Göçmenler, köylüler ve madenler

Ümit Aktaş, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Anadolu öteden beri bir buluşma, geçiş, karşılaşma ve çatışma alanı. Bu bir açıdan bu toprakları bereketlendirirken öte yandan ise çoraklaşmaya da yol açıyor. Doğaldır ki her toplumsal veri ancak onu elinde tutanlarca bir değere ya da mahrumiyete dönüşebilir. Bunun en açık misaline özellikle son yıllardaki yaşadıklarımızla bir kere daha şahit olmaktayız.

Mesela Suriye halkı, Suriye krizinin başlangıcında, geleceğe yönelik hiçbir akilane kestirimde bulunulmaksızın, salt o günün çatışma şartlarını Esad’ın aleyhine çevirebilmek için göçe teşvik edildi. Sınırlar açıldı ve denetimsiz bir geçişle milyonlarca Suriyeli Türkiye’nin her tarafına yayıldı. Bu denetimsizlik ve öngörüsüzlük ise doğal olarak bir yığın soruna yol açtı. Öyle ki vakti zamanında alkışlarla buyur edilen bu insanlar, şimdilerde çeşitli zorlamalarla tüm varlıklarını yitirdikleri yurtlarına geri gönderilmeye çalışılmakta.

Avrupa ülkeleri de uzun zamandır işgücü açıklarını kapatmak için denetimli bir göçmen politikası izlemekte. Ancak onlar, özellikle de nitelikli çalışanlar sağlamak için, bir beyin gücü sömürüsüne de yol açmakta; ama bir kez yurtlarına kabul ettikleri insanlara hiç değilse insanca yaşama koşullarını da hazırladıkları bir göçmen stratejisi izlemekteler. Türkiye’ye gelenlerin önemli bir kısmı ise oldukça sefil koşullarda ve toplumun diplerinde hayata tutunmaya çalışırken, bir de ırkçı kesimlerin saldırılarına muhataplar.

Esasında Türkiye, işgücü temini için yıllardır kendi halkını göçmenleştiren bir ülke. Hatta bu yolla bir yandan Avrupa ülkelerinin işgücü açığı kapatılırken, öte yandan da kendi kapitalizmine ucuz işgücü sağlamak için köylüler göçe teşvik edildi ve bu, aklı başında bir devlet politikası çerçevesinde de gerçekleştirilmedi. Oldukça hoyrat bir biçimde şehirlere yığılan bu ham nüfus, şehirleri her açıdan altüst ettiği gibi,  kuşaklar boyu sürecek ve hâlâ da sürmekte olan bir sefalete de yol açtı. Gecekondulaşma ve apartmanlaşma süreçleri, sadece mimariyi değil, sosyolojiyi de altüst etti. Plansız bir şekilde başlayan sanayileşme macerası, şehirleri çığırından çıkardığı gibi hâlâ da durulmuş değil ve insanların hızla tüketicileştiği bir kaos hali yaşanmakta.

Öyle ki herhangi bir şehrin sokaklarına çıkıp şöyle rastgele bir biçimde çevrenize, insanlara, bitkilere, hayvanlara, araçlara ve binalara baktığınızda, “burada stratejik bir akıl var mı, bir devlet aklı ya da şehre özgü bir bilgelik?” diye sormadan edemezsiniz. Hele bu bakış geçmişten günümüze doğru geldiğinde ise olup biten abeslikler karşısında saçınızı başınızı yolmamanız imkânsızdır. “Buradan nasıl bir gelecek amaçlanmakta?” sorusunun ise bir karşılığı yoktur. Çünkü her şey üzerinde düşünülmemiş bir geçmiş ile tasarlanmamış bir gelecek arasındaki bir lahzadan ibarettir.

Görülen o ki bu ülkede hadiseler anlık kararlarla gerçekleştirilmekte. Planlama kuruluşları yok mu? Var elbette ama bunların çoğu müteahhitlerin ve şirketlerin çıkarlarının oyuncağı. Geçen yılın parkı bir anda gökdelene dönüşürken, dünün ana caddesi günümüzün sokağı haline gelir. Korunmakta olan kıyı şeridi bir anda kapatılarak veya yakılarak bir turizm yatırımına dönüşebilir.

Tüm bu karmaşanın sonucunda saatlerini trafikte harcayanlar ise tepkilerini sadece birbirlerine gösterirken, öteden doğru çakarlı bir araç yaklaştığında usulca kenara çekilirler. Haklarını savunmaya çalışmadıkları gibi, ellerine fırsat geçince benzeri haksızlıkları yapmaktan da geri durmazlar. Nasılsa bilirler ki bu ülkede her şey anlıktır. Hafızasız bir toplum ve kayıtsız bir devlette günler deneyimsel bir akla dönüşmeksizin akıp gider.

Bütün bu hengâmeden geriye kalan köylüleri de yerinden eden bir başka akılsızca ve öngörüsüzce hoyratlık ise son yılların rezaleti olan madencilik furyası. Öyle ki madencilikle ilgili akıl almaz ruhsat rakamlardan söz edilmekte ve şayet bu rakamlara bakılırsa, Anadolu’da köylülerin yaşayabileceği bir alan kalmayacak demektir.

1950’lerden sonra hiçbir aklı başında stratejiye (bir devlet aklına veya sosyolojik öngörüye) dayanmaksızın köylüleri kapitalizme ucuz işgücü haline getirmek için topraklarından söken sağcı aymazlık, bu kez de köylüleri doğrudan topraksızlaştırmak için ya verimli geniş toprakları endüstriyel tarıma peşkeş çekiyor ya da kalan alanlarda maden ruhsatlarıyla köylülere yaşayabilecekleri bir alan bırakmıyor. 

Meseleye sadece üretim stratejileri açısından bakan ve neyi var neyi yok tez elden pazar metaına dönüştürmeye çalışan bu bakış, neoliberalizm kadar bile nüfus meselesine vakıf değil. Öyle ki hiçbir stratejik hazırlığa dayanmayan bu göçe zorlama, köylüleri topraklarından sökerken, tarımsal üretim ve hayvancılık kadar, nüfusun kendisinin yeniden üretimini de sabote etmekte.

Şehirlerin ve ülkelerin giderek birkaç kapitalistin inisiyatifine bırakıldığı bir başıboşluk, insanları akıbetini kestiremediği bir yolculuğa çıkarmakta. Üzerinde aklı başında çalışmaların yapılmadığı ve hatta akil insanların bu süreçlerden dışlandığı bir mecra, piyasa taleplerinin insanları sürüklediği bir macera. Bütün bunlar ise etrafa, tabiatı ve insanlığı umursamayan, sözüm ona posthuman iddialar ve inovasyon gibi cafcaflı bazı laflarla yaldızlanarak yayılmakta. 

“Çağdaş ayrılma, ayırma ve sınır dışı etme mantıkları farklı gezegen teknolojileriyle ileri sürülüyor. ‘Yasadışı (ve dolayısıyla korunmasız) konumda bulunan kesimlerin’ üretimi daha geniş bir ölçekte ve son hız devam ediyor. Bu olgu sadece göçmenleri, mültecileri ve sığınma arayışındakileri ilgilendirmiyor; gezegenin zenginliklerinin, soy bağlarını koparma ve kaçma haklarını kullanmaya pek hevesli zenginlerce tekele alınmasıyla el ele gidiyor. Üstelik bu dünya bir değil, birden çok zemine dayanıyor. Ontolojisi de fiziksel, jeolojik, hidrolik veya mineral değil sadece, bitkisel ve sentetik de aynı zamanda. Dünyanın yanı sıra onun protezleri gibi olan gezegen çapında bilgisayım altyapılarının da çalışması için, kaynak ve cevherlerin enerji oburu yöntemlerle çıkarılmasını, farklı düzeylerdeki yakma süreçlerinin hızlandırılmasını, yeni imgesel ve dilsel dolayımlar bulunmasını gerektiriyor.”[1]

Kapitalizmin hoyratça bir tutumla yeryüzünü işgalinin eşliğinde sürdürülen bu çabalar için kimi koçbaşları da kullanılmakta. Afrika’nın kölecilik gibi bir vahşetle yağmalandığı bir uygarlaştırılma iddiası, günümüzde de, faşizmin inovatif endüstrisinin bir ürünü olan İsrail tarafından İslam dünyasının ıslahı ve uygarlaştırılması için kullanılmakta.

Kendisi de bu sürecin büyüsüne kapılan ama olanlar karşısında bu modern barbarlıktan uzaklaşıp düşüncesini bu mesele üzerine yoğunlaştırarak “teknolojik denetim hakkında yirminci yüzyılda en etkili eleştirilerden birini geliştiren Heidegger’in teknoloji sorgusu, Batı metafiziğinin öznelci temelleri ile ilgilidir. Ona göre, ‘dünyanın bütünüyle bir resim haline gelmesi gerçeği modern çağın özünü kendine has kılan şeydir.’ Dünya resmi, ‘dünyanın bir resmi değil dünyanın resim olarak kavranması ve ele alınması anlamına gelir’; bu da Varlığın varolanın temsilinde görülmesi, Varlığın varolana veya bulunuşa indirgenmesi demektir. Bu indirgenme modern teknolojinin temel bir bileşkesidir. Modern teknolojinin özü olan Çerçeveleme, doğayı ‘hazır enerji rezervi’ne dönüştürür; böylece doğa, hesaplanabilir ve ‘düzenlenebilir bir enformasyon sistemi’ haline gelir. Dünya resmi, modern teknoloji ve bilimin doğayı dönüştürmesi ve düzenlemesinin bir parçasıdır. Buna karşın, dünyanın resim haline gelmesi ile insanın özneleşmesi eşzamanlıdır; ‘hümanizm öncelikle, dünyanın resim olduğu yerde yükselir’. Heidegger düşüncesinde özne ve hümanizm, antikitede kökleri bulunmakla birlikte, çağdaş teknoloji ve matematiksel düşünme biçimiyle doğanın dönüştürülmesinin art alanında bulunur. Matematikselleşen metafizik, Varlığı, şeylerin varlığına, bulunuşuna indirgeyerek teknolojinin egemen işleyişine zemin hazırlar.”[2]

Teknoloji düşünmediğinden, söküme uğrattığı insanın yazgısı hakkında bir tasarısı yoktur. Onu sürükleyen piyasanın ve tekniğin icbarıdır. Onun için bir ırmak, üzerinde elektrik santrali kurulacak bir suyun akışından ibarettir. Hatta Heidegger’e göre bu aşamadan itibaren artık santral ırmak için değil, ırmak santral içindir. Ormanlık bir alan ise altında sakladığı madenlerin açığa çıkarılacağı kapalı bir yüzeyden ibarettir. Teknolojinin ödevi işte bu kapalılıkların açılması, sözümona üretkenleştirilmesidir. Bu hoyratça yaklaşımlar ise çoğu kez geride işe yaramaz, hayat emareleri kurutulmuş, insandan ve hatta canlılardan arındırılmış çorak araziler bırakır. Madenler kadar köylüler de yerlerinden edilmiş, yani sökülmüştür. Bir bitkiyi bile bir yerden söküp başka bir yere dikmek onca netameliyken, bir insan için bu çok daha büyük bir sorundur.

Teknolojinin ise böylesi bir derdi yoktur. O, yerinden söktüğü insanları belirsiz bir boşluğa bırakır ve hatta atar. Yerleşiği göçmenleştirir. Gerçi göçmenlik belli bir stratejiye dayandırıldığında olumlu bir anlama da kavuşabilir ama burada göçmenler, tıpkı topraktan sökülen madenler gibi, yerlerine robotların ikame edileceği zamana kadar kullanılacak üretimsel bir araçtan ibarettir. Bunun üzerinde düşünmesi gerekenler siyasal aktörlerdir ama onlar da bu konuda kapitalizmin teknolojik tasarılarının birer aparatıdır.

İslam dünyasında da tıpkı ruhunu şeytana satan Faust gibi güç metafiziği peşine takılan postkolonyal bir kuşak, kapitalizmin küresel baskısıyla baş edebilmek için bu barbarlığın büyüsüne kapıldı. Tabiatın iç dengelerini umursamayan ve onu salt üretken bir araca dönüştürmeye çalışan bu hoyrat yaklaşıma göre “artık tarım, motorize hale gelmiş gıda sanayiidir. Hava, azot vericiliğine göre; yer, maden cevherine göre; maden cevheri de örneğin uranyuma göre yükümlü kılınır. Uranyumun yükümlülüğü ise yıkıcı ya da yapıcı kullanıma dönüştürülebilecek olan atom enerjisine göre belirlenir.”[3]

Kaldı ki topraklarından sökülerek köksüzleştirilen köylüler yanında çığırından çıkmış şehirlerde de üretim biçimi kadar emlak rantı ekonomisine dayanan bir icbarla şehirli nüfus da artık mahallelerinden sökülmekte ve proleterleştirilmektedir. Yani coğrafi olarak şehirlerinde kalsalar da insanlar ahlaki ve sosyolojik açıdan köklerinden sökülmekte ve bu yolla az çok oluşmaya başlayan şehirlilik kültürü de yok edilerek yerini yoz bir barbarlığa bırakmaktadır. Bu ise bir tür proleterleşme/köleleşme sürecinin yeniden zuhurudur. Dolayısıyla modernite liberal eliyle iptal ettiği köleliği kapitalist eliyle ihdas etmektedir.

“Köklerinden kopma, insan toplumlarının açık ara en tehlikeli hastalığıdır, çünkü bu kendi kendine çoğalan bir illettir. Gerçek anlamda köklerinden kopmuş insanlarda sadece iki muhtemel davranış biçimi kendini gösterir. Ya Roma İmparatorluğu dönemindeki kölelerin çoğunda olduğu gibi neredeyse ölüme eşdeğer bir ruhsal durgunluğa bürünürler ya da kendilerini tamamen köksüzleştirme eğiliminde olan bir faaliyete verirler ki bu genellikle en şiddetli yöntemlerle henüz sökülmemiş ya da kısmen sökülmüş köklerine yönelik olur.”[4] 

Sözgelimi köklerinden sökülerek yerinden edilen Yahudiler İsrail’de barbarlaşırken, bunu sadece kendisini korumak adına yapmamakta, sürüldükleri bir çöl’de kendilerini ahlakileştiren o şehre ve topluma karşı olan sorumluluk ve aidiyet hissiyatından yoksunlaştı(rıldı)kları için de yapmakta. Öte yandan topraklarından sökülen Filistinliye veya Suriyeliye düşen ise ya hınçlanarak terörize edilmek ya da çaresizce kendi içine çekilerek köleleşmeye/proleterleşmeye savrulmak olacaktır. Zira “her şeye maruz kalmak, her şeyi yapabilecek olmak demektir.”[5]

[1] Achille Mbembe, Brütalizm, İletişim Y. 67, 68.

[2] Himmet Hülür, Görülebilenin Hayaleti, Söylenebilenin Mırıltısı; Mıchel Foucault’nun Bakışında Boşluk ve Bulunmayış, EKEV Akademi Dergisi Yıl: 12 Sayı: 36 (Yaz 2008), 182.

[3] Martin Heidegger, Teknik ve Dönüş, Bilim ve Sanat Y, 20.

[4] Simon Weil, Kökler, İnsanın ve Ruhun İhtiyacı, KTB Y, 55.

[5] Giorgio Agamben, Tanık ve Arşiv, Auschwitz’den Artakalanlar, Dipnot Y, 7.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU