Batı kamuoyunda savaş beklentisi yeniden yükselişte.
Peki bu yalnızca bir korku mu, yoksa tarihin derinliklerinden yükselen bir uyarı mı?
Bu yazı, kamuoyu algılarından jeopolitik fay hatlarına, Ukrayna'dan Tayvan'a uzanan çoklu kriz kümeleriyle şekillenen yeni dünya savaşı olasılığını tarihsel örneklerle inceliyor.
80 yıl önce sona eren II. Dünya Savaşı'nın ardından kurulan uluslararası düzen, tarihin aynı trajediyi tekrar etmesini önlemeyi hedefliyordu.
Ancak 2025 yılı itibarıyla, Batı dünyasında art arda yapılan kamuoyu yoklamaları, bu güvenin ciddi biçimde aşındığını gösteriyor.
İngiltere, Fransa, Almanya, Polonya ve ABD gibi ülkelerde halkın neredeyse yarısı, önümüzdeki 5 ila 10 yıl içinde yeni bir dünya savaşı çıkmasını muhtemel görüyor.
Savaşın nükleer silahlarla yürütüleceğine ve II. Dünya Savaşı'ndan daha fazla can kaybı yaşanacağına dair yaygın bir kanaat var.
Artan savunma harcamaları, yeniden silahlanma hamleleri ve toplumsal tedirginlik, bu ruh halinin sadece bir korkudan ibaret olmadığını, siyaseti ve stratejiyi de yönlendirdiğini gösteriyor.
Peki bu korkular ne kadar gerçekçi?
Toplumlar neden yeniden küresel bir savaşı düşünmeye başladı?
Bu olasılık yalnızca Rusya'nın Ukrayna'daki agresif tutumundan mı kaynaklanıyor, yoksa dünya genelinde jeopolitik düzlemde çoklu krizler mi savaşı yeniden mümkün kılıyor?
Çin-Tayvan hattı, İran-İsrail gerilimi, Hindistan-Pakistan çatışması ve Amerika Birleşik Devletleri'nin kendi içindeki kırılganlıklar gibi birbirinden farklı ama potansiyel olarak birbirini tetikleyebilecek kriz odakları, yeni bir dünya savaşının yalnızca bir bölgesel kazaya bakabileceği tezini destekliyor mu?
Bu yazı, güncel kamuoyu anketlerine ve jeopolitik gerçekliğe dayanarak, "Yeni bir dünya savaşı çıkar mı?" sorusuna tarihsel perspektif, stratejik değerlendirme ve toplumsal algılar ışığında yanıt aramaktadır.
Kamuoyunda savaş algısı: Anketler ne söylüyor?
Son dönemde yapılan kapsamlı kamuoyu araştırmaları, savaş beklentisinin yalnızca uzmanların değil, sıradan yurttaşların da zihinlerini meşgul ettiğini gösteriyor.
2025 yılı içinde YouGov ve diğer araştırma şirketlerinin gerçekleştirdiği anketlerde, Birleşik Krallık, ABD, Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde halkın yüzde 45 ila yüzde 55'lik kesimi, önümüzdeki 10 yıl içinde yeni bir dünya savaşı çıkmasını "muhtemel" bulduğunu ifade etti.
Özellikle Avrupa'da bu korku, II. Dünya Savaşı'nın mirasının canlı olduğu toplumlarda daha yoğun hissediliyor.
Kamuoyundaki endişe sadece savaşın çıkmasıyla sınırlı değil.
Anketlerin önemli bir kısmı, potansiyel bir savaşın nükleer silahlarla yürütüleceği ve II. Dünya Savaşı'na kıyasla daha yüksek can kaybına yol açacağı yönünde karamsar beklentileri açığa çıkarıyor.
Katılımcıların yüzde 68 ila yüzde 76'sı nükleer silah kullanımını olası görürken, yüzde 57 ila yüzde 73'ü daha fazla insan kaybı yaşanacağını belirtiyor.
Hatta bazı ülkelerde halkın dörtte biri ila yarısı, böyle bir savaşın insanlığın büyük bölümünü yok edebileceğini düşünüyor.
Bu tablo, yalnızca kıta Avrupa'sına özgü değil. Atlantik'in diğer yakasında da benzer eğilimler göze çarpıyor.
Amerikalıların önemli bir kısmı, ordularının kendilerini koruyabileceğine dair güven duysa da savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünenlerin oranı giderek artıyor.
Avrupa'da ise orduya güven belirgin biçimde zayıf. Bu da halkların yalnızca dış tehditlerden değil, kendi ülkelerinin hazırlıksızlığından da kaygı duyduğunu gösteriyor.
Peki halklar bu savaşı nerede ve kimlerle ilişkilendiriyor?
En baskın yanıt, neredeyse ezici çoğunlukla Rusya.
Ukrayna Savaşı'nın etkisiyle kamuoyunda Rusya, barışa yönelik en büyük tehdit olarak kodlanmış durumda.
Ancak bu liste bununla sınırlı değil. Avrupa'nın bazı bölgelerinde İslamcı terörizm, ABD ile yaşanabilecek ittifak içi gerilimler ve küresel düzlemde Çin'in yükselişi de tehdit olarak algılanıyor.
Bu çoklu algı yapısı, dünyanın birçok bölgesinde aynı anda patlak verebilecek krizlerin birbirini tetikleyerek büyük bir savaşa evrilebileceği düşüncesini destekliyor.
İşte bu noktada, Batı kamuoyunun radarına fazla girmese de dünya genelinde kritik eşikte duran Hindistan-Pakistan hattı da devreye giriyor.
Her iki ülke de nükleer silahlara sahip ve yıllardır çözülmemiş Keşmir meselesi üzerinden zaman zaman sıcak çatışmalara giriyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Üstelik bu çatışmalar yalnızca sınırlı kara muharebeleriyle sınırlı kalmıyor; hava kuvvetleri kullanılarak yapılan karşılıklı müdahaleler, iki ülkenin "nükleer eşiğe yakın ama savaşı kısıtlı tutma" stratejisini tehlikeli biçimde test ediyor.
Son günlerde yaşadığımız görece küçük çatışmalar ve gerginlik, bu hattaki istikrarsızlığın kolaylıkla kontrolden çıkabileceğini gösterdi.
Üstelik Hindistan'daki Hindu milliyetçiliği ve Pakistan'daki siyasi istikrarsızlık gibi iç faktörler, bu gerilimin yalnızca askeri değil, aynı zamanda siyasal kırılganlıkla iç içe geçtiğini gösteriyor.
Hindistan-Pakistan hattı, Çin-Tayvan gerilimi, İran-İsrail çekişmesi, Ukrayna'daki savaş ve NATO'nun doğu kanadında artan tedirginliklerle birlikte düşünüldüğünde, günümüzün kamuoyu haritası toplumsal sezgi ile stratejik gerçekliğin örtüştüğü nadir anlara işaret ediyor.
Diğer yandan, Günümüz küresel ekonomisi, barışı teşvik eden karşılıklı bağımlılıktan ziyade, ‘asimetrik kırılganlık' üretme potansiyeliyle dikkat çekiyor.
Örneğin, Çin'in nadir toprak elementleri üzerindeki tekel gücü, Tayvan'a olası bir müdahalede Batı'nın ekonomik tepki kapasitesini sınırlayabilir.
Bu durum, ekonomik karşılıklı bağımlılığın her zaman bir fren mekanizması oluşturmadığını, aksine bazı durumlarda stratejik tutsaklığa yol açabileceğini gösteriyor.
Jeopolitik fay hatları: Krizlerin çarpışma noktası
2025 yılı itibarıyla dünya, tek bir değil; aynı anda birçok farklı coğrafyada gelişen, potansiyel olarak birbirini tetikleyebilecek kriz odaklarıyla karşı karşıya.
Bu krizlerin her biri, kendi içinde ayrı nedenlere ve aktörlere sahip gibi görünse de küresel güvenlik sisteminin kırılganlığını aynı anda test etmeleri bakımından ortak bir tehlike yaratıyor.
Artık tekil bir bölgesel çatışmadan değil, eşzamanlı gerilim kümelerinden söz ediyoruz.
Ve bu kümeler arasındaki etkileşim, zincirleme bir savaş senaryosunu giderek daha gerçekçi hâle getiriyor.
Ukrayna-Rusya: Statüko bozumu
Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik işgali üçüncü yılına girerken, bu savaşın iki ülke arasında kalmadığı; NATO'nun doğu sınırlarında yankılanan bir düzen bozucu etki yarattığı görülüyor.
Donbas, Kırım ve Zaporijya gibi cephelerde yaşanan gelişmeler, Avrupa'nın doğusunda yeni bir "askerî gerilim kuşağı" yaratmış durumda. Rusya, Batı'nın tahammül sınırlarını sürekli test ederken; Polonya, Baltık ülkeleri ve Romanya gibi NATO üyelerinde savaşın kıta içine sıçrama korkusu giderek artıyor.
Çin-Tayvan: Pasifik'in sinir ucu
Çin'in Tayvan üzerindeki iddiaları ve artan askerî yığınağı, Asya-Pasifik'te suların ısınmasına neden oluyor.
Tayvan Boğazı'nda Çin ordusunun provokatif hava ve deniz tatbikatları, Tayvan'la birlikte ABD'nin Pasifik'teki caydırıcılık kapasitesine de meydan okuyor.
Çin'in baskısı toprak bütünlüğüyle sınırlı değil; aynı zamanda teknolojik üstünlükle de bağlantılı.
Zira Tayvan, küresel yarı iletken üretiminin bel kemiğini oluşturuyor.
Bu nedenle, olası bir Tayvan krizi ada üzerindeki egemenlik mücadelesinin ötesinde, küresel ekonomi ve stratejik teknoloji savaşı anlamına geliyor.
İran-İsrail: Gölge savaşın sınırında
İran'ın nükleer programı ve vekil güçlerle yürüttüğü bölgesel nüfuz mücadelesi, İsrail için varoluşsal bir tehdit olarak algılanıyor.
Gazze, Lübnan ve Suriye üzerinden yürüyen vekâlet savaşları zaman zaman doğrudan çatışmaya evrilecek boyuta ulaşıyor.
İran'ın nükleer eşikteki pozisyonu ve İsrail'in "önleyici saldırı" doktrini, bölgesel bir yangını Ortadoğu geneline yayabilecek bir kırılganlık yaratıyor.
Bu hattaki bir çatışma, Tel Aviv ve Tahran'ın ötesinde, Körfez ülkeleri ve ABD'yi de içine çekebilecek genişlikte.
Çin-Hindistan: Sessiz rekabet, sınır gerginliği
Batı dünyasında yeterince dikkat çekmese de, Hindistan ile Çin arasındaki sınır rekabeti, Himalayalar'da düşük yoğunluklu ama sürekli bir gerilim kaynağı.
2020'de yaşanan Galwan Vadisi çatışması, iki ülke arasındaki gerginliğin ne kadar kolay tırmanabileceğini göstermişti.
Her iki ülkenin aynı anda Pakistan'la ilişkilerde gerginlik yaşaması, Güney Asya'nın çok vektörlü çatışma bölgesine dönüşme ihtimalini artırıyor.
Krizler arası etkileşim: Zincirleme reaksiyon tehlikesi
Bu dört ana cephe hattı, yalnızca kendi içinde tehlike barındırmakla kalmıyor; aynı zamanda birbirini tetikleyebilecek yapısal bağlantılara sahip.
Örneğin:
- Çin'in Tayvan'a müdahalesi, ABD'nin odağını Asya-Pasifik'e kaydırabilir; bu da Avrupa'da NATO'nun caydırıcılığını zayıflatabilir.
- Rusya'nın Ukrayna'daki tırmanışı, Çin'e daha agresif hamleler için stratejik cesaret verebilir.
- İran–İsrail hattında yaşanacak bir patlama, enerji güvenliği üzerinden Avrupa'yı doğrudan etkileyebilir.
- Hindistan–Pakistan ya da Hindistan–Çin hattındaki ani bir sıcak temas, ABD'nin Pasifik ve Hint Okyanusu stratejisini aynı anda zorlayabilir.
Askeri doktrinlerde dönüşüm: Görünmeyen cepheler, dağılan aktörler
Son yıllarda askeri doktrinlerde yaşanan dönüşüm de klasik dünya savaşı tanımını sorgulamaya açıyor.
"Yıpratma savaşı" olarak tanımlanan uzun süreli çatışmalar, Ukrayna cephesinde olduğu gibi artık harekâtın değil, aşındırmanın hedeflendiği bir stratejiye evriliyor.
Bununla birlikte, hibrit savaş kavramı da giderek ana akım haline geliyor. Siber saldırılar, dezenformasyon kampanyaları ve vekil güçler üzerinden yürütülen bu yeni model, savaşın coğrafyasını belirsiz, aktörlerini görünmez kılıyor.
Bu bağlamda, yeni bir dünya savaşı artık tek bir cephede değil; çok katmanlı, zamana yayılmış ve çok taraflı bir kriz ağı şeklinde gelişebilir.
Küresel sistemin bu çoklu gerilim hatları, yeni bir dünya savaşını tek bir cephede değil, aynı anda birkaç farklı bölgede başlayabilecek senaryolara açık hâle getiriyor.
20'nci yüzyılın "cephe savaşları" yerine, 21'inci yüzyılın "eşzamanlı kriz kümeleri"yle karşı karşıyayız.
Küresel cephelerin genişlemesi: Afrika ve Latin Amerika
Jeopolitik fay hatları yalnızca Avrupa, Asya ve Ortadoğu ekseninde gelişmiyor.
Afrika ve Latin Amerika, uzun süre büyük güçler arasındaki mücadelelerin çevre kuşağı olarak görülse de artık bu bölgeler de doğrudan jeopolitik etkileşim alanına dönüşmüş durumda.
Yeni bir dünya savaşı, yalnızca "nerede" değil, "nasıl" ve "kiminle" sorularını da genişleten bir yapıya bürünüyor.
Afrika, Çin'in altyapı yatırımları ve borçlandırma politikaları üzerinden ekonomik nüfuzunu genişlettiği bir rekabet alanı hâline gelirken, Rusya da özellikle Wagner benzeri özel askeri şirketler aracılığıyla bu kıtada artan güvenlik boşluklarını dolduruyor. Fransa'nın Sahel bölgesindeki etkisinin zayıflaması, Batı'nın bu coğrafyadaki siyasi kapasitesini sorgulanır kılıyor.
Latin Amerika ise Çin ve Rusya'nın diplomatik ve ekonomik açılım sahası. Venezuela, Küba, Nikaragua gibi ülkeler Batı karşıtı söylemlerle öne çıkarken; Brezilya gibi bölgesel güçler BRICS çatısı altında alternatif iş birlikleri arayışında. Bu bölgelerdeki enerji kaynakları, nadir elementler, göç dinamikleri ve uluslararası oylama dengeleri, yeni küresel çatışma senaryolarında "ikincil ama belirleyici" faktörler hâline geliyor.
Bu nedenle, savaşın coğrafyası artık yalnızca Kuzey Yarımküre'de değil. Sahel'de çöken bir devlet yapısı, Latin Amerika'da yükselen bir popülist rejim, ya da Pasifik adalarında artan Çin etkisi, jeopolitik krizin yeni cephelerini tanımlayan gelişmeler olabilir.
Tarih ne söyler?
Savaşlar nasıl çıkar, ne zaman durmaz?
Tarihin iki büyük dünya savaşı, modern uluslararası ilişkilerin şekillenmesinde belirleyici oldu.
Günümüzde yeni bir küresel çatışma ihtimalinden söz ederken, bu savaşlara nasıl sürüklendiğimizi doğru anlamak zorunludur.
Ancak bu analiz, spekülasyondan uzak, tarih yazımında genel kabul gören bulgularla sınırlı tutulmalıdır.
Aşağıda, bu bağlamda öne çıkan konsensüs temelli nedenler sıralanmıştır:
I. Dünya Savaşı: Rekabetin kör noktası
1914'te patlak veren I. Dünya Savaşı'nın nedenlerine dair tarihsel uzlaşı, birkaç temel eksende toplanır:
- İttifak sistemleri ve otomatikleşen güvenlik mantığı: Avrupa'da Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya'nın oluşturduğu Üçlü İttifak ile Fransa, Rusya ve İngiltere'nin Üçlü İtilaf'ı arasında oluşan bloklaşma, bölgesel bir çatışmayı hızla çok taraflı bir savaşa dönüştürdü.
- Askerî planlamaların esnek olmayışı: Almanya'nın Schlieffen Planı gibi detaylı harekât tasarımları, diplomatik manevra alanını daralttı. Askerî mobilizasyonun başlatılması, savaşa gidişi neredeyse otomatikleştirdi.
- Sanayileşme temelli emperyal rekabet: 19'uncu yüzyıl sonlarında hızla sanayileşen Almanya'nın, sömürge ve ticaret pazarlarında İngiltere ve Fransa ile girdiği rekabet, büyük güçler arasında uzun vadeli bir gerilim yarattı. Bu, çatışmaya elverişli bir zemin sağladı.
- Milliyetçilik ve Balkanlar'daki siyasi kırılganlık: Çok uluslu imparatorlukların (özellikle Avusturya-Macaristan ve Osmanlı) çözülme sürecinde Balkanlar'da artan gerilimler, savaşın fitilini ateşledi.
II. Dünya Savaşı: Bir barışın yüküyle gelen savaş
1939'da başlayan II. Dünya Savaşı'nın nedenleri üzerine akademik konsensüs, daha karmaşık ama yine net biçimde tanımlanmıştır:
- Versailles Antlaşması'nın yarattığı siyasal ve ekonomik gerilim: I. Dünya Savaşı sonrası Almanya'ya dayatılan ağır tazminatlar, askeri sınırlamalar ve ulusal aşağılanma duygusu, Alman kamuoyunda aşırı milliyetçiliği besledi. Ekonomi-politik açıdan bu anlaşma, Almanya'nın sanayi ve mali altyapısını zora sokarak Weimar Cumhuriyeti'nin istikrarını sarstı.
- Büyük Buhran'ın küresel etkileri: 1929'da başlayan ekonomik kriz, yalnızca Almanya'da değil, tüm dünyada siyasi aşırılıkları güçlendirdi. Demokrasiye olan inanç zayıflarken, İtalya'da faşizm, Almanya'da nasyonal sosyalizm iktidara yürüdü. Küresel talebin daralması ve işsizliğin yaygınlaşması, revizyonist devletler için saldırgan politikaları meşrulaştıran bir zemin yarattı.
- Kolektif güvenliğin zayıflığı ve yatıştırma politikası: Milletler Cemiyeti'nin yaptırım gücünden yoksun olması ve Batılı demokrasilerin Hitler'in ilk yayılmacı hamlelerine karşı kararlı duramaması, Almanya'yı daha ileri gitmeye teşvik etti. 1938 Münih Anlaşması bunun simgesidir.
- Revizyonist jeopolitika: Almanya, Japonya ve İtalya gibi devletler, mevcut statükoyu sorgulayıp yeni bir küresel denge talep ettiler. Bu talepler, diplomasiyle karşılık bulamadığında savaş kaçınılmaz hale geldi.
Soğuk Savaş: Denge, ama güvensizlik üzerine
1945 sonrası başlayan Soğuk Savaş, iki süper güç arasındaki ideolojik ve stratejik rekabetin askeri bir çatışmaya dönüşmeden yürütüldüğü istisnai bir dönemdi. Bunu sağlayan faktörler:
- Karşılıklı Yok Oluş Teorisi (MAD): ABD ve Sovyetler Birliği'nin sahip olduğu nükleer kapasite, doğrudan savaşı caydırdı. Bu, savaşın şekil değiştirmesine (vekâlet savaşları, bilgi savaşı) neden oldu.
- Jeopolitik sınırların belirsizliğinin azalması: Doğu ve Batı blokları arasında belirgin sınırlar oluştu. Bu da çatışma alanlarını sınırladı, ama güvensizlik ortamı kalıcı hale geldi.
- İstikrar ama gerilim: Soğuk Savaş savaşsız geçen bir savaş oldu. Ancak krizlerin (Küba Füze Krizi gibi) yönetilmesi için yüksek diplomatik kapasite ve karşılıklı kırmızı hatlar gerekti.
Tarih ne öğretiyor?
- Savaşlar çoğu zaman tek bir olayla değil, birikmiş yapısal gerilimlerin zincirleme biçimde tetiklenmesiyle çıkar.
- Ekonomik buhranlar, toplumsal radikalleşme ve siyasî kutuplaşmayı körükleyerek savaşlara giden yolu açabilir.
- Barış anlaşmaları savaşları sonlandırırken, adaletsizlik algısı yarattıklarında yeni savaşların zeminini oluşturabilir.
- Uluslararası kurumların caydırıcılığı zayıfladığında, revizyonist güçler fırsat penceresi görür.
- Kamuoyunun savaş algısı, karar alıcıların politikalarında ya fren ya da hızlandırıcı rol oynar.
Devamın habercisi: Bir dünya savaşının zihni ve altyapısı
Bugün dünya, savaşın mümkün olduğuna inanç konusunda belki de II. Dünya Savaşı'ndan bu yana en yüksek eşiğe ulaşmış durumda.
Toplumlar endişeli, liderler ikircikli, ittifaklar gergin, krizler iç içe geçmiş hâlde.
Fakat olası bir dünya savaşı, yalnızca Ukrayna cephesinde ya da Tayvan Boğazı'nda başlamayabilir.
Bu tür bir savaş, çok daha karmaşık mekanizmalarla -teknoloji, iklim, ekonomi, yönetişim zaafı ve bilişsel çatışmalar yoluyla- mümkün hâle gelebilir.
Bir sonraki bölümde bu dinamikleri mercek altına alacağız:
- Yapay zekâ, siber silahlar ve otonom sistemler gibi teknolojik gelişmeler çatışma riskini nasıl değiştiriyor?
- İklim krizi, su kıtlığı ve ekolojik çöküş bölgeleri nasıl yeni savaş alanlarına dönüşebilir?
- Uluslararası kurumların zayıflaması, güvenlik mimarisini nasıl etkiliyor?
- Küresel ekonomik bağımlılık bir fren mi, yoksa yeni bir kırılganlık alanı mı?
- Ve en önemlisi: Tüm bu gelişmeler karşısında toplumlar barışı savunabilecek mi?
Savaş artık yalnızca sınırların meselesi değil, zihinlerin, sistemlerin ve kaynakların çatışması.
Bir sonraki yazıda, bu çatışmanın görünmeyen cephelerini birlikte keşfedeceğiz.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish