Yeni bir dünya savaşı mümkün mü? Tehditler, algılar ve stratejik körlük (Bölüm 2)

Dr. Osman Gazi Kandemir Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Shehzil Malik

Önceki bölümden: Hatırlatma

Bu yazının birinci bölümünde, yeni bir dünya savaşı beklentisinin Batı kamuoyunda neden ve nasıl güçlendiğini analiz etmiştik. Güncel anketler üzerinden toplumların savaşı artık uzak bir ihtimal değil, somut bir olasılık olarak gördüğünü ortaya koyduk.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Ardından Ukrayna, Çin-Tayvan, İran-İsrail ve Hindistan-Pakistan gibi eşzamanlı jeopolitik fay hatlarını ele alarak, çoklu kriz kümelerinin nasıl zincirleme bir çatışma riskini artırdığını gösterdik. Son olarak, tarihten alınabilecek dersleri; 1914, 1939 ve Soğuk Savaş bağlamında tartışarak, geçmişin uyarılarını bugünün koşullarıyla yeniden değerlendirdik. Bugün devam ediyoruz.


Teknoloji ve savaşın yeni cepheleri

Yapay zekâ, siber saldırılar ve otonom sistemler

Yüzyılın savaş senaryoları artık tanklarla değil, terabaytlarla başlıyor. Savaşın biçimi, yalnızca kullanılan silahlardan değil, karar süreçlerinin nasıl şekillendiğinden de etkileniyor. Bugün bu sürece yön veren en kritik unsur ise teknoloji.


Siber savaş ve kritik altyapı tehdidi

Geleneksel savaşlarda enerji santralleri bombalanırdı; şimdi tek bir siber saldırı bir ülkenin elektrik şebekesini, bankacılık sistemini ya da hava trafiğini felç edebiliyor. 2010’dan bu yana Estonya’dan İran’a, Ukrayna’dan ABD’ye kadar birçok ülke, doğrudan devlet destekli olduğu düşünülen siber saldırılarla hedef alındı. Kritik altyapının siber kırılganlığı, askeri caydırıcılığın ötesinde, sivil hayatın devamlılığını riske atan bir kırılganlık yaratıyor.

Bu tür saldırıların geri planı çoğu zaman belirsizdir; failin kim olduğu kesinleştirilemeyebilir. Bu belirsizlik, saldırıya misilleme yapılmasını zorlaştırdığı gibi, yanlış hedeflendirme veya tırmanma riskini de artırır.


Yapay zekâ ve otonom karar zincirleri

Yapay zekâ temelli karar destek sistemleri artık istihbarat analizlerinden hedef belirlemeye, hatta savaş alanında ölümcül kararlar almaya kadar geniş bir yelpazede kullanılmaya başladı. ABD, Çin, İsrail ve Rusya gibi ülkeler, savunma sanayiinde otonom sistemlere ciddi yatırımlar yapıyor.

Bu durum şu soruyu doğuruyor:

Komuta ve kontrol, algoritmik bir hata ya da veri manipülasyonu ile savaş başlatabilir mi?

Otonom sistemler yalnızca daha hızlı karar alma imkânı sunmuyor, aynı zamanda komutayı insandan uzaklaştırarak sorumluluğu da dağıtıyor. Bu da hesap verebilirliği azaltıyor ve savaş başlatma eşiğini düşürüyor.


Uzayın militarizasyonu: Yeni sınır

Artık savaş yalnızca kara, hava ve denizle sınırlı değil. Uzay tabanlı askeri altyapılar -uydu ağları, GPS sistemleri, gözetleme platformları- hem stratejik iletişimin hem de sivil altyapının temelini oluşturuyor. Çin'in 2007'de gerçekleştirdiği anti-uydu (ASAT) testiyle kendi Fengyun-1C meteoroloji uydusunu kinetik bir füze ile vurması, uzayın militarizasyonunda kritik bir dönüm noktası oldu ve binlerce enkaz parçası yaratarak uluslararası tepkilere yol açtı.

ABD, benzer bir testi 1985'te (Solwind uydusu) ve Çin'in ardından 2008'de (USA-193 casus uydusu) gerçekleştirirken, Hindistan 2019'da "Mission Shakti" operasyonuyla alçak yörüngedeki bir uyduyu imha ederek uzay savaş yeteneğine sahip dördüncü ülke oldu. Bu testler, uzayda artan silahlanma yarışını ve "silahsızlanma eksikliği"ni açıkça ortaya koyuyor. 

Özellikle Çin'in 2007 testi, yarattığı uzun süreli enkaz bulutu nedeniyle uzay güvenliğini tehdit eden bir örnek olarak kayıtlara geçti. ABD ve Rusya'nın bu testleri eleştirisi, Hindistan'ın 2019'daki hamlesiyle daha da karmaşıklaşan uzay stratejik denklemini gözler önüne seriyor. Uzaya taşınan askeri rekabet, potansiyel bir savaşta ilk hedefin yerde değil gökyüzünde olabileceğini düşündürüyor.


İklim krizi ve kaynakların savaşı

Su, gıda, göç ve eko-jeopolitik gerilimler

İklim değişikliği artık yalnızca çevre bakanlıklarının konusu değil; savunma stratejilerinin de merkezinde yer alıyor. Zira artan sıcaklıklar, kuraklık, yükselen deniz seviyesi ve aşırı iklim olayları; kaynakları daraltıyor, toplumsal huzursuzluğu körüklüyor ve devletler arası rekabeti sertleştiriyor. Bu dinamikler, önümüzdeki on yıl içinde “ekolojik nedenli savaşlar”ın jeopolitik literatüre yerleşeceğine işaret ediyor.


Su kıtlığı: Sessiz ama inatçı bir tehdit

Dünya genelinde 2,2 milyar insan hâlihazırda güvenilir suya erişemiyor. Güney Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika gibi bölgelerde su kaynakları hem az hem de sınır ötesi. Bu da “su siyaseti”ni giderek daha stratejik hâle getiriyor.

  • Nil Nehri üzerinden Etiyopya, Sudan ve Mısır arasındaki gerilim,
  • Fırat ve Dicle havzasında Türkiye, Irak ve Suriye arasındaki potansiyel ihtilaf,
  • Hindistan ve Pakistan arasındaki İndus Nehri anlaşmazlıkları,

bu hatların sadece çevresel değil, aynı zamanda askerî ve diplomatik kriz başlığı hâline geldiğini gösteriyor.


2.2. Tarımsal çöküş ve gıda krizi

Kuraklık, toprak kaybı ve aşırı hava olayları, özellikle yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde tarım verimliliğini düşürüyor. Bu da hem iç siyasi istikrarsızlık hem de uluslararası yardım sistemleri üzerinde baskı yaratıyor. Gıda fiyatlarındaki dalgalanmalar, Arap Baharı örneğinde olduğu gibi, toplumsal ayaklanmaların doğrudan tetikleyicisi olabiliyor.

Üstelik iklim kaynaklı tarım krizi, sadece Güney’deki yoksul ülkeleri değil, Çin gibi gıda ithalatına bağımlı devleri de stratejik stoklama ve ithalat savaşları üzerinden yeni çatışma eksenlerine sürüklüyor.


2.3. İklim göçleri: Demografi ile güvenlik arasındaki gerilim

BM’ye göre 2050 yılına kadar 200 milyondan fazla insan, iklim değişikliği nedeniyle yer değiştirmek zorunda kalabilir. Bu hareketlilik, insani bir kriz olmanın ötesinde; kimlik siyaseti, iç güvenlik ve dış politika alanlarında ciddi jeostratejik gerilimler doğuruyor.

  • Avrupa’da göç karşıtı siyasal dalgaların yükselişi,
  • ABD–Meksika sınırındaki güvenlik odaklı politikaların sertleşmesi,
  • Bangladeş–Hindistan hattındaki artan demografik baskılar,

iklim kaynaklı nüfus hareketlerinin mevcut güvenlik tanımlarını aşan etkiler yarattığını gösteriyor.

Artık savaşlar enerji hatları ya da topraklar uğruna değil; yaşanabilir alanlar için veriliyor. Bu çatışmalar yalnızca Güney’in değil, Kuzey’in güvenlik duvarlarında da derin izler bırakıyor.

İklim krizi aynı zamanda kitlesel nüfus hareketlerini tetikliyor.

  • Güney Asya’da Bangladeş’ten Hindistan’a yönelen olası göç dalgaları, kırılgan sınır bölgelerinde yeni güvenlik tehditleri yaratabilir.
  • Afrika’nın Sahel kuşağında yaşanabilecek kitlesel göçler, devlet yapıları zaten zayıf olan ülkeleri çöküş riskiyle karşı karşıya bırakabilir.

Böylece çatışmalar yalnızca devletler arasında değil; devlet-yurttaş ilişkilerinde ve toplumlar arası dengelerde de belirleyici bir rol oynamaya başlıyor.


Yönetişim krizi

Kurumsal çöküş ve küresel koordinasyonun erozyonu

Küresel düzeni sürdürmek ve savaş riskini azaltmak için kurulan uluslararası örgütler—Birleşmiş Milletler (BM), NATO, Avrupa Birliği (AB), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)—21. yüzyıla girerken normatif gücü olan yapılar olarak görülüyordu. Ancak günümüzde bu kurumlar, art arda gelen şoklar ve büyük güç rekabetinin yeniden yükselişe geçmesiyle birlikte işlevsel zayıflık ve meşruiyet aşınması yaşıyor. Bu da çatışmaları önleme değil, sadece geciktirme rolünü oynayan, “seyirci kurumlar” dönemine kapı aralıyor.


Birleşmiş Milletler: Veto sistemi altında felç

BM Güvenlik Konseyi, soğuk savaş sonrası dönemde barışı koruma görevini kısmen yerine getirebildiyse de bugün veto hakkına sahip beş daimi üyenin çıkar çatışmaları nedeniyle en kritik güvenlik tehditlerinde sessizliğe gömülmüş durumda. 

  • Ukrayna Savaşı’nda Rusya kendi aleyhine tüm kararları bloke etti. 
  • Gazze krizinde ABD, İsrail’i eleştiren kararları veto etti.
  • Çin, Tayvan veya Güney Çin Denizi konusunda Güvenlik Konseyi’ni açık tartışmaya dahi yanaştırmıyor.

Bu yapı, BM’yi büyük güçlerin kriz çıkarma hakkını koruyan bir platforma dönüştürüyor. Meşruiyet zedeleniyor; çözüm beklentisi, yerini sessizliğe bırakıyor.


NATO: Genişleme tartışmaları, iç ayrışmalar

NATO, Rusya tehdidi karşısında yeniden canlanan bir ittifak izlenimi veriyor. Ancak bu genişlemenin ardında siyasal uyum değil, zorunlu güvenlik refleksi var. Müttefik ülkeler arasında Çin politikası, savunma bütçeleri, askeri katkı dengesi ve özellikle ABD’nin liderliği konusunda ciddi farklılıklar sürüyor.

Trump’ın ikinci başkanlık döneminde NATO’ya yönelik sorgulayıcı ve “müzakere edilebilir” tutumu, kurumun caydırıcılığını sadece Moskova değil, Berlin ve Paris nezdinde de tartışmalı kılıyor. NATO artık yalnızca askeri bir yapı değil; aynı zamanda siyasi bir kırılganlık göstergesi.


AB, DTÖ ve diğerleri: Normlardan çıkar realizmine

Avrupa Birliği, jeopolitik oyuncu olma iddiasını sık sık dile getirse de içindeki liderlik eksikliği, askeri kapasite yetersizliği ve ABD’ye olan bağımlılık bu rolü sınırlıyor. Özellikle Almanya ve Fransa’nın dış politikada ortak duruş sergileyememesi, Rusya karşısında bile tutarlı bir strateji oluşturamamalarına neden oldu.

DTÖ ise, pandemi sonrası ekonomik ulusallaşma ve ABD–Çin ticaret savaşları nedeniyle kurallar değil, kriz yönetimiyle anılan bir örgüte dönüşmüş durumda. Küresel ticaret artık hakemli değil, güç dengesine dayalı bir mücadele alanı.


Çöken düzenin sessizliği: Kurumların meşruiyet krizi

Uluslararası kurumlar artık yalnızca karar alma süreçlerinde değil, krizleri yorumlama ve yönlendirme konusunda da yetersiz kalıyor. Bu durum, onları işlevsizliğin ötesinde, meşruiyeti sorgulanan yapılar hâline getiriyor.

  • BM, Güvenlik Konseyi vetolarının yanı sıra insani krizlere verdiği geç tepkiler nedeniyle yoğun eleştiri altında.
  • NATO, Ukrayna’da doğrudan savaşa katılmasa da silah desteğiyle fiilen taraf olarak algılanıyor; bu da ittifakı savaşla barış arasında gri bir alana sıkıştırıyor.
  • Avrupa Birliği ise Gazze, Sahel, Libya gibi kriz bölgelerinde hem siyasi hem insani müdahalelerde ortak tutum geliştiremiyor.

Bu kurumsal dağınıklık sadece atalet üretmiyor; aynı zamanda revizyonist güçlerin “alternatif düzen” söylemlerini meşrulaştıracak bir zemin oluşturuyor. BRICS gibi yapılar bu boşluğu doldurma iddiasında olsa da henüz uluslararası krizleri önleyebilecek etkinliğe ulaşmış değiller.


Koordinasyon eksikliği: Küresel olaylara ulusal tepkiler

Pandemi, iklim değişikliği, göç, yapay zekâ gibi tüm insanlığı ilgilendiren krizler karşısında ortaya çıkan tepki modeli, her ülkenin kendi kaderini yönetmeye çalıştığı bir yalnızlaşma hali. Küresel koordinasyon yok; çok taraflılık zayıf. Bu da büyük krizlerde güvenlik kararlarının kurumsal uzlaşmadan çok tek taraflı reflekslerle şekillenmesine yol açıyor.

Bu yönetişim zaafı, savaş riskinin doğrudan nedeni değilse bile, savaşın önlenemez hâle gelmesinin anahtarı. Kurumlar zayıfladıkça, aktörler yalnızlaşıyor; yalnızlaştıkça daha agresif, daha hesapçı, daha savunmacı davranıyorlar.


Küresel ekonomik bağımlılık

Barışın güvencesi mi, savaşın kırılganlığı mı?

Ekonomik entegrasyon, uzun yıllar boyunca barışı teşvik eden bir unsur olarak değerlendirildi. Özellikle Soğuk Savaş sonrasında serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaşmasıyla büyük güçlerin karşılıklı bağımlılığı arttı; bu da çatışmaların yerini işbirliğine bırakacağına dair güçlü bir inanç oluşturdu. Ancak 2020'li yıllarla birlikte bu inanç zayıflamış durumda.

Küresel tedarik zincirlerindeki kırılmalar, stratejik alanlarda yeniden millileşme çağrıları ve artan jeopolitik rekabet, ekonomik bağların artık birleştirici değil, ayrıştırıcı rol oynayabileceğini ortaya koyuyor.


Asimetrik bağımlılık ve güvenlik açıkları

Karşılıklı bağımlılık teorik olarak çatışmayı caydırıcı olabilir; fakat bu bağımlılık simetrik değilse, bir taraf için stratejik zafiyete dönüşebilir. Çin’in nadir toprak elementleri, mikroçipler ve ilaç hammaddeleri üzerindeki hâkimiyeti, Batı’da “ekonomik kırılganlık” söylemini güçlendiriyor. Tersinden bakıldığında Çin de enerji, gıda ve ileri teknoloji ithalatında dışa bağımlı durumda. Bu tür asimetriler, tarafların birbirine zarar verme kapasitesini artırırken, işbirliği yerine stratejik baskı araçlarına yönelmelerine neden oluyor.


Decoupling: Ekonomide soğuk barış dönemi

ABD-Çin arasındaki ekonomik ayrışma artık sadece ticari değil, stratejik bir kopuşa dönüşmüş durumda. Mikroçiplerden yapay zekâya, batarya teknolojilerinden lojistik altyapıya kadar birçok alanda iki kutuplu bir sistem oluşuyor. ABD’nin Çin’e yönelik ihracat kısıtlamaları ve Çin’in iç pazarını büyütme çabası, AB’nin stratejik otonomi vurgusuyla birleşince, küresel ekonomi birbirine entegre olmaktan çıkıp bloklara bölünüyor. Bu bloklaşma, savaşın ekonomik gerekçelerle değilse bile ekonomik argümanlarla meşrulaştırılabileceği bir zemin oluşturuyor.


Ticaretin silahlaşması: Yeni cepheler, yeni araçlar

Modern savaş yalnızca cephede değil; enerji limanlarında, tedarik zincirlerinde ve dijital altyapılarda yürütülüyor. Çin’in nadir element ihracat kontrolleri, ABD’nin yüksek teknoloji kısıtlamaları ve Rusya’nın enerji kaynaklarını baskı aracı olarak kullanması, ticaretin giderek bir silaha dönüştüğünü gösteriyor. Ekonomi artık barışın garantisi değil; güç projeksiyonunun bir uzantısı.


Kırılgan ekonomiler, sert siyasetler

Pandemi sonrası toparlanamayan ekonomiler, enflasyon baskısı, enerji ve gıda krizleri; Batı’da orta sınıf güvencesini aşındırdı. Bu sosyoekonomik gerilim, göçmen karşıtlığını, otoriter eğilimleri ve kutuplaştırıcı politikaları besliyor.

Radikalleşen iç siyaset ise dış politikada daha agresif refleksleri beraberinde getiriyor. Trump’ın yeniden yükselişi ya da Avrupa’da aşırı sağın ivme kazanması, kolektif savunma sistemlerine olan güveni sarsıyor. Bu sarkacın diğer ucunda yer alan Türkiye, Hindistan gibi “dengeci devletler” ise artan baskıyla karşı karşıya.


Sonuç: Ekonomik ağlar, barışın değil, krizin taşıyıcısı mı?

Bugün ekonomik sistem, savaşları önlemek yerine, krizleri büyütme riski taşıyan bir yapıya dönüşmüş durumda. Ticaret artık yalnızca malların değil, çıkar çatışmalarının da dolaşımda olduğu bir alan. Bu bağlamda küresel ekonomi, barışa katkı sağlayan bir çerçeve değil; yeni savaş biçimlerinin zeminini hazırlayan stratejik bir mücadele sahası hâline geliyor.

Bir sonraki bölümde, tüm bu karmaşa içinde toplumların barışı savunma kapasitesini ve bilişsel direnç noktalarını tartışacağız.


Toplumsal direnç ve bilişsel cepheler

Barışı savunacak irade, savaşı körükleyen algı

Yeni bir dünya savaşı olasılığı yalnızca liderlerin stratejileriyle ya da ittifakların gücüyle açıklanamaz. Bu olasılığı anlamak için toplumsal yapılar, siyasal kültürler ve bilişsel tepkiler de dikkate alınmalıdır. En temel soru şudur: Toplumlar, yaklaşan bir savaşa karşı direnç gösterebilir mi? Daha da önemlisi: Savaşın düşünsel meşruiyet kazanmasını önleyecek bir kolektif bilinç geliştirilebilir mi?


Yorgun toplumlar, kırılgan talepler

Pandemi, ekonomik çöküntüler, iklim krizi ve kitlesel göç gibi çoklu travmalar, Batı kamuoyunda derin bir yorgunluk ve tükenmişlik hissi yaratmış durumda. Bu durum, toplumların barış arzusunu artırsa da devletlerin kriz karşısında otoriter refleksler geliştirmesine karşı direnç gösterebilme kapasitesini aşındırıyor. Barışa duyulan özlem, siyasal refleksleri köreltmeye başlıyor; liderler ise bu durumu çoğu kez kendi güçlerini pekiştirmek için kullanıyor.

Toplumların bu yorgunluğu, yalnızca barışa değil, aynı zamanda pasifliğe de yöneltebiliyor. Barış söylemiyle meşrulaştırılan siyasi suskunluk, karar alma mekanizmalarının şeffaf olmayan biçimde işlemesini kolaylaştırıyor. İstikrar arayışı, sorgulamayı geri plana itiyor. Bu da toplumların, savaşın içine sürüklenirken dahi farkındalık geliştirmesini zorlaştırıyor. Bu kırılganlık, savaş karşıtı bilincin yaygınlık kazanmasını değil, bastırılmasını mümkün kılıyor.


Devlet-dışı aktörlerin rolü: Sınırların ötesinde savaş

Modern çatışma ortamlarında yalnızca ulus-devletler değil, çok sayıda gayri nizami aktör de etkili hâle geldi. Özel askerî şirketlerden (Wagner gibi) bağımsız hacker topluluklarına, etnik veya dini vekil güçlerden teknoloji devlerine kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösteren bu unsurlar hem çatışmaları tırmandırabiliyor hem de savaşın mantığını dönüştürüyor.

Örneğin, Elon Musk’ın Starlink altyapısı üzerinden savaş alanlarına doğrudan müdahalesi, devlet tekelindeki savaş paradigmasını aşındırıyor. Anonymous gibi yapıların siber saldırı yetenekleri ise, kimi zaman devletlerden bile daha etkili sonuçlar üretebiliyor.


Bilişsel savaş ve algıların yeniden inşası

Günümüzde çatışmalar yalnızca fiziksel cephelerde değil, zihinsel alanlarda da yürütülüyor. Devletlerin yönettiği medya aygıtları, sosyal platformlarda yayılan dezenformasyonlar ve algoritmik manipülasyonlar, halkın savaş olgusuna dair algısını şekillendiriyor. Çin’in Tayvan üzerindeki söylemleri, Rusya’nın Ukrayna’yı “Nazilerden arındırma” naratifi veya İsrail’in güvenlikçi diskuru, yalnızca iç meşruiyet üretmiyor, aynı zamanda dışarıdaki tepkileri de yönlendiriyor.

Bu bilgi ortamında doğrularla yalanlar arasındaki sınır bulanıklaşıyor. Toplumlar, kendi “epistemik balonları” içinde farklı gerçekliklere sıkışıyor. Bu da kolektif barış söylemini imkânsız kılan bir kopuş yaratıyor.


Dijital aktivizm: Potansiyel mi, Yanılsama mı?

Genç kuşakların dijital aktivizmi, savaş karşıtı toplumsal hareketler için umut verici bir kaynak olarak değerlendirilebilir. Ancak bu eylemlilik çoğu zaman süreksiz, parçalı ve gerçek siyasal karar alma süreçlerine etki etmekte yetersiz kalıyor. Barışa dair taleplerin kurumsallaşması ve siyasi baskıya dönüşmesi, hâlâ büyük ölçüde geleneksel siyasal kanallara bağımlı.


Toplumların devletle olan ilişkisi: Konsolidasyon mu, yabancılaşma mı?

Savaş beklentisi toplumları iki farklı yöne sürükleyebilir: Devlet etrafında kenetlenme ya da siyasal kurumlardan yabancılaşma. Birincisi, liderlerin otoritesini pekiştirirken, ikincisi demokratik refleksleri zayıflatır. Otoriter yönetimler ise bu durumu bir fırsata çevirir; dış tehdit söylemiyle içeriği boşalmış bir millî birlik üretirler.

Bu yeni toplumsal yapı, savaşın düşünsel olarak meşrulaştırılmasına zemin hazırlar. Sorgulamayan, yorgun, kutuplaşmış ve yönlendirmeye açık bir kamuoyu, çatışmanın değil barışın riskli görüldüğü bir atmosferin taşıyıcısı olur.


Yeni fay hatları: Sistemler arası mücadele

Bugün yalnızca topraklar değil, yönetim sistemleri de çatışma hâlinde. Liberal demokrasilerle otoriter rejimler arasındaki mücadele, yalnızca dış politik tercihlere değil, toplumların iç dokusuna da sirayet ediyor. Çin’in Asya ve Afrika’da sunduğu “istikrarlı kalkınma modeli”, Rusya’nın güvenlikçi gerçekçilik propagandası ve Batı’daki aşırı sağ hareketler bu sistemik rekabetin farklı tezahürleridir.

Savaşın cepheleri artık sınırlarda değil; seçim sandıklarında, müfredatlarda, ekranlarda ve karar algoritmalarında belirleniyor. Bu nedenle, toplumların savaşı önlemesi yalnızca fiziksel çatışmalara engel olmakla değil, savaşın zihinsel ve yapısal zeminlerini sorgulamakla mümkün olacaktır.
 


Sonuç:

Savaşın yeni yüzü: Genişleyen cepheler, daralan irade

Birinci bölümde, kamuoyunun artan savaş korkusunu, eşzamanlı jeopolitik gerilimleri ve tarihsel örüntüleri ele almıştık. İkinci bölümde ise bu olasılığı mümkün kılan yapısal, kurumsal ve toplumsal dinamikleri inceledik. Ortaya çıkan tablo net:

Yeni bir dünya savaşı artık yalnızca büyük güçler arasında gerçekleşecek doğrudan silahlı çatışmaları değil, çok daha dağınık, karmaşık ve çok cepheli bir mücadeleyi ifade ediyor.

Zira günümüzün savaş mantığı, doğrudan çatışmaların siyasi ve ekonomik maliyetini artırırken, dolaylı yöntemleri daha cazip hâle getiriyor. Bu nedenle önümüzdeki dönem, farklı bir savaş biçimine işaret ediyor:

Savaşlar doğrudan değil, vekâlet güçleri aracılığıyla yürütülebilir.

Cephe hatları yerine, enerji ağları, veri sistemleri ve ideolojik fay hatları üzerinde şekillenebilir.

Zırhlı tümenler yerine, bilişsel yorgunluklar ve sosyal manipülasyonlar üzerinden ilerleyebilir.

Yani bir dünya savaşı illa ki belirli bir tarihte “başlamayabilir”; bir bildirimle ilan edilmeyebilir ve klasik bir ateşkesle sona ermeyebilir.

Belki de asıl tehlike budur:

Savaşın içindeyken onun başladığını fark etmeyen, parçalı yıkımı bütünsel bir kriz olarak algılayamayan bir çağda yaşıyor olabiliriz.

Ancak bu noktada kavramsal bir ayrım yapma gereği doğuyor:

Klasik anlamda dünya savaşı mı, yoksa süreklilik arz eden bir "sistemik yıpratma düzeni" mi?

Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, tarafların doğrudan çarpışmadan kriz kümeleri üzerinden mücadele yürütmesi de yeni savaş türlerinin öncüsü olabilir.

Bu nedenle "dünya savaşı" tanımı, sadece topyekûn sıcak çatışmalarla sınırlı değil; siyasi, ekonomik ve teknolojik alanlara yayılmış çok katmanlı mücadele biçimlerini de kapsayacak şekilde yeniden düşünülmelidir.

Bugün teknoloji, savaşın karar döngüsünü hızlandırıyor, görünürlüğünü ise bulanıklaştırıyor.

İklim krizi, kaynaklar üzerinde doğrudan ve dolaylı baskılar kurarak çatışma potansiyelini artırıyor.

Küresel kurumlar, kriz anlarında çözüm değil, sessizlik üretiyor.

Ekonomik yapı, artık barışın teminatı değil; kırılganlıkların ve stratejik pazarlıkların zemini.

Toplumlar ise bir yandan barışa susamış, öte yandan yorgun; yönlendirmeye ve algı yönetimine açık.

Bu gelişmelerin her biri tek başına savaş çıkarmayabilir.

Ancak birlikte düşünüldüklerinde, klasik savaş mantığını aşan yeni türde bir küresel mücadeleye zemin hazırladıkları açıktır.

Ve bu savaş, tankların sınırlara dizilmesiyle değil; ekranlardan yayılan korkularla, kararsız liderliklerle, zayıf kurumlarla ve birbirinden kopuk kamuoylarıyla ilerleyecektir.

Burada sorulması gereken belki de son soru şudur:

Savaş çıkarsa, dünya buna nasıl sürüklendiğini fark edecek mi?

Yoksa savaş çoktan başlamış, ama kimse adını koymamış mı olacak?

Tarih bize savaşların kaçınılmaz olmadığını; fakat yeterince erken fark edilmediklerinde, kaçınılmaz hâle gelebildiğini söyler. 

Bugün hâlâ zamanımız varken, bu yazı bir uyarı değilse bile, bir uyanıklık çağrısıdır.

***

Bu yazı, yeni bir dünya savaşının yalnızca bir olasılık değil, sistemin yapısal zaafları içinde şekillenen bir ihtimal olduğunu ortaya koymayı amaçlayan çok katmanlı bir analizdir. Tarihsel, teknolojik, kurumsal ve toplumsal dinamikler üzerinden yürütülen bu durum tespiti, küresel güvenlik ortamındaki kırılganlıkları ve risk kümelerini görünür kılmaktadır. Ancak bu metin, barışı nasıl inşa edeceğimize, hangi kurumsal reformların, bölgesel iş birliklerinin, teknolojik denetim mekanizmalarının ya da toplumsal direnç stratejilerinin devreye girmesi gerektiğine dair çözümler sunmayı hedeflememektedir. Zira barışın direncini artırmak, savaşsız bir gelecek kurmak ve çatışma mantığını dönüştürmek başlı başına ayrı bir çözüm mimarisi gerektirir—bu mimari, gelecek yazıların temelini oluşturacaktır.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU