip öldürüldü, 3 gün sonra da dirilip gök yüzüne babanın yanına gitti."
Fakat İslam öyle demiyor. Baştan itibaren "onu ne öldürdüler ne de dara çektiler" diyor.
Bu ayette Şii ve Sünni ulemanın çözmesi gereken önemli bir sorun vardır ve o da şudur:
Şii ve Sünni alimleri derler ki, İsa Mesih gök yüzüne kaldırıldı, fakat Mehdi gelince, İsa da gök yüzünden yer yüzüne nazil olacaktır.
Peki, İsa Mesih niçin nazil oluyor?
Çünkü, Müslüman algıda Kuran, "Herkes ölümü tadacaktır" (Al-i İmran: 185) demiştir.
Şayet İsa Mesih semada olur ise, Kuran bu sözü boşuna söylemiş olacaktır.
Bundan dolayı onun da nazil olup ölmesi gerekir ve Müslümanlar bu ayeti temize çıkarsınlar diye, onu da yer yüzüne indiriyorlar.
Böyle bir durumda da bundan daha derin bir sorun ile karşı karşıya geldiklerinin farkında değillerdir ve o da şudur:
"Şayet İsa Mesih yer yüzüne nazil olur ise, o taktirde Muhammed nebi hatemü'l-Enbiya (Nebilerin sonuncusu) olma özelliğini yitiriyor ve onun yerine İsa Mesih "nebilerin sonuncusu" oluyor. Buna rağmen Şii- Sünni Müslüman müfessirler bunun farkında değillerdir.
Onlara şunu sormak lazım:
Acaba İsa Mesih gökten yer yüzüne nazil olunca, hangi vasfı ile nazil olacaktır?
Diyecekler ki "tabi ki nebi vasfı ile nazil olacaktır."
Yani Allah onun elinden nübüvvetini alıp öyle nazil etmeyecektir.
Peki o taktirde "hatemü'l-enbiya" Muhammed nebi değil de İsa Mesih olmayacak mıdır?
Bu türden algıların ve ayetleri yanlış tefsir etmenin ne kadar yanıltıcı olduğunu görüyor musunuz?
Tüm Hıristiyanlar İsa Mesih'in öyle olduğunu kabullenmelerine rağmen, Müslümanlar onun öyle olmadığını iddia ediyorlar.
Biz, İsa Mesih'in, Şii ve Sünni alimlerin iddia ettikleri gibi olduğuna inanmıyoruz.
Hatta Mesih'in şu tabii alemde olduğunu da kabul etmiyoruz.
Bize göre Mesih, "enfüsi", "ruh" ve "melekut" alemindedir.
Evet İsa Mesih canlıdır, fakat Mesihilerin kalplerinde canlıdır ve ölmemiştir.
Yani gerçeği öyledir. Mesih yalnızca düşüncelerde değildir. Düşünce hayal olabilir.
Mesih tüm Hıristiyanların gönlünde hayattadır.
İngiliz Filozof Arnold Joseph Toynbee'nin, 12 ciltlik A Study of History adlı eserinde, inanışlarla ilgili şöyle bir görüşü vardır. Der ki:
Akidenin oluşumu 3 aşamalıdır. İlk aşamada inanış bir "farazadır/düşüncedir."Örneğin Allah ya da Mehdi itikadının ilk aşaması, bir düşünce olarak başlamıştır. İkinci aşaması" "tehaarüç" tür. Yani insanın, sahip olduğu o düşüncesinin hariçte var olduğunu tasavvur etmesidir. Diğer bir ifadeyle; o düşüncesinin hariçte kendini Kilise, Papaz vs. şeklinde göstermesidir. Örneğin Allah'a itikat ilk başlangıçta bir düşünceydi.
Daha sonra bu düşünce, Allah'ın hariçte var olduğuna dönüştü. İnsan bu düşüncesini çocukluk döneminde ve okuduğu derslerde oluşturmuştur. Ailesi ve okuduğu kitapları ona "Allah vardır" diyordu. Ya da örneğin "imam Mehdi mevcuttur" gibi düşünceleri ona empoze ediyordu. Böylece bu düşünceler çocuğun zihnine ekiliyor, sonra da böyle bir varlığın dışarıda da olduğu tasavvur ediliyor. Üçüncü aşaması "dahili itikattır."
Başka bir deyişle, bu inanışlar insanın dahiline giriyor ve "enfüsi inanç" oluveriyor.
Yani insan şuuru ile Allah'ın varlığını hissediyor ve nefsinin derinliklerinde Allah'ın varlığını kabullenmeye başlıyor.
Yoksa Allah dışarıda bir dağ, deniz ve güneş gibi var değildir.
Kısacası "Enfüsi varlık", varlığın üçüncü aşamasıdır.
Biz de diyoruz ki evet, enfüsi varlık, bu 3'üncü aşamadır.
Fakat enfüsi varlık vehim/hayal değildir.
Yani Allah mevcuttur, fakat onun varlığı, "mevcut varlık" değildir, "enfüsi varlıktır."
Bu varlık da alemin "ruhudur" veya "ruhun" cinsindendir, "maddenin" cinsinden değildir.
İmam Mehdi ve İsa Mesih de böyledir.
Bunlar da vardırlar, fakat varlıkları "ruhani"dir. "Cismani" değildirler.
Böyle bir anlamdaki varlığa birsi "Hızır" diyebilir.
Kimisi de bu varlığı "Ruhu'l- Kudüs" veya "Mesih" ya da "Mehdi" olarak isimlendirebilir.
Dolayısıyla isimler muhtelif olsa da anlamları aynıdır.
Gerçek şu ki insanoğlunda bir güç vardır ve o güç vasıtasıyla "Keşf-i Şühud" da bulunup kimi hakikatleri keşfedebiliyor.
Bunlar, çok az bulunan hallerdir ve her insanın buna kabiliyeti vardır.
Yani herkes bu hakikat alemini keşfedebilir.
Bundan dolayı bütün arif ve sofular, insanın hakikati idrak edebilmesi için, nefsi eğitmenin ve kalbi tasfiye etmenin şart olduğunu söylerler.
Çünkü zayıf bir kalp ve şehvet hastalığına yakalanmış olan bir insanın hakikati idrak edebilmesi söz konusu olamaz ve bunlarla da melekut alemine varamaz.
Böyle bir kabiliyet ancak insanda, nefsini eğitip ve kalbini tasfiye ettikten sonra oluşur.
Böylece de imam Mehdi, Mesih vs. nin hakiki varlığını keşfedebilir.
Fakat önceden de defaatle söylediğimiz gibi onların gerçek varlığı, bu tabiat aleminde değildir.
Şunu da arz edeyim ki "karşılıklı etkileşim alanı" 2 sınıftır.
Biri; "ferdin toplum içerisinde karşılıklı etkileşimde bulunduğu alan." (Örneğin, iş, okul ve arkadaş çevresi gibi alanlar, sosyal ilişkileri kapsar ve bu durum, toplumsal normlar ve kurallar çerçevesinde şekillenir.)
Diğeri de kişinin "bireysel olarak karşılıklı etkileşim alanı."
Yani şahsın "özel hayatı ve kişisel sınırları." (Örneğin duygusal, zihinsel ve fiziksel olarak bireyin kendine ait olan alanı.) Bu alan, özgürlük ve mahremiyet içerir.
Bence, toplumsal alanda Mehdi'yi beklemek gereksizdir.
Çünkü toplumsal alan, insanların ortak alanıdır ve bu alanda çalışma ve çaba göstermek gerekir.
Örneğin insanlar bu alanda Demokratik bir sistem kurmalılar.
Bu, toplumun görevidir. Bunu tesis etmek için imam Mehdi vs. yi beklemeye gerek yoktur.
Çünkü bu, insanların hakkıdır ve aynen hayat gibidir. Bunu talep etmek gerekir.
Mesela insan bir doktora ihtiyaç duyduğunda "imam Mehdi gelecek ve bana şifa edecektir1" diye onu beklemek doğru değildir. Fakat manevi ihtiyaçlarda ve şahsi meselelerde bunlara ihtiyaç hissedebilir.
Diğer bir deyişle ihtiyaç iki kısımdır;
- Bireysel ihtiyaç.
- Toplumsal ihtiyaç.
Bireysel ihtiyaç örneğin; emniyet, sağlık, iman, vs. gibi şeylerdir.
Bunlarda insan, dahili selameti arzu eder.
Yani insanda bir gerilme ve stres olduğunda bundan kurtulmak ister. Buna "bireysel ihtiyaç" denir.
Bir de toplumsal ihtiyacın varlığından söz ettik.
Örneğin devlet, sistem, düzen, intizam vs. gibi şeyler toplumsal ihtiyaçlardır.
Bu türden sosyal ihtiyaçlarda beklenti içerisinde olmak ve Mehdi'yi beklemek doğru değildir.
Fakat enfüsi şeyler, yani bireyin ruhsal durumunu etkileyen faktörlerle ilgili beklenti içerisinde olmak faydalıdır.
Nitekim bir hadiste de şöyle geçer:
En büyük ibadet, kurtuluşu beklemektir.
Yani bu hadis, sabır ve umut içinde kalmanın, ibadet kadar değerli bir erdem olduğunu vurguluyor.
Zorluklar karşısında dayanmak ve kurtuluşu beklemek ise, derin bir manevi anlam taşır.
"Kurtuluşu beklemek" oturarak ve hiçbir şey yapmadan beklemek değildir.
Sürekli umut içerisinde bulunmaktır.
Örneğin birisinin işinde, geçiminde, şirketinde, sağlığında vs. bir sorunu varsa ve herhangi bir sorun ile karşı karşıya kalmış ise, ümitsizlik içerisine düşmemeli ve o kutsal varlığın gelip onu kurtaracağına inanmalıdır.
Yani insan, tüm kapıların üzerine kapandığını da düşünebilir ve bir yol bulamıyor da olabilir.
Hatta bir ümitsizlik içinde de olabilir.
Fakat bu durumlardan kurtulması için, onun Allah'a, Mehdi'ye ve İsa Mesih'e inancının bulunması da gerekir. Bu gibi inanış zaruridir ve "beklenti" burada kaçınılmazdır.
İşte "En büyük ibadet, kurtuluşu beklemektir" hadisinin verdiği mesaj budur.
Oysaki Şiiler bu kurtuluşu, zamanın en sonuna bırakıyor ve Mehdi'yi o zamanda bekliyorlar.
Bu doğru bir bekleyiş değildir. Bu bekleyişten kasıt şudur:
Bir insan, içerisinde bir sıkıntı hissettiğinde, ondan bir yardımın gelmesini beklemelidir.
Yani şunu beklemeli ki Allah, şahsen beni şu sıkıntı ve stresten kurtaracaktır.
Çünkü her insanın yaşamı boyunca birtakım sıkıntıları bulunur ve hayat sıkıntısız olmaz.
İşte bu beklentiden kasıt, insanı ümitsizliğe düşmekten kurtarmasıdır.
Böylece o insanda hayata küsme, insanlardan nefret etme vs. gibi şeyler söz konusu olmaz.
Dolayısıyla her an ve her dönemde kurtuluş ışıkları vardır.
Hatta şu anda dahi mevcuttur ve bu da zaruridir.
Böyle bir beklenti hepimiz tarafından arzu edilir, fakat siyasi meselelerde beklenti yıkıcı olur.
Şiilerin bin yıldır ki boyunları eğik ve teslimiyet içerisinde yaşadıklarını müşahede ediyoruz.
Çünkü onların inandıkları Ehl-i Beyt'ten gelen bir rivayet onları o hale getirmiştir ve onlara "takiye ediniz" denmiştir.
Ayrıca "her bayrak, bizim kaimimizin kıyamından önce dalgalanırsa, o sapkınlıktır." diye söylenmiştir. İşte bu, "selbi bekleyiştir."
İmam Humeyni bu bekleyişi ortadan kaldırdı.
O büyük devrimi yapmakla "takiyeyi" de yok etti ve dünyanın en güçlü ülkelerinin karşısında yer aldı.
Çin ve Ruslar, o kadar güçlü olmalarına rağmen bunu yapamadılar.
Son olarak seküler akıl ile hareket edenlere şunu söylemek isterim:
Bu tür insanlar, dini düşüncelere yakın bir gözle bakmalılar. Yani dini düşüncelerin tümüyle zayıf iradeli insanlara ait olduğunu düşünmemeliler. Şu maddi alem, görünen bu varlık aleminin yalnızca bir yüzüdür, dolayısıyla da diğer alemleri terk etmemeliler.
Laik ve seküler düşünceliler yalnızca maddi alemi görüyorlar.
Oysaki bu maddi alem, hatta ilim vs. gerçekten de insanı tatmin etmiyor.
Günümüz Batı topluluklarında maneviyatın gerekliliğinden söz ediliyor.
Hatta psikologlar dahi bu hususa vurguda bulunuyor ve maneviyatın gerekli olduğundan söz ediyorlar.
Çünkü "maneviyat" başka bir alemdir.
Son dönemlerdeki Batılı akil insanları şöyle bir sonuca vardılar:
Tek başına maddi alem ile yetinmek olmuyor.
Başka bir aleme de yönelmek gerekiyor.
Tabi ki tabii alemi kabul ediyorlar, fakat bununla birlikte Allah'ı ve gaybi meseleleri de inkâr etmiyorlar.
"Gayb alemi, başka bir alemdir" diyorlar.
Onlar buna "melekut alemi" derler.
Hindu, Budist, Hristiyan, Sünni, Şii ve tüm arifler, başka alemlerin varlığına da iman ediyorlar.
İman ettikleri o alem, "değerler", "ruhlar" ve "melekut" alemidir, "maddi alem" ise bedenin alemidir.
Laikler ve bizim gibi aydın olanlar, tabi ki dinin tüm hurafelerden temizlenmesini talep ediyoruz.
Fakat bu, dinin tüm boyutlarının hurafe olduğu anlamına gelmemektedir.
Dolayısıyla, dini terk edip yalnızca maddeye inanmak doğru değildir.
Hayır. İnsanın ruhaniyete de ihtiyacı vardır.
Evet, bizler, tabii ilimlerde bilimi kabul ediyoruz, fakat insanın ruha da ihtiyacı vardır ve maneviyat ruhun gıdasıdır.
Yani dindarların dine olan taassuplarından onları kurtarmaya çalıştığımız gibi, laiklerin de maddeye olan taassuplarından kurtulmaları için onun da mücadelesini vermeliyiz.
Çünkü bunların ikisi de tehlikelidir.
Herkesi bu ikisinin ortasını bulmaya davet ediyoruz ve bununla ancak insanın saadetli olabileceğini düşünüyoruz.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish