Yer Almanya'nın Bonn kenti, soğuk bir 22 Kasım sabahı…
Konferans salonuna adımımı attığımda, henüz yerlerine yeni oturan katılımcıların üzerinde derin bir dikkat hâkimdi.
Kimi katılımcılar heyecanlıydı; kimileri ise yılların yorgunluğunu sırtında taşıyan bir ihtiyatla sessiz, mağrur bir şekilde bekliyordu.
Fakat hepsinin ortak bir tarafı vardı: Bu konferansa geliş bir merakın değil, bir zorunluluğun sonucuydu.
Çünkü bir kez daha "çözüm" konuşulacak, bir kez daha belirsizliklerle dolu bir ihtimal tartılacaktı.
Fısıltılar arasında kimi diaspora temsilcilerinin birbirine Kürtçe selam verdiğini, kimi akademisyenlerin notlarını son kez gözden geçirdiğini görmek, günün atmosferini daha ilk dakikalardan hissettiriyordu.
Not düşeyim: Geçirdiğim ağır grip nedeniyle yazının yayını birkaç gün ertelendi; okurlarımızdan anlayış bekliyorum.
Barış Araştırmaları Derneği (QAD) tarafından düzenlenen "Birlikte Yaşamı Şekillendirmek: Türkiye'de Çözüm Süreci ve Gelecek Perspektifleri" başlıklı konferans, Türkiye'de demokratikleşme süreci ve barış ihtimallerini uluslararası bir platformda tartışmaya açtı.
Konferansa özellikle akademisyenler, siyasetçiler ve gazeteciler davet edildi.
Saat 10.00'da başlayan paneller, üç oturum üzerinden aynı gün saat 18.00 civarında sona erdi.
Açılışta Abdullah Öcalan, Selahattin Demirtaş ve Selçuk Mızraklı'nın mesajlarının okunması, tartışmaların başında hem politik hem de sembolik bir ton kazandırdı.
Mesajlar okunurken salonda ilginç bir sessizlik hâkim oldu.
Bu sessizlik, sıradan bir saygı duruşu değil; hafızanın geriye doğru titrek bir yürüyüşüydü.
O mesajlar, yıllardır aynı döngüde gidip gelen bir meselenin hâlâ çözüm ihtimaline sahip olup olmadığına dair ortak bir sorgulama yaratıyordu.
İnsanların yüzlerinde "Bu kez farklı olabilir mi?" ile "Bunun daha önce nereye vardığını biliyoruz" duyguları iç içeydi.
Günün ilerleyen saatlerinde konuşmalar yoğunlaştıkça, salona sinen atmosfer giderek daha net bir profile büründü.
Artık ortada yalnızca barışa dair bir arayış yoktu; bunun hangi zeminde, hangi ilkesel çerçevede mümkün olabileceğine dair diaspora kaynaklı bir politik sorgulama vardı.
Bilmeyenler için QAD, Şubat 2024'te tutuklu eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın öneri ve katkılarıyla Almanya'da kuruldu.
Merkezin amacı, özellikle Kürt meselesi bağlamında barışın tesisine ve korunmasına, halklar arası anlayışın güçlendirilmesine katkıda bulunmak olarak tanımlanıyor.
Üç oturum boyunca konuşmacıların ses tonları bile sürecin ruhunu anlatıyordu. Kimi zaman yükselen bir öfkeyi, kimi zaman yorgun ama ısrarcı bir umudu, kimi zaman da mesafeli, ihtiyatlı bir dikkat hâlini…
Fakat en çok da bir arayış hâkimdi: Hâlâ mümkün olan bir barışın parametrelerini kırılgan zeminde nasıl ayakta tutabiliriz?
Konferansın hemen her oturumunda derin bir sessizlik hakimdi.
Son oturumlarda ise atmosferde belirgin bir değişim oldu.
Akademik sunumların ardı sıra gelen değerlendirmelerde, tarihsel hafızanın ağırlığı ile güncel jeopolitik dönüşümlerin soğuk realizmi yan yana duruyordu.
Bu kesişim, katılımcıları yalnızca Türkiye siyasetinin dar çerçevesine değil, Ortadoğu'nun yeniden şekillenen dengelerine de bakmaya zorluyordu.
Herkes farkındaydı: Artık mesele yalnızca içerideki demokratikleşme açmazı değil, bölgesel güç mücadelesinin ortasında tüm engel ve baskılara direnen bir halkın statü arayışıydı.
Soru-cevap bölümlerinde ise katılımcıların yoğun biçimde söz almasıyla salonun dinamizmi belirgin şekilde arttı.
"Demokratik barış uzun soluklu bir dönüşümdür"
Kapanış konuşmasını yapmak üzere İsviçreli tarihçi Prof. Hans-Lukas Kieser kürsüye çıktığında, gün boyunca biriken tartışmaların üzerinde adeta bir üst çatı kuruldu.
Prof. Kieser'in sakin, ölçülü ama nokta atışı tespitleri, Türkiye'nin yüz yıllık çıkmazlarıyla boğuşan bir halkın dışarıdan tutulmuş bir aynasını görüyormuşum gibi bir etki yaratıyordu.
Üç oturumluk program saatler boyunca akıp giderken, salonda şaşırtıcı bir canlılık vardı; kimse yorulmuş görünmüyordu.
Bu da konferansın boş bir akademik rutin değil, gerçekten işleyen bir tartışma zemini olduğunun kanıtıydı.
Program öncesinde Prof. Kieser ile konuşup röportaj talebimi ilettiğimde memnuniyetle kabul etmişti.
Yine de konuşmasının en sona bırakılması, yüzünün kenarında beliren hafif mahcubiyetten anlaşılacağı üzere, kendisini biraz rahatsız etmişti.
Kürt meselesine dair tartışmaların yıllardır aynı döngüye sıkıştığı bir dönemde, uluslararası barış çalışmaları alanının deneyimli isimlerinden Prof. Hans-Lukas Kieser'in kapanış konuşması ve sonrasında yaptığımız özel röportaj, sürecin seyrine ilişkin yeni bir çerçeve sundu.
Kieser, Türkiye'deki çözüm arayışının artık yalnızca ülke sınırları içinde değerlendirilemeyeceğini vurgulayarak tartışmayı daha geniş bir bölgesel bağlama taşıdı.
Bu değerlendirme, hem Türkiye'nin iç siyasetinde hem de Ortadoğu'daki dengelerde yeni bir dönemin habercisi niteliğindeydi.
Kapanış konuşmasında ise mesaj son derece açıktı:
Demokratik barış uzun soluklu bir dönüşümdür.
Zürih Üniversitesi'nde Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye tarihi ve diasporası üzerine çalışmış Prof. Kieser, kapanış konuşmasında süreç boyunca dile getirilen güvensizlik, plansız başlangıç ve belirsiz zamanlama gibi eleştirilere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez devletin en üst düzeyde Kürt meselesini çözmek üzere masaya oturmasının "tarihi bir kazanım" olduğunu vurguladı.
Prof. Kieser'in altını çizdiği en kritik tespitlerden biri ise şuydu:
Kürt demokratik güçleri artık sürecin dışarıdan gözleyen bir nesnesi değil, süreci belirleyen asli bir aktördür.
Tüm tarafların da farkında olduğu bu aktörlük, yalnızca siyasal temsil kapasitesinden değil, Kürt toplumunun uzun yıllara yayılan mücadelesi boyunca biriktirdiği siyasal, kültürel ve toplumsal sermayeden besleniyor.
Bu nedenle bugün gelinen eşik, sadece devletin tercihleriyle değil, Kürt toplumunun çok katmanlı deneyimiyle şekillenen daha karmaşık bir siyasal yapıya işaret ediyor.
Barışın farklı türleri olduğuna dikkat çeken Prof. Kieser, Lozan Antlaşması'nı "elitist barış" (iktidar ve ekonomi elitleri arasında imzalanan barış) olarak nitelendirirken, bugün aranan çözümü "demokratik barış" olarak tanımladı.
Kieser, demokratik barışın hayata geçebilmesi için insan hakları, eleştirel tarih, katılımcı demokrasi ve eşit yurttaşlık gibi başlıkların tartışmaya açılması gerektiğini vurguladı.
Bu çerçevede, mevcut sürecin yalnızca çatışmasızlıkla sınırlı tutulmasını eleştiren Prof. Kieser, şu uyarıyı yaptı:
Silahların susması bir başlangıçtır; barış değildir. Gerçek barış, devletin demokratik kapasitesini geliştirmesiyle ve toplumun tüm kesimlerinin eşit yurttaşlık temelinde yeniden tanımlanan bir siyasal zeminde buluşmasıyla mümkündür.
"Kürt diasporası mesafeli değil, yapısal çözüm talep ediyor"
Kapanış konuşmasının hemen ardından Prof. Kieser ile yaptığım söyleşi, konferansın gölgede kalan ancak kritik bir boyutunu daha görünür kıldı: Kürt diasporası.
Programın bütününe bakıldığında, tartışmaların yalnızca Türkiye merkezli bir çözüm arayışını değil, diasporanın sürece dâhil edilmesi yönündeki yeni yaklaşımı da yansıttığı açıkça görülüyordu.
Bu tablo aslında son dönemin siyasi işaretleriyle de örtüşüyor. Hatırlayalım:
Hem Öcalan'ın Kürt diasporasına yönelik yaptığı "ikna" çağrısı, hem de Devlet Bahçeli'nin Öcalan'ın "diasporaya yeniden çağrıda bulunması gerektiği" yönündeki çıkışı, sürecin artık diaspora boyutunu göz ardı edemeyeceğini gösteriyor.
Prof. Hans-Lukas Kieser, diasporanın tutumunu şöyle değerlendirdi:
Mesafeli duruş, barışa karşı olmak değil; daha sağlam, daha eşitlikçi bir çözüm talebidir.
Diaspora, sürecin yüzeysel adımlarla geçiştirilmesinden çekiniyor. Bu nedenle Türkiye'deki olumlu havayı zaman zaman "aşırı iyimser" bulabiliyor.
Kieser'a göre bu durum bir gerginlik değil, aksine süreci denetleyici bir denge üretiyor.
Bu nedenle Kürt diasporasının görüşlerinin mutlaka dikkate alınması gerekiyor; aksi halde göz ardı edilmesi, Kürtlerin ulusal çıkarlarına ciddi zarar verebilir.
Türkiye'nin üçüncü taraflara direnci: Avantaj ve dezavantaj
Ankara'nın dış arabuluculara karşı takındığı mesafeli duruşu Kieser şöyle çerçeveliyor:
Barış, üçüncü tarafların dayatmasıyla kurulamaz; aktörlerin birbirini meşru muhatap kabul etmesi gerekir. Ancak teknik uzmanlık, güven artırıcı mekanizmalar ve izleme süreçleri gibi konularda uluslararası deneyimden faydalanmanın önünü tamamen kapatmak da fazla içe kapanmacı bir tutum olmakla birlikte, şeffaflıktan ve adil müzakere ortamından da uzak olabilir.
Entegrasyon ve asimilasyon riski
Öcalan'ın süreç bağlamında dile getirdiği ve kendi kavramsallaştırmasıyla "pozitif entegrasyon" olarak tanımladığı yaklaşımın, yıllardır mücadele edilen asimilasyon riskini artırıp artırmadığı sorusunu Prof. Kieser'e yönelttiğimde değerlendirmesi dikkat çekiciydi.
"Bu kavram, kimlik politikaları açısından çift yönlü bir potansiyel taşıyor" diyerek devam etti:
Eşit yurttaşlık temelinde bir entegrasyon modeli kurulabilir; ancak bunun asimilasyonla kolayca yer değiştirme riski çok yüksek.
Avrupa ve özellikle İsviçre'deki tarihsel örnekleri hatırlatan Kieser, kimliğe saygılı bir entegrasyonun mümkün olduğunu, fakat bunun ancak samimiyet taşıyan demokratik reformlarla desteklenmesi hâlinde sürdürülebilir olacağını belirtti.
Yakın vadede "büyük sembolik adımlar" beklemenin gerçekçi olmadığını ifade eden Kieser, aksine küçük ölçekli ama güven artırıcı icraatların sürecin kaderi açısından çok daha etkili olacağını söyledi.
Bunları şöyle sıraladı:
Siyasi tutukluların serbest bırakılması, kayyum uygulamalarına son verilmesi, gerillaların dönüşü için sembolik ve güvenli yeniden entegrasyon mekanizmalarının oluşturulması.
Prof. Kieser'e göre bu adımlar yalnızca teknik düzenlemeler değil, Kürt kamuoyunun gerçek niyet algısını belirleyecek kritik eşikler.
Ankara'nın zayıflayan manivelaları ve artan ihtiyaç
Prof. Hans-Lukas Kieser'e göre bugün Ankara'nın çözüme duyduğu ihtiyaç geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde artmış durumda. İçeride meşruiyet arayışının sürdüğünü, dış politikada ise özellikle Suriye/Rojava sahasında Türkiye'nin etkisinin belirgin biçimde daraldığını ifade etti. Kieser, bu durumu şu sözlerle özetledi:
SDG'nin bölgesel entegrasyon ihtimali, Türkiye'yi daha pragmatik davranmaya zorluyor. Bu nedenle çözüm süreci artık sadece Kürt meselesi bağlamında değil, Ankara'nın jeopolitik manevra alanının geleceği açısından da kritik bir rol taşıyor.
Prof. Kieser, Kürt toplumunun bugün sahip olduğu çoğulcu yapı, örgütlü kapasite ve kültürel-siyasal birikimin yalnızca bir direnç kaynağı değil, aynı zamanda "tarihin önemli bir birikmiş sermayesi" haline geldiğini vurguladı.
Bu birikimin süreç üzerindeki rolünü ise şu metaforla anlattı:
Büyük kapılar bir anda açılmaz. Ama doğru zemin kurulduğunda açılır ve yeni fırsatlar doğar.
Barışa destek, sürece dair kaygılar
Almanya'daki Alevi ve Ezidi temsilcileri, Kürt iş insanları ile Almanya Kürt Toplumu Başkanı Ali Ertan Toprak'ın da aralarında bulunduğu sivil toplum temsilcileri, süreci genel olarak desteklediklerini ifade etseler de- hatta bazıları metinlerinde "koşulsuz destek" ifadelerine yer verse bile- salonda hissedilen temkinli duruş dikkatlerden kaçmıyordu.
Bu çerçevede söz alan Ali Ertan Toprak, sürecin "Kürdistani bir perspektiften" okunması gerektiğini belirterek son derece net bir vurgu yaptı:
Kürtlerin birinci önceliği Türkiye'nin demokratikleşmesi değil; ulusal, demokratik ve kültürel haklarının tanınmasıdır.
Toprak, Kürt meselesinin Türkiye'nin iç demokratikleşme sorununa indirgenemeyeceğini ifade ederken, demokratikleşme adımlarının esas olarak Türk çoğunluğun sorumluluğunda olduğunu; diğer halkların ancak bu süreci destekleyebileceğini dile getirdi.
Kürtlerin yıllardır dile getirdiği ulusal ve demokratik taleplerin hâlen karşılık bulmamış olmasının, sürecin merkezinde "yapısal bir paradoks" yarattığını vurguladı.
Ayşegül Doğan ve Prof. Hamit Bozarslan: Barışın yeni tanımı
DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan ile siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan'ın yer aldığı oturum, konferansın tartışma derinliği en yüksek bölümlerinden biriydi.
İki isim zaman zaman farklı perspektiflerden yaklaşsa da ortak bir tespitte birleştiler: Kürt meselesi artık eski araçlarla yönetilemez; çözüm, devletin ve siyasetin yapısal bir dönüşümünü zorunlu kılıyor.
Ayşegül Doğan, Türkiye'de barış kavramının uzun yıllar boyunca "silahların susması" ile özdeşleştirilmesinin süreci istikrarsız kıldığını hatırlattı.
Ona göre gerçek bir çözüm, eşitlik, adalet ve onurlu yaşamı temel alan yeni bir toplumsal sözleşmeden geçiyor.
Sürecin meşruiyeti için şeffaflık, parlamenter denetim ve İmralı ile doğrudan iletişim kanallarının açılması vazgeçilmez.
Doğan, partisinin süreç boyunca kamuoyuna açıklık ilkesini uyguladığını belirterek, muhalefetin izleme komisyonuna katılmamasını "ciddi bir demokratik paradoks" olarak niteledi.
Prof. Bozarslan ise Türkiye'nin son on yılda zaman, mekân ve dil algısına ilişkin kolektif güvenini yitirdiğini ve bunun bir tür "medeniyet çöküşü" anlamına geldiğini söyledi.
Ancak bu çöküşün aynı zamanda yeniden kurulum ve yüzleşme için tarihsel bir fırsat sunduğunu vurguladı.
AİHM kararlarının uygulanmaması ve hukuki zafiyetler meşruiyet krizini derinleştirirken, Ankara'nın bölgesel yalnızlaşmasının devlet aklını çözüm arayışına artık bir tercihten çok zorunluluk üzerinden bağladığını ifade etti.
Bozarslan'ın en çarpıcı vurgularından biri ise Rojava'nın artık bölgesel bir aktör haline geldiği yönündeydi.
Türkiye'nin yeni güvenlik mimarisini bu gerçeklikten bağımsız kuramayacağını belirtti ve şu cümlesi oturumun en çok not alınan ifadelerinden biri oldu:
Rojavasız bir Suriye ve Rojavasız bir Kürdistan düşünülemez.
Konferans salonundaki genel atmosferi özetleyen duygu, sürecin bir yandan zorlu bir yolculuğun başlangıcı olduğu; öte yandan da gerçekçi bir fırsat aralığı açtığı yönündeydi.
İhtiyat ve umut, tartışmalar boyunca birbirine eşlik eden iki temel duygu olarak belirgin biçimde hissedildi.
Prof. Sancar: Sürecin merkezinde artık örgüt değil, devlet kurumları ve demokratik zemin var
Konferansın 3. oturumuna katılan DEM Urfa Milletvekili ve İmralı Heyeti üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar, sürecin güncel durumu ve öncelikleri hakkında önemli değerlendirmelerde bulundu.
Toplantının soru-cevap bölümünde Sancar'a, PKK'nin fesih kararı sonrası örgütün "terör listesinden" çıkarılmasıyla ilgili herhangi bir resmi veya gayriresmî görüşme yapılıp yapılmadığını sordum.
Sancar, bu tartışmaların sürecin işleyişiyle uyumlu olmadığını vurguladı:
Şu anda resmen kendini feshetmiş bir yapıdan söz ediyoruz. Böyle bir örgütün çıkıp ‘beni terör listesinden çıkarın' talebinde bulunması söz konusu değil. Barışa katkı sunmak isteyen tarafların uyum sağlaması gereken aktörler, örgüt değil; ilgili devlet kurumları ve uluslararası mekanizmalardır. Sürecin ilerlemesini isteyen herkesin bu kurumsal çerçeveye uyum göstermesi gerekir.
Prof. Dr. Mithat Sancar: Sürecin merkezinde artık örgüt değil, devlet kurumları ve demokratik zemin var
— Independent Turkish (@TurkishIndy) December 2, 2025
PKK'nin feshi ve "terör listesi" tartışması: Taraflar arasında görüşme oldu mü?
Barış mümkünse, bu kez ne değişmeli?https://t.co/EsZoutRVqH pic.twitter.com/L6VgFi0iYA
Prof. Sancar'a ayrıca, anayasanın ilk üç maddesinin tartışmaya kapalı olması ve yüzleşme adımlarındaki tıkanıklığa dair de sorarak:
Bu yüzleşmeler gerçekleşmeden Kürtler adına somut bir olumlu sonuç nasıl ortaya çıkabilir?
Sancar, anayasa tartışmalarının sağlıklı bir zemine kavuşması için özgür ve güvenli bir ortamın şart olduğunu belirtti:
Anayasayı sağlıklı bir şekilde tartışabilmemiz için özgür ve güvenli bir ortam şart. Bu ortam olmadan yapılacak her tartışma yeni ayrışmalara ve kilitlenmelere yol açabilir. Elbette anayasa ile ilgili hem içerik hem yöntem açısından görüşlerimiz var; ancak öncelikli olan yöntemdir. Herkesin rahat ve özgür biçimde katılabileceği bir tartışma zemini yaratılmadan, somut ve yapıcı sonuçlar beklemek mümkün değildir.
Sancar'ın değerlendirmeleri, barış sürecinin artık örgütten ziyade devlet kurumları ve uluslararası mekanizmalar üzerinden ilerlediğini ve anayasal tartışmaların somut sonuçlara ulaşabilmesi için güven veren bir demokratik ortamın şart olduğunu ortaya koyuyor.
Ancak Sancar'ın PKK'nin fesih kararıyla ilgili yanıtı, konuyu takip edenler açısından tam ikna edici sayılmayabilir.
Örgütün kendi fesih kararı, listeleri tutan kurumlar için yalnızca değerlendirmeye alınacak bir veri olarak görülüyor.
Asıl belirleyici olan, kararın mali ve sahadaki etkilerle desteklenip desteklenmeyeceği; bunun da Türkiye ve ilgili devletlerin uygulayacağı prosedürlere bağlı olduğudur.
Konferans sona erdiğinde koridora çıktım. İnsanlar hâlâ küçük gruplar hâlinde tartışıyordu; aralarında politik bir yorgunluk değil, birikmiş deneyimin ağırlığı vardı.
Bu, "eşikten dönmüş" bir halkın sabırlı ve dikkatli bakışı gibiydi.
Artık sorulan soru "Barış mümkün mü?" değil, herkesin zihninde yankılanan şuydu:
Eğer mümkün olacaksa, bu kez ne değişmeli?
Binanın çıkışında, katılımcıları tek tek uğurlayıp gelmelerinden dolayı teşekkür eden Süleyman Demirtaş'ın samimi ve sempatik tavrı, yüzlerdeki ciddiyete karşın insani bir dokunuş kattı.
Sonuç olarak Bonn'daki bu konferans, yalnızca akademik bir buluşma olmanın ötesinde, diaspora ile çözüm süreci arasında yeni bir ilişki alanının şekillenmeye başladığı bir eşik niteliği taşıyor.
Katılımcılar, hem umut hem ihtiyatla bu eşikten geçerken, Türkiye'de barışın ve demokratik meşruiyetin yol haritasının yeniden çizilmesi gerektiğini daha derinden kavrıyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish