Ekim 2024’ten bu yana Türkiye siyasetinde, özellikle Kürt meselesi bağlamında yaşanan gelişmeler; barış, müzakere ve çözüm süreçlerinin yeniden gündeme gelebileceğine dair ipuçları taşıyordu. Bu ipuçları bugün itibariyle daha görünür hale geldi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
PKK’nin silah bırakma çağrısı, sadece bir örgütsel pozisyon değişikliği değil, aynı zamanda siyasal atmosferin yeniden yapılandığı bir eşiğe işaret ediyor. Bu gelişme, bir süredir ısrarla dillendirilen görüşlerin ve politik pozisyonların doğruluğunu da teyit etmiş oldu.
İyimserlik suçlandı
Barış ve çözüm arayışlarını öteden beri küçümseyen, kişisel hırslarını siyasetin önüne koyan ve sürece yönelik analiz yerine kuşkucu pozisyon alan yaklaşımlar, PKK’nin feshiyle birlikte ciddi bir meşruiyet kaybına uğradı. “Olmaz”lar üzerinden kurulan, süreci itibarsızlaştırmaya yönelik bu okuma biçimi artık sürdürülebilir değil.
Dahası, bu karşıtlık zemininde siyaset yapan aktörlerin, sürecin ikinci aşamasında ortaya çıkacak güvenlik ve meşruiyet ihtiyacına verecek bir yanıtları da bulunmuyor.
Barış süreci boyunca, sürece umutla yaklaşanlar çoğu zaman “fazla iyimser”, “naif” ya da “gerçeklikten kopuk” olmakla eleştirildi. Süreci savunanlar, “dönülmesi gereken bir yoldan ilerleyenler” olarak etiketlendi. Ancak toplumsal deneyim, eleştirilerin yalnızca uyarı değil; çoğu zaman bir engelleme refleksiyle dile getirildiğini de ortaya koydu.
Bugün birçok kesim, geçmişte mesafeli durduğu pozisyonlara yakınlaşırken, “ben demiştim” yarışına giriyor. Bu durum, Türkiye’de siyasal hafızanın ne kadar kırılgan olduğunu ve kolektif öğrenme kapasitesinin ne derece zayıf kaldığını da gösteriyor. Fakat siyaset, sadece söylem üretme değil; aynı zamanda risk alma ve bedel ödeme alanıdır.
Jeopolitik puzzle’ın bir parçası
Barış sürecinin yeni bir aşamaya evrilmesi, yalnızca Türkiye iç siyasetinin dinamikleriyle açıklanamayacak kadar çok katmanlı bir dönüşümü ifade ediyor. Kürt meselesini yalnızca devlet ile Kürt siyasal aktörleri arasında çözümlenecek sınırlı bir denklem olarak okumak, süreci dar bir çerçeveye hapsetmek olur. İçerideki gelişmeler, küresel siyasetteki güç kaymalarının ve bölgesel yeniden yapılanmaların da bir sonucu olarak okunmalı.
Türkiye’nin uluslararası alandaki yeni pozisyonu bu çerçevede hayati önemde. İstanbul’un Rusya-Ukrayna barışı için önerilen müzakere merkezi olması, Hindistan ile Pakistan arasındaki gerilimlerde arabuluculuk girişimleri ve ABD’nin eski başkanı Trump’ın Türkiye’ye dair pozitif açıklamaları, bu yeni konumlanmanın göstergeleri arasında. Aynı şekilde, Suriye’den Gazze’ye, Ukrayna’dan Afganistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada savaş sonrası yeniden inşa süreçlerinde Türkiye’nin yer alma isteği de bu küresel bağlamın bir parçasıdır. Tüm bu unsurlar, “Kürt barışı”nın da aslında çok daha büyük bir jeopolitik puzzle'in iç parçası olduğunu gösteriyor.
Şovenist havuzda buluşmalar
Bu gelişmelerin, özellikle devlet içindeki kimi ulusalcı kliklerde bir rahatsızlığa yol açtığı görülüyor. Muhtemelen sistem içindeki olası bir tasfiyeye dair sezgisel bir kaygı taşıyorlar. Ve evet, geleneksel olarak uyum gösteremeyenlerin sistem dışında bırakıldığına dair hafızaları taze. Bu da onların neden "galeyana" geldiklerini de açıklıyor.
Bu bağlamda, ana muhalefeti sürece dair pozisyon almaktan caydırmaya dönük bir propaganda hattı göze çarpıyor. Bugün sağdan sola, en uçtan merkeze kadar birçok çevrenin aynı şovenist havuzda buluşması ise şaşırtıcı değil. Özellikle CHP’ye yakın mecralarda, partiyi ulusalcı ajandaya çekmeye dönük hamlelerin giderek arttığı görülüyor. CHP lideri Özgür Özel’i bu doğrultuda pozisyon almaya zorlayan bu söylem hattı, doğrudan bir provokasyon zemini sunuyor. Eğer bu çizgi ana muhalefeti sürecin dışına iterse, hem Kürt seçmenle kurulan kırılgan ilişki zedelenir, hem de CHP, barış sürecine etkin müdahale şansını yitirir.
Bu nedenle, “vatan, millet, bayrak elden gidiyor” söylemleri eşliğinde toplumu galeyana getirme çabalarına karşı dikkatli olmak gerekir. Süreci provoke etmeye çalışan bu yapılar, farklı toplumsal kesimleri birbirine kışkırtarak, siyasal kutuplaşmayı derinleştirme stratejisi güdüyor. Bu bağlamda, devletin kendi iç klik çatışmalarını çözme sorumluluğu, sürece zarar vermeden, dışa taşmadan yürütülmelidir. Soğukkanlılık, bu geçiş döneminde en önemli politik duruştur.
Barışın toplumsal meşruiyeti, yalnızca iktidarın tutumuyla değil, aynı zamanda muhalefet cephesinin iç çelişkileriyle de doğrudan bağlantılıdır. Sürece dair hiçbir gelişmeyi olumlu karşılamayan, kendini daima dışarıda ve haklı konumda tutan bir muhalif söylem tarzı, özellikle sol-sosyalist cenahta ciddi bir direnç noktası oluşturuyor.
Bu kesimin bir kısmı, kendilerini her gelişmenin merkezine koyma alışkanlığıyla hareket ediyor. Mücadeleyi, acıyı ve siyasi bedeli yaşamış kesimlerin deneyimlerini küçümseyen; “en doğruyu yalnızca ben bilirim” tonunda konuşan bu yaklaşım, barışın toplumsal sahiplenilmesini de zayıflatıyor.
Barış için cesaret
Bugün bir eşikteyiz. PKK’nin silah bırakma kararı, yeni bir sürecin kapılarını aralarken; bu süreci nasıl okuyacağımız, nerede duracağımız, kimlerle yol yürüyeceğimiz gibi sorular yeniden önem kazanıyor. Barışın mümkün olduğunu düşünenler için bu sadece politik bir tercih değil, aynı zamanda ahlaki bir sorumluluktur. Çünkü barışı savunmak, savaşsız bir gelecek tahayyülüne ortak olmaktır. Bu nedenle yapılması gereken ilk şey, “biz” diyebilmenin imkanlarını yeniden kurmak, kişisel hesapların ötesine geçebilecek bir siyasal ve entelektüel perspektif geliştirmektir.