Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yüzde 52,18 oy oranı ile seçimi kazandı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yüzde 47,82 oranında kaldı.
Bir başka deyişle yine aradığını bulamadı.
CHP toplantılarına başlıyor; gündem seçimleri tartışmaları ve yeni dönemde görev yapacak kurullar...
Partinin Merkez Yönetim Kurulu'nu (MYK) oluşturan genel başkan yardımcılarının bugün istifalarını sunması bekleniyor.
28 Mayıs akşamı "Yola devam" açıklaması yapan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun ise istifası "parti gündeminde" görünmüyor.
Geçen yıl yapılması gereken kurultay, olası erken seçim ve artan salgın şartları öne sürülerek bir yıl ertelemişti.
Kurultayın sonbahar ya da mart 2024'teki yerel seçimlerin ardından yapılacağı konuşuluyor.
Peki muhalefetin hataları neydi, Kılıçdaroğlu neden yeniden kaybetti, dahası Erdoğan nasıl yeniden iktidara tutunabildi?
Seçim sonrası akıllara düşen sorular bunlar.
Göçmen meselesi, ekonomi, milliyetçilik, CHP'nin içi-dışı, İmamoğlu'nun mesajları, değişin seçim kampanyaları, Kürt seçmen-Zafer Partisi, sonra iyice kutuplaşan Türkiye, sonra beyaz yakalılar...
Konu başlığı çok ve bilindik ama tüm bunların arasında gözden kaçanlar ne?
Seçim sathı mailinden çıkıldı ama Türkiye sıcak siyasetten hala çıkabilmiş değil.
"Mevzu Nedir?" hem seçim süresince hem sonrasında merak edilenleri mevzu ediyor.
Independent Türkçe soruyor, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. Dr. Emre Erdoğan yanıtlıyor.
"Muhalefet ekonomik koşulların etkisine çok güvendi"
Erdoğan'ın seçim kampanyası boyunca kullandığı söyleme baktığımızda terörle mücadeleye her zamankinden daha çok sarıldığına, savunma sanayine yönelik vurguya dikkat ediyoruz. Ekonomi ve göçmenler meselesi gibi can yakıcı sorunlar ortadayken Erdoğan yeniden nasıl kazandı? Ve her girdiği her seçimi kazanan bir rakip olarak muhalefet tarafından küçümsendi mi?
Aslında Erdoğan küçümsenmedi. Ekonomik koşulların etkisine fazla güvenildi. Yani sadece ekonominin Erdoğan'ı götüreceğine dair bir algı vardı. Esasen bakıldığında tabii 35 puana düştü. Yaklaşık 7 puanlık bir düşüş var AK Parti’nin. Dolayısıyla ekonominin kendisine zarar vermediğini söyleyemeyiz. Ama burada gözden kaçan unsur Erdoğan ya da AK Parti seçmeninin MHP'ye gitmesi yani kamp değiştirmemesi. Dolayısıyla burada AK Parti yönetiminden bir rahatsızlık varsa bu Erdoğan'ın desteğinin azalmasını sağlamadı.
Köprünün karşı tarafına geçmedi. Muhalefet buna çok fazla güveniyordu. Yani sadece ekonomiyle alabileceklerini söylüyordu. Söylem açısından baktığımızda ise şöyle bir şey var. Erdoğan sorunu bir güvenlik meselesi olarak tanımladı. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sorunlar güvenlik sorunları… Yani “Türkiye güçlü olmak zorunda”, "O yüzden bir silah sanayine sahip olmak zorunda" algısı hakim kılındı. "Kendi aracını üretebilen bir ülke olmak zorunda ya da sözü geçen, dinlenen bir ülke olmak zorunda" algısı. Çünkü buna göre Türkiye tehdit altındaydı. Kimlerin tehdidi altında? Zaten bilinen bir liste var.
Dış güçler, dış mihraklar?
Evet, sonra FETÖ ve Kürtler. Bunlardan bir tehdit geliyor. Peki bu tehditlere karşı kim direnebilir? Erdoğan. Ekonomi de bir tehdit. Ama ekonomik durum şöyle algılanıyor: "Ekonomide bir şeyler oldu ama iyiye gidiyor" Tüketici güven endeksine bakın mesela. Tüketici güven endeksinde bir yükselme var. Seçime doğru her zaman yükselir.
Ama bu akılda tutulması gereken bir şey. İkincisi uygulanan popülist politikalar var. Yani asgari ücretin artışı küçümseniyor. Yani asgari ücrete siz sadece asgari ücretle çalışanları değil, diğerlerini de etkileyen bir şey. Dolayısıyla asgari ücretin artışı, ciddi sayıda kişiyi etkileyen EYT, emeklilik aylıklarında artış, yaşlılık aylığında artış, bir sürü teşvik verilmesi… En azından öğrendiğimiz kadarıyla son bir yılda çok fazla kişiye şartsız olarak sosyal yardım verilmiş. Dolayısıyla bütün bunlar geldiğinde açıkçası ekonomiyle de mücadele edebiliyor gözüküyor. Dolayısıyla bence ekonominin etkisini küçümsedikleri için kaybettiler. Erdoğan için ise güçlü Türkiye kavramını ön plana çıktığı için ve bunda da ikna edici olduğu için kendi tabanında kazandılar.
"Kılıçdaroğlu'nun İstanbul'da kazandığı söylemi yanıltıcı"
Seçim sonuçlarına baktığımızda üç büyük şehir İstanbul, Ankara ve İzmir'de Kemal Kılıçdaroğlu'nun Erdoğan'ı birinci turda olduğu gibi yeniden geride bıraktığını görüyoruz. Bu metropoller hayat pahalılığını en çok hisseden şehirler olarak da öne çıkan kentler. Ancak kırsalın ve daha küçük şehirlerin benzer sorunları daha az hissettiği yönünde bir görüş var. Geçtiğimiz günlerde Profesör Ali Çarkoğlu da tam olarak buna değinmişti. Özetle de şunu söylüyordu: “Pazara İstanbul'daki kadar bağlı değiller, Anadolu'daki fiyatlar İstanbul fiyatları gibi değil. Evet orada da zorluk hissediliyor ama İstanbul gibi, İzmir gibi, Ankara gibi büyük şehirlerdeki gibi değil. Ve Erdoğan diğer liderlerin aksine bunu çok iyi okudu” Nitekim yine geçenlerde hemen seçimin ardından Profesör Yılmaz Esmer'in de gene bu tencere-kimlik bağlamında bir görüşü olmuştu. Siz nasıl bakarsınız?
Şöyle bir gerçek var. Ekonomi herkesi aynı şekilde etkilemiyor. Bunu bir kabul etmemiz gerekiyor. Yani herkesin kafasında bir tane kalıp, bir yargı var. Kalıp yargı nedir? İki çocuklu bir aile, anne-baba çalışıyor, kirada oturuyorlar vesaire gibi… Ama Türkiye'nin istatistik gerçekleri bununla ne kadar örtüşüyor? Mesela bu çok önemli bir şey. Basit bir şey söyleyeyim. Ortalama hane büyüklüğü 4 değil 4’ten büyük. Yani bazı hanelerde 2-3 kişi var. Bizim geniş aile dediğimiz, büyük ebeveynlerin de dahil olduğu bir yapı var. Bu bir dayanışma.
Öte yandan bunun dayanışma ağları var. Kırsalda aç kalmak mümkün değildir, kırsalda işsiz kalmak mümkün değildir. Her zaman iş her zaman aş vardır. Bunu da akılda tutmakta fayda var. Ali hocanın söylediği doğru. Pazar fiyatlarına çok bağımlı değilsiniz ister istemez. Yani orada baktığınızda biraz daha ucuz olması bir yana bizim (İstanbul gibi metropollerde yaşayanların) aracılarla önümüze gelen ürünler var. Bütün bunlar doğru ama şöyle bir gerçek var. İlçeler bazında da bakmak lazım. İstanbul'da ne oldu? Yani İstanbul'da Ümraniye'yi de mi kazandı Kemal Kılıçdaroğlu? Sultanbeyli'yi de mi kazandı? Fatih'i de mi? Esenyurt mesela… O haritalar çok yanıltıcı. Yani İstanbul'un tamamında kırmızıya boyuyorsunuz ama Esenyurt yok orada. Esenyurt'ta başka bir şey oluyor, Başakşehir'de başka bir şey oluyor. Onu görmüyorsunuz. Bazı ilçelerin mahalleleri arasında bile farklılık var. Dolayısıyla İstanbul’da kazandı demezdim net olarak. Bakıyorum yüzde 48 almış ilk turda. Zaten İmamoğlu da yüzde 48 aldı. Yani çok büyük bir fark yok. 48,46 bitmiş ilk tur. Bir öncekinden, belediye meclisinden çok farklı değil. Bir de şu gerçeği mutlaka akılda tutmanızda fayda var. 8 ile 10 puan Kürt oyu var burada. Kürtler yani siyasal kimliğini Kürt olarak tanımlayan kişiler, etnik kimliğini bu şekilde tanımlayan kişiler Kılıçdaroğlu'nun programı için oy vermediler ki! Dolayısıyla burada bence resim çarpık olarak anlaşılıyor. Hem varyans yok sayılıyor hem de buraya Kılıçdaroğlu'na basan, oy basan herkesin Kılıçdaroğlu'nun bütün politikalarını şartsız kayıtsız kabul ettiği düşünülüyor ki; çok gerçekçi bir şey değil.
"İmamoğlu başkana meydan okuyarak bir şey kazanamaz"
Az önce İmamoğlu'ndan bahsettiniz. İmamoğlu'nun şöyle bir açıklaması oldu: Ben geçmişi temsil etmiyorum. Öğrenilmiş çaresizlikler defterimde yok. Biz artık o dünyaları değiştirmek istiyoruz”. Seçim yenilgisinin ardından CHP'de birçok seçim yenilgisinin ardından olduğu gibi değişim olup olmayacağı konuşulurken İmamoğlu'nun böyle bir açıklama yapmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Açıkçası CHP kolay bir parti değil. Uzun süredir varlığını sürdüren, çok fazla başka alışkanlıkları olan bir parti. CHP'de genel başkana meydan okuyarak onu yerinden etmek mümkün değil. Böyle bir partiden bahsediyoruz. Var olan genel başkanı görevden alma Altan Öymen’in Deniz Baykal tarafından yerinden edilmesidir. Şimdi bu gelenek içerisinde kurultay yoluyla başkanı yenmek çok kolay değil, başkan orada olduğu sürece. Bunun da çeşitli sebepleri var. Bir değişim başlayacak ise bu genel başkanın inisiyatifi ile olur CHP'de. Yani dediğim gibi Baykal'ın görevi bırakması gibi istisnai durumlar bir kenara bırakılırsa kolay kolay başkan bırakmadığı sürece onu bıraktıramazsınız, öyle bir mekanizma yok. Güvensizlik oyu mekanizması yok.
Zaten parti meclisi başkanı listesinden geliyor. Yani en kuvvetli organ MKYK arkasından da parti meclisi ikisi de başkan tarafından atanıyor. Milletvekilleri oy kullanma hakları var, kurultayda başkan tarafından ve parti meclisi tarafından atanıyor. Yani böyle baktığınız zaman tam bir kontrol var. Üstelik genel merkezin canının istediği, il yönetimini görevden alma hakkı da var. Yani böyle bir durumda başkana meydan okuyarak bir şey kazanamazsınız.
Çok demokratik bir ortam söz konusu değil bir taraftan da…
En azından seçim yapıyorlar. Diğerlerinde bunu duymuyoruz farkındaysanız. Mahalle delegesi seçimi yapıyor, ilçe delegesi seçimi yapıyor. Bazen sandalye atılıyor filan ama bir seçim var. Yani diğer partilerde seçim duyduk mu?
Bir ara milletvekilliği ön seçimi deneyimi de yaşanmıştı.
Milletvekili ön seçimi yapıldı. 1984 tarihi, bunu özellikle söylüyorum. Çünkü 1980 öncesi generaller bile ön seçimi bile kaldırmazken Turgut Özal hükümeti kaldırdı ön seçimi. O dönemden beri ön seçime benzer tek şeyi -o da tartışılır- Cumhuriyet Halk Partisi yaptı. “Tartışılır” diyorum çünkü fermuar sistemi uyguladılar. Milyonlarca seçmenin olduğu şehirde hepi topu 20 bin delegeye gelip oy kullandı. Yani bu çok uzun tartışılır. Neden böyle, nasıl böyle? Her şeyi bir kenara koyabiliriz ama şimdi İmamoğlu'nun meydan okuyarak çıkıp “Ey Kılıçdaroğlu, gel sandıkta görüşelim” demesi gerçekçi değil. Bu ancak ve ancak Kılıçdaroğlu üzerine bir baskı oluşmasıyla olabilir.
Burada da hani başka bağlamda konuştuğumuz şeyi konuşuyoruz. Otoriterler ne zaman görevi bırakıyorlar? Etrafındakiler bırak dediği zaman. Bırakıyorlar. Yoksa otoriterler gönüllü olarak bırakmazlar. Şimdi sanki o konteksten bahsetmeye başladık. Kılıçdaroğlu'nu bırakmadıkça CHP'nin başkanı… CHP’de Kılıçdaroğlu orada olduğu sürece de bir meydan okuyucunun okuyan kişinin onu yenmesi çok zor. Dolayısıyla İmamoğlu kendisini aday olarak ilan etse bile bu Kılıçdaroğlu'na karşı bir aday olmaz. Kılıçdaroğlu'nun yokluğundaki en iyi aday olmaya çalışabilir.
"Sağ seçmeni 60 gün önce ziyarete başlayarak seçim kazanılmaz"
Seçimden bir gün önce Medyascope'ta yayınlanan makalenizde şöyle bir ifade kullanıyorsunuz: "Gerçekten de hedefi siyasette bir yere seçilerek gelmek olanlar için her seçim dönemi tam bir adanmışlık gerektirir. Bunu da aday olduğumuz seçime altı ay kala yapamazsınız." Buradan tam olarak kastınız neydi?
Aslında genel olarak seçim sürecinin sürekli olduğunu vurgulamak istemiştim. Her zaman söylenen seçim kampanyası ne zaman başlar? Bir önceki seçimin ertesi sabah başlar. Sürekli kampanya. Bir de şöyle bir şey var. Bunu artık ezbere biliyoruz. AK Parti döneminde hükümet zaten sürekli kampanya yapıyor. Yani hükümet olarak da kampanya yapıyor. Dolayısıyla ben seçim kampanyasını bekleyeyim, altmış günü bekletiyorum, olmaz. Kampanyayı sürekli yaparsınız. Sürekli aktif olursunuz. Yani sürekli politikalar geliştirirsiniz, sürekli bir yerleri ziyaret edersiniz. Yani bu hayatın gerçeği. Sağ ziyareti yapacaksınız, sürekli sağ ziyareti yapacaksınız. Yani 60 gün önce sağ ziyareti yapılmaz.
Bunu da çok iyi bilen siyasetçiler var zaten Türkiye'de. Sürekli sahada olan, eli sıcak olan. Yani bunu yapanlar var, yapmayanlar var. Şimdi mesele şu. Bunu yapanların sesi çok fazla değil. En önemli şeylerden biri bu. Yani genelde gördüğünüz üzere seçimden seçime… İşlerine de geliyor çünkü, onu yapmayı tercih ediyorlar. İkincisi adanmışlık meselesi… Şimdi bakalım şu anda bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçiminde beş yıl var. Bir sonraki Mart 2024’e de yaklaşık 10 ay civarında bir süremiz var. Bir; herhangi ile belediye başkanı adayı olacak ise insanlar biraz isimlerini duyurmuş olmaları gerekiyor. Biraz ortada olmaları gerekiyor.
"Kılıçdaroğlu referandum için il il dolaşırken, vekiller tatil yapıyordu"
Halbuki Kılıçdaroğlu'nun tıpkı İngiltere'de olduğu gibi “gölge kabineler kuracağız” şeklinde bir söylemi olmuştu... Seçim sürecine doğru giderken değil... "İktidarın yerine ne yapabiliriz? Etkisiz hale gelen bakanlar kurulunun yapamadığını biz olsak nasıl yaparız, buna göre nasıl politikalar belirleriz? Tüm öngörülerimizi, tüm kampanyalarımızı uzun bir zamana yayacağız” minvalinde… Fakat bu çok gerçekçi olmadı ve sürdürülemedi anlaşılan...
Şöyle bir mesele var. CHP'nin geçmiş dönemden gelen bazı tembellikleri var. Baykal döneminde CHP sokakta olan bir parti değildi. Baykal döneminde reklam kampanyalarıyla yürütülen bir şeydi, zaten seçmeni de blok seçmendi, oy veriyordu. Baktığınız zaman CHP baraj altı 1999, 2022 yüzde 15, ondan sonra yüzde 22-25. Yani baktığınız çizgi bu. Yani yüzde 30’lar, 35’ler görmüş bir parti değil. Bu parti bunu oturarak yaptı.
Çok iyi hatırlıyorum. Kemal Kılıçdaroğlu referandum için il il dolaştığında milletvekillerinin büyük bir kısmı Ankara'daydı ya da tatildeydi. Fotoğraflar var. Yani “Bu adam kendisini yoruyor” deniyordu. Çok iyi yapıyor, değişiyor artık. Daha sokağa çıkan, daha temas kuran bir parti ama bunu refleks haline getirmiş durumda değil. Çünkü sokağa öyle bir yerde yaşıyorsunuz bugün kimi aday gösterseniz Beşiktaş'ta yüzde 70... Şişli'de yüzde 70, Kadıköy'de yüzde 70... Bakırköy yüzde 60... İzmir garanti sizin. Hiçbir şekilde İzmir'i sizden alamazlar. Yani geri kalanlarda da çok iddialı değilken Edirne sizin. Bu bir hata yapmazsanız Kırklareli sizin, Tekirdağ sizin... Demokratik avantajı var partinin. Dolayısıyla “Peki ben niye sokağa çıkayım?” diyorsunuz. Ama sokağa çıkmak bir kapasite yaratır. İmamoğlu'nun Beylikdüzü Belediye Başkanlığı’na bakalım. Bir; ucu ucuna aldı. Çok açık farklı almadı ilk aday olduğunda. Ama kendisi aday olmadan önce bir dönem dört seneye yakın bir süre ilçe başkanlığı yaptı ve her sabah kendisi sokaklarda görüldü. Yani ne olacak? Bir Beylikdüzü Belediye Başkanlığı bu... Ahım şahım bir şey değil.
Sosyal medyayı iyi kullanan CHP yeteri kadar sahaya inemedi mi?
Yani sahada daha fazla olanın kazanma şansı daha yüksek gibi bir çıkarım yapıyorsunuz. Mesela Mustafa Sarıgül’ün cebinde, Şişli Belediye Başkanlığı döneminde ilçedeki taksi duraklarının birçoğunun anahtarı olduğu rivayet edilir. Herkesten önce durağı açıp çay demleyip taksicileri karşılayan bir kişilik... Özetle söylemeye çalıştığım sürekli sahada olmak… Sadece CHP için değil. Erdoğan sürekli sahada olan bir liderdi. 70’li yılların Ecevit'i, ha keza Süleyman Demirel... Şimdi mesela Kılıçdaroğlu'nun kampanyasına baktığımızda sokak yerine sosyal medyanın çok iyi, çok etkili kullanıldığını görüyoruz. Ama bu ne kadar kişiye, nasıl ulaşıyor? Son örnekte yeteri kadar sahada olmama, CHP'nin değil ama Kılıçdaroğlu'nun bir aday olarak sahada yeteri kadar olmama durumu mu söz konusuydu? Yani mitingler yapıldı, toplantılar yapıldı ama çarşıya pazara inmeme, halkla birebir temas etmeme gibi bir sıkıntı olduğundan da bahsediliyor. Siz ne dersiniz?
Sosyal medya önü aşırı önemsendi. Özellikle Twitter. O bir yankı odası. Twitter kampanyaları ya da video kampanyaları. Şöyle bir şey var, çok basit bir gerçekle karşı karşıyayız. Türkiye'de 10 tane haber kanalı var. Toplam reytingleri ne ise ana akım medyanın herhangi bir kanalının reytingi onun iki katı. Çok basit bir şekilde. TRT 1’de, Kanal D'de, ATV'de, Show'da Star'da başka bir hayat var. Yani bu hayatı temerküz etmiyor.
Biz zannediyoruz ki herkes beş kişinin tartıştığı tartışma programını seyrediyor. Öyle bir şey yok ki! İnsanlar diğer şeylere bakıyorlar. Gündüz kuşağı var, ona bakıyor. Yani ne kadar haberdar oldular bu siyasi tartışmalardan? Ne kadar insanların hayatına geldi? Bundan emin değilim. Ya oturup bakmak lazım. Çok da ezbere konuşmuyorum ama ana akım televizyonların çok fazla yer vermediklerini düşünüyorum. Burada da bir sorun var. Yani iletişim açısından. Ana akıma zaten CHP'nin girmesi çok kolay değil, TRT de zaten yer vermiyor.
Engellenme gibi bir durum söz konusu, sansür-otosansür söz konusu...
Reklam da girebilir. Ben hani çok ana akım televizyon seyreden bir kişi değilim. O çok fazla bir reklam görmedim. Sözcü'de döndürdüğünüz reklamın size artısı çok az. Halk TV'de döndürdüğünüz reklamın artısı size çok az. Yani bütün bunlara bakmak lazım. Şimdi Amerika'da bu şeffaf. Çok net bir şekilde kim ne kadar medya alımı yaptı görebiliyorsunuz. Biz bunu göremiyoruz. Çok kritik bir konu. Cumhurbaşkanlığı adayları yardım topladılar. Ben 2014 rakamlarını biliyorum. 2018 için Muharrem İnce ve diğerlerini bilmiyorum, cumhurbaşkanı için bilmiyorum. Şu anda hiçbir rakam bilmiyorum. Ne kadar para toplandılar? Şeffaflık diyorduk? Peki bunu hangi mecralarda harcadılar? Bunu biliyor muyuz? Eskiden bunlar dolaşırdı, bilirdik, araştıran insanlar olurdu. Ama şimdi izlenimlerle konuşuyoruz. Bence sosyal medyaya fazla kaptırıldı. Sosyal medya üzerinden bu iş kazanılır gibi bir algı oluştu ki; hiç emin değilim. Ve de şöyle bir şey sosyal medyada sadece sizin tweetleriniz dönmüyor ki. Sosyal medyada öteki tarafın hazırladığı videolar da dönüyor. Yani sosyal medya savaşlarıyla kazanılacak bir seçim değildi bence. Çünkü hala yaşlı ve sosyal medyaya mesafeli bir seçmen kitlesinin olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Yaşlı derken yani sosyal medyadan uzak olan bir kesim.
"Türkiye'de demokrasi olup olmadığı Batı'nın umurunda değil"
Az önce Amerika'dan bahsettiniz Erdoğan'ı tebrik eden liderler arasında Biden da vardı. Ki; Biden 2019’da biliyorsunuz iktidar tarafından da eleştirilen henüz aday adayıyken “Erdoğan'ı devirmek için muhalefeti desteklemek gerekir” demişti. Sonrasındaki ilişkiler zaten malum. Bu kez hem de tatil zamanı olmasına rağmen Twitter'dan “NATO müttefikleri olarak ikili meseleler ve küresel zorluklarla birlikte çalışmaya devam etmeyi dört gözle bekliyorum” mesajı verdi. Buradan hareketle bunu ABD-Türkiye ilişkileri açısından, yeni dönemi nasıl değerlendirmek gerekir?
Yani şöyle bir gerçekçilikle yüzleşmemiz gerekiyor. Türkiye'nin nasıl bir demokrasi olduğu Türkiye'nin demokrasi olup olmadığı, nasıl bir demokrasi olduğu, insan hakları ihlali etmediği Batı'nın çok da umurunda değil.
Avrupa Birliği’nin de Amerika'nın da?
Evet. Batı defalarca otoriterlerle birebir çalıştığını çok güzel gösterdi. Hani Amerika Birleşik Devletleri'nin zaten bu konuda itibarı malum. Batı da Sisi'yle çalışıyor. Yani Sisi gibi bir kişiyle. Hani Mısır'da baskı mı yok? Mısır otoriter mi değil? Gayet güzel çalışabiliyor. Pandemi sonrası dünyada güvenlik ön plana çıktı. Ve şu anda çok ciddi bir çatışma var. Ne kadar uzayabildiğini bilmediğimiz Ukrayna-Rusya çatışması var. Bunun yan etkileri var. Burada da Batı tam bir kolektif hareket içerisinde değil. Batı içerisinde de ortaklıklar var. Batı'nın bir güvenlik doktrini olsa bile herkes tarafından kabul edilmiş durumda değil. Dolayısıyla Batı dediğimiz grubun içerisinde de Ukrayna'da daha aktif rol oynamak isteyenler var, bunu istemeyenler de var. Ülkelerin içerisinde de var. Yani Amerika Birleşik Devletleri'nde daha aktif rolü savunanlar ve savunmayanlar var. Böyle bir belirsizlik anı var ve güven sorunu var. Batı'daki güven krizi içerisinde Türkiye'nin demokrasi olup olmadığı çok önemli değil. Türkiye'nin hangi ülkelerse söz konusuysa onun çıkarlarına uygun davranıp davranmadığı önemli. Yani şöyle de bir şey var. Biz burada belki de yanlış bir algı içerisindeyiz. Çok iyi okuyamıyoruz dışarıyı. Biz her zaman şu anlatıldı. Batı Rusya'ya karşı beraber çalışacağı bir lideri Erdoğan'a tercih eder dendi. Acaba eder mi? Bizim dışarıdan çok haberimiz olduğuna inanmıyorum ben. Yani gazetede okuyoruz. Tamam Financial Times okuyalım, Washington Post okuyalım, New York Times okuyalım, Wall Street Journal okuyalım. Ama onlar da birilerinin görüşlerini yansıtıyorlar, onların da ideolojileri, bağlantıları var. Yani şu anda herhangi bir İngiliz dergisinde okuduğumuz görüş nötr, bağımsız ve tarafsız değil ki… Onun ideolojisi doğrultusunda gelen bir görüşten bahsediyoruz. Yani bilmediğinizi, sizin de söylediğiniz gibi sadece Doğu'daki insanlar tebrik etmiyor, sadece otoriter liderler tebrik etmiyor. Macron da tebrik ediyor. Alman Cumhurbaşkanı da tebrik diyor. Yani bütün bunlar Erdoğan'ı tebrik ediyorsa aslında belki de olması gerektiği gibidir... Uluslararası ilişkilerde biliyorsunuz iki tane doktrin vardır. Bir tanesi realizm; karışmaz, “Diğer ülkelerin iç işleri onu çok ilgilendirmez” der. Oraya konulan kişiyle biz temas ederiz diyor. Bence o bakış açısı kabul edilmiş durumda. Bir de seçimle geliyor. Darbelerle gelmedi ki. Darbeyle gelmiş kişiyle o masaya oturmuş ülkelerden bahsediyoruz. Yani bir tür seçim eninde sonunda görülen şey.
"Erdoğan öfke ve korkuyu kullandı"
Bu seçimi duyguların asıl belirleyici olduğu bir seçim olarak nitelendirmek mümkün mü yoksa hep öyle miydi? Çünkü bir yandan Kılıçdaroğlu'nun adaylığına çok da fazla memnuniyetle yaklaşmayan ve kerhen oy veren bir kitle var ama öte yanda “Türkiye evimiz Erdoğan babamız” diyen bir seçmen kitlesi var. Duyguların söylemlere çok aşırı derecede yansıdığı bir durum söz konusu olabilir mi?
Aslında bu seçim kampanyası kaç kişiyi etkiledi diye düşünmekte fayda var. Zaten az olduğunu söylüyoruz. Yani kutuplaşmış bir ülkedeyiz. Kutuplaşmış bir ülkede insanlar kolay kolay kamp değiştirmezler. Zaten onu da gördük. Şu anda bütün kampanyaların başladığı, yoğunlaştığı -ki; iki aya sıkıştı, bir de deprem oldu Mart'ın başından itibaren kampanyayı düşünelim- insanlar ne kadar kulaklarını açtılar da görüş değiştirdiler? Yani öyle bir seçim olmadı. Burada kampanyaların duygusal tonu neydi? Ne olmalıydı? Şimdi şöyle bir şey var. Genelde Erdoğan'ın ve AK Parti'nin tercih ettiği şey ya korkudur ya öfkedir. Yani ikisi de kullandıkları bir temadır.
Ve bunu da güven zeminine oturttu...
Evet. "Ben sizi koruyacağım" Öfke ise "Size karşı uygulanan haksızlıklar var" minvalinde. Yani 28 Şubat’tan başlarsınız, 2016’ya kadar sayarsınız. 15 Temmuz’dan da bahsederek böyle bir öfke de yaratılabilir. Sosyal medyada ya da herhangi bir yerde karşılaştıkları aşağılanmaları koyarsınız, insanlar da öfkelenir.
Bunu yaptılar mı? Daha çok daha çok bir miktar korku kullanılmış olabilirler. “Biz gidersek yerimize kim gelecek?” Bakın; “Kim gelecek?” Zaten soru bitti. “Biz gidersek yerimize FETÖ gelecek.” Bu ikna edici oldu mu? Oldu. Yani net olarak “güçlü Türkiye” vurgusu bence kendi seçmeninde ikna edici olmuş gibi gözüküyor.
"Önce kalp sonra yumruk inandırıcılığı düşürdü"
Peki muhalefetin yürüttüğü kampanyaya bakıldığında göçmen meselesinde neden ikna olamadı seçmen?
Göçmen meselesi çok sorunlu bir şey. Göçmen meselesine sahip olan bir tane parti vardı. Zaten ve bu partinin gelebildiği yerde belliydi, bir oyun kurucu durumda değildi. Türkiye'de insanlar göçmenleri sevmiyorlar ama sıralamada önde gelmiyor göçmenler. Şimdi bir sürü insan Suriyelilere karşı nefret söylemi kullanıyor. Ama o Suriyeliler onların işlerini tehdit etmiyor ki baktığınız zaman. Beyaz yakalı Türklerden kimin işini tehdit ediyor ki? Alt sınıfların işini tehdit ediyor. Yani orada bir bankacının Suriyeli tarafından alt edilme şansı yok ki.
Ucuz iş gücü olarak çalıştırılıyor çünkü…
O şekilde istifade edenler var. Onu da kenara koyuyorum. Karşılaşmıyoruz ki. Gettolarda yaşıyorlar. Mülteci meselesine adapte ettiğiniz zaman sorun var. Bir; seçime kadar kullanılan muhalefetin kullandığı bir barış, aşk, kalp dili var. Onu birden bırakıyorsunuz bir gecede. İkinci ya da üçüncü günde vazgeçiyorsunuz.
İşte bu inandırıcılığı düşürmüş olabilir değil mi?
Kesinlikle. İki; bu insanları rencide ediyor. Nasıl rencide ediyor? Şimdi bu kadar sert bir dönüş yapan bir lider, pragmatik bir lider başka ne yapar? Ve bu arada en önemli faktör Kürt sorunudur. Yani bakıyorsunuz ülkenin güneydoğusunda katılımlar düşmüş. Diyarbakır'da binlerce oy kaybı var, fiziki oy kaybı var. Kılıçdaroğlu'nun. Demek ki; Kürtler biraz rahatsız olmuşlar bu söylemden. Çünkü sağ gözünüzle de kırpıyorsunuz. "Ben bunu söylüyorum ama inanma." Peki başka neye inanacağız? Yani mesela Selahattin Demirtaş meselesi de mi sağ göz kırparak söylendi? Belki öteki tarafa göz kırpmışsınızdır. “Ha bırakacağız, bırakacağız” gibilerinden. Bu kadar pragmatizmin rahatsızlık verici olduğunu düşünüyorum açıkçası.
Ama ülkeyi yaklaşık yirmi bir yıldan beri yöneten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da hayli pragmatist bir söyleme sahip olduğu biliniyor...
Tabii. Ama şimdi şöyle bir şey var. Erdoğan bir koalisyonu yönetmiyor. Evet. Aradaki en büyük fark o. Yani onun işte yüzde 35’lik bir kitlesi var. Onun yanında, onunla gayet zihni olarak anlaşan bir kitle bu. Ve kerhen oy veren bir kişi bile yoktur içerisinde. Bir de ondan kaçmış komşuya gitmiş, yüzde 6-7-10’luk bir MHP var. Hem ben Kürtlerden oy alacağım hem de aşırı sağcılardan oy alacağım. Bu arada da muhafazakarlığı bilinen Saadet Partisi'ni masalı tutacak, ha bu arada da ben HÜDA PAR'a yükleneceğim gibi bir şey yapmıyor ki Erdoğan. Çok daha sağcı bir ittifak, hani Erbakan'ın partisi hariç belki neredeyse yok sayılabilecek kişilerle kurduğu bir ittifaktan bahsediyoruz. HÜDA PAR bölgede etkili zaten. Onları rahatsız edecek bir söylem gütmüyor ki.
HÜDA PAR, MHP'li seçmeni rahatsız etmedi mi?
Peki MHP seçmeni hangi motivasyonla sizce HÜDA PAR'ı görmezden geldi? Yani HÜDA PAR, MHP seçmeninin neden oy vermeyecek kadar rahatsız etmedi? Devlet Bahçeli'nin tek bir lafının kitlesi üzerinde önemli olduğu bir partiden bahsediyoruz sonuçta.
Zaten şöyle bir şey. Yani MHP geleneğinde liderimiz ne söylüyorsa odur.
Bu kadar basit aslında, sorunun içinde zaten cevap var.
Yahu bir kere sağcı ikisi de. Komünist Parti’nin HÜDA PAR ile aynı yere oturmasından bahsetmiyoruz. Artı HÜDA PAR'ın nerede kuvvetli olduğunu herkes biliyor. Güneydoğu’da kuvvetli. Yani İç Anadolu'da MHP'li HÜDA PAR’ı mı görüyor? Baktığın zaman. Ya da İstanbul'da öyle ki; MHP çok kuvvetli değil. Yani MHP kendi kuvvetli olduğu yerlerde HÜDA PAR'la bir gerilim içerisinde değil ki. Ve buradaki mesele bu amaç için, bu ülkü için devlete sahip çıkmak için; yani oradaki söylemeye çok dikkat etmekte fayda var. MHP olsun, AK Parti olsun, devlete sahip çıkmaktan bahsettiler. Ve devlete sahip çıkmak için HÜDA PAR’la da masaya oturuldu. Kime karşı devlete sahip çıkılacak? Kürtlere, HDP'ye karşı yapacak.
Şimdi MHP’yi sarsan şey şu olurdu. Girerdiniz, HDP'yle pazarlık yapardınız. O zaman sarsardın. Mesela hani eldeki rakamlar onu gösteriyor. 2019 İstanbul birinci ve ikinci seçimler arasında 250 bin MHP'li sandığa gitmemiş, gitmekten vazgeçmiş. Siz Öcalan'ın ağabeyini televizyona çıkartırsanız reaksiyon alırsınız. Yani “twist” diyeceğimiz bir hareketi ben görmedim. Öteki tarafta “twist” var. Yani siz Kürtlerle aynı anlama bu arada Kürtlerle hiç haz etmediği bilinen bir kişiyi de pazar yapmaya başlıyorsunuz. Bu twist işte. Yani twist yapmak arasında bir fark var.
İstanbul Türkiye'nin hala aynası mı?
“İstanbul'u kazanan Türkiye'yi alır” söylemi herhalde artık tamamen çürüdü öyle değil mi?
Şimdi oradaki cümle yanlış okunuyor. Oradaki ilişki korelasyonu değil neden-sonuç ilişkisi.. Yani siz İstanbul'u alırsınız. Örnek bir belediyecilik sergilersiniz. Diğerlerinden daha iyi bir belediyecilik yaparsınız. Derler ki; “Ha, İstanbul ülke büyüklüğünde yirmi milyon, bu kişiler İstanbul'u böyle yürütüyorlarsa Türkiye'yi de çok güzel yönetirler”. Recep Tayyip Erdoğan 1994’te yüzde 24 ile İstanbul'u kazandı.
1997’de anket yapıyoruz gençlerle. “Suskun gençlik büyüteç altında” diye bir çalışma. Açık uçlu soru; Türkiye'yi kim yönetsin? Yüzde 29 Recep Tayyip Erdoğan diyor. Şimdi Recep Tayyip Erdoğan, 1994’ten 1997’ye ne yaptı da insanların aklına geldi? O dönemde herkes biliyor, İstanbul'da bir sebepten su yoktu. Su geldi. O dönemin beceriksiz politikacıların beceriksizliğini de düşünün. Yılmaz’ı, Çiller’i vesaireyi… “Bu arkadaş bir şey yapabiliyor” denmişti.
Yani 3-4 yıl içerisinde liderden lidere göre ortaya koymuş oldukları performansa göre Türkiye'nin genelini etkileyebilecek bir algı oluşturabileceğini söylüyorsunuz. Sonuçta İmamoğlu da 2019’dan beri İstanbul'u yönetiyor.
Evet, ilk seçimde yüzde 48 ile ikinci turda yüzde 52 almıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yüzde 48. Ona ne diyeceğiz? Yüzde 60 değil. Yani süpürerek kazanmadı CHP İstanbul'u. Yani bir dönüp bakmak lazım. Yani ben bilmiyorum onay oranlarını. Onay oranları kaçtı? Kendisi onay oranlarını biliyor. Beylikdüzü'ndeki onay oranlarını da biliyor. Bakın Beylikdüzü'nde kaçla kazanmıştı? Ondan sonraki başkan kaçla kazandı? Bir ona baksınlar. Ya bir şey yapınca karşılığını alıyorsunuz. Zaten Beylikdüzü demografik olarak da avantajlı bir ilçe CHP açısından. Aynısı öyle bir şey ki, bakın Kuzey İtalya'daki komünist belediyeler Komünist Parti’nin 1970’lerde ikinci parti olmasını sağladı. Öyle bir belediyecilik yaptılar ki... Şimdi öyle bir belediyecilik yapılıyor mu? Soru burada. İzmir'de yapılıyor mu? Ankara'da yapılıyor mu? Şu anda dediğim gibi mesela Mansur Yavaş'ın popülaritesi hakkında spekülasyonlar var. Bu spekülasyonlar belki de onun Ankara'da yaptıklarından dolayıdır. Sadece milliyetçi insan olduğundan değildir ki, bunları bilmiyoruz. Yani bütün bunlar tartışmaya muhtaç meseleler. Biz genelde algılar üzerinden yani veriler üzerinden değil algılar üzerinden konuşmayı tercih ediyoruz.
"Siyasetçiler muhalif seçmenden özür dilemeli"
Yani belli bir araştırma ortaya konulmalı, istatistiklere ve verilere bakılmalı. Ona göre getirilecek yorumlar her halükârda tabii daha sağlıklı ve günümüz hayat gerçekleriyle uyuşacaktır. Son soru muhalif seçmen malum üzgün. Hatta özellikle beyaz yakalıların kendilerine yönelttiği “Terk etmeli yoksa ülke mi bizi terk ediyor?” gibi bir soru var geçtiğimiz günlerde yazar Gürkan Haydar Kılıçarslan'ın yayınında da vardı bu. Sandığın ortaya koyduğu sonuçların, siyasetin toplumun bu kesimine yansıması sizce ne şekilde olacak? Ve Türkiye bu kutuplaşmadan sizce kısa vadede kurtulabilir mi?
Benim baktığım yerden çok basit bir şey var bu siyasetçiler bu halkı hak etmiyor. Yani bu çok basit bir şey. Çünkü o seçim günü bakıyorsunuz gittiğiniz her sandıkta bütün gününü bütün pazarını oraya vakfetmiş insanlar var. Ya olabildiğince orada duran, oyuna sahip çıkan insanlar var ve üzülen insanlar var. Bizim siyasetçimiz bu kadar üzülüyorlar mı? Ben bundan emin değilim. Yani bu kadar sahip çıkma konusunda. Dolayısıyla buradaki mesele öfke. Öfke haksızlığa uğramışlıktan çıkar. Öfkenin nesnesi ne olacak? Bazıları denedi olmadı. Bazıları Suriyelileri yöneltmeye çalıştı.
Onun önü kesildi. Bunun sorumlusu Suriyeliler değil. Bunun sorumlusu vatandaşlık almış Araplar da değil. Bunun sorumlusu iki tur arasında zaten geride olan bir lider, katılma oranı üç puan düştüğünde seçimi kaybetti. Bu kadar basit. Çok ahım şahım bir matematik gerekmiyor. Peki niye böyle oldu, niye katılım üç puan düştü? Neden artmadı? Buradan başlayalım. İkincisi peki ne yapıldı? Burada öfkenin dönmesi gereken yer siyasidir. Yani siyasilere “Siz ne yaptığınızda bunu başaramadınız?” denmesi gerekiyor. Yani ben herhangi bir vatandaşın o siyasilerden özür dilemesini absürt buluyorum. Özür dilemesi gereken şey kişi siyasi zaten. Yapamadım diyen denemesi gereken kişi siyasinin niye yapamadığını söylüyorsun ama şu anda onu yaptırtmıyorlar.
Şerefli mağlubiyetler, Kılıçdaroğlu, Baykal...
Ama şerefli mağlubiyet söylemi de çok yaygın gibi. Bir dönem Milli Takım teknik direktörlüğü de yapan rahmetli Coşkun Özarı’nın söylediği gibi, öyle bir bu kez siyaseten öyle bir algı var sanki şu anda. Hani “Ben Kemal Kılıçdaroğlu'na hakkımı helal ediyorum, çok çabaladı” vesaire diyen de bir kesim var.
Çabalamadı denmiyor. Gerçekten. Hani bahsettiğim 1990’ların, 2000’lerin Mesut Yılmaz'ıyla ya da Deniz Baykal'ıyla karşılaştıracak bir lider değil Kılıçdaroğlu. Çok daha çalışkan bir lider. Ama yapılamadı. Yani oturup bir otopsi yapılır. Yani istifa etsin, çekilsin filan demiyorum. Yapamadığını kabul edip ve işi başaramadığını kabul etmesi gerek. Hesap verilebilirlik dediğiniz bir şey var. Şeffaflık var. Nereye gitti bu paralar? 700 milyon TL hazine yardımı var. Ne kadar para topladığını bilmiyorum Kılıçdaroğlu'nun. Kuruş kuruş görmemiz gerekmiyor muydu bizim şeffaflığı vurgulayan bir lider için? Kaç kuruş toplandı? Zaten yani bunlar kayıtlı olmak zorunda. Kaçağı olmaz bunun. Çok sıkı denetleniyor cumhurbaşkanlığı kampanyaları. Kuruş kaçağı olmaz. Bunu Sayıştay öğrenecek zaten. Ama biz öğrenemeyeceğiz belki. Yani “Şu kadar topladım, şu kadar harcadım” denmesi gerekmiyor mu? Amerika Birleşik Devletleri'nde kuruş kuruş öğreniyorsunuz. Gelin bakın kimin kaç kuruş bağış yaptığını görüyorsunuz.
Biz niye o lükse sahip değiliz? İki; hesap verme sorumluluğu. “Burada inisiyatif bendeydi, ben genel başkandım. Sorumluluğu aldım. Şu kararları ben aldım, sonuçta bu oldu” denmesi gerekiyor. Benim beklentim budur. Normalde arkadaşımdan da beklentim budur, çalışanımdan da beklentim budur. “Bunu başardım, bunu başaramadım” denmesi. Neden başaramadım? Bakın yıllar önce duyduğum bir anekdotu anlatayım. Bir belediyede bir aday oluyor AK Parti'den. Ve kaybediyor. Kazanması beklenen bir belediye de değil. Yapılan ilk şey şu. “Niye kaybettiğini anlat bakalım” deniyor. Ve bir rapor yazması isteniyor. Bundan bahsediyorum. Yani neden kaybedildi? Biz burada spekülasyon yapmayalım. “Neden kaybettik?” Yani çok basit bir şey söylüyorum. Yani biz herhangi bir ürün satıyor olsak, ürün satışını düşüyorsa bir araştırma daha yapılır. Bir otopsi araştırması yapıldı mı muhalefet tarafından? Kimler bize oy vermedi? Nerelerde oy kaybı oldu?
Belki daha çok erkendir diye...
Hayır, sıcak yapılır bu, hemen yapılır. Yani iki seçim arasında biz ne yapıldığını bilmiyoruz ki… Ekip değiştirdi duyduğumuza göre, arkasından da strateji değiştirildi. Hangi veriye dayanarak strateji değiştirildi? Ha derseniz ki; “Bu sizi ilgilendirmez, siz sonuca bakın”, o zaman insanlar sonuca bakarlar. Dolayısıyla kesin sonuçlar açıklanmak için erken olduğunu söylüyorum. Yani daha vakti ihtiyacınız var. Genel başkanın istifasını istemek kelle avcılığı yapmak için de çok erken. Özellikle biz sosyal bilimciler için biraz soğukkanlı olmanın faydası var. Çok acele etmemize gerek yok. Ha ama toplum açısından kopan bir bağ var bence. Yani bir hayal kırıklığı var.
"Aydınlık kaybetti, karanlık kazandı söylemi yanlış"
Evet, o hayal kırıklığına uğramış beyaz yakalı kesimden ve gençlerden bahsedecek olursak?
Şimdi ben kimseye “Gidin” demem. Açıkçası sanki insanlar gitmek isteyebilirler. Bunun farkındayız. İnsanların kalacağı bir ülke olmasını istiyoruz. Hepimiz için geçerli. Kimse gitmesin. Herkesin karnının doyduğu herkesin mutluluk içerisinde yaşadığı bir ülke istiyoruz. Ha bu olmadı, “Ben gidiyorum”. Ama gidene güle güle denir. Özellikle son dönemde duyulan, tuzum, benim tuzum kuru. Bana bir şey olmadı. Bir daha deprem olursa kendinizi kurtarırsınız. Ya milletvekili seçilmiş kişi, milletvekili… Birisi diyor ki; “Bilmem ne ilinde bilmem ne yolunun yapılması lazım” yanıt veriyor Twitter'dan, “Git hükümetten iste” Bu mudur? Böyle mi seçim kazanacaksınız bir sonrakinde? O ilde belediye başkanı adayı olmayı düşünmüyorlar herhalde bu yanıtı verdikten sonra. “Git hükümetten iste” ya da “Efendim Kahramanmaraş'ta deprem olmuş nasıl AK Parti'ye çıkar? Bir daha yardım yollamayacağız” Böyle mi insanlık? Yani sosyal demokrasinin ya da ilerici olmanın hak temelli dediği bir mesele var. Empati dediği bir mesele var. Düşkün arkasına dönmeme dediği bir şey var. Böyle mi seçim kazanılacak? Tweet atıyor, “Arabanın benzini yokken tur atıyorsun.” Bu mudur? Böyle mi seçim kazanıyorsun bir sonraki seçimi? Anlatabiliyor muyum? Yani bu başka bir şeye işaret ediyor. Bu başka bir hınca işaret ediyor. Böyle seçim kazanılmaz.
Yani hınç dediğimiz mesele hazmedememe mi bir taraftan?
Hazmedememe. Yani bu böyle değil. Yani basit bir şekilde evet seçim kaybedildi. Bir sonraki maç için çalışıyoruzdur. Bu kadar. Yani çocuğunuzun bir maç bittiğinde “Oynamıyorum, yapmıyorum bu sporu, gidiyorum ben mi demesini istersiniz yoksa bunu kaybettik bir sonrakini kazanacağız” demesini mi istersiniz? Ben bu duyguyu göremiyorum muhalefette. Bunu kaybettik. Bir sonrakini kazanacağız. Tamam kaybettik ama niye kaybettik? Aaa öğreniyoruz işte. Ne yapalım?
Daha büyüyerek devam edecek mi?
Yani şöyle bir şey. Özellikle bu çok yaygın olan “Biz bu ülkenin aydınlık insanları kaybettik” söylemi, “Karanlık kazandı” söylemi yanlış. Bu söylemin üzerine bina çıkacak siyasi aktörler var. Bunların kendi doğal adayları var. Bir ayağını Suriyeli düşmanlığı koyar, bir ayağını buraya koyar, bunun üzerine ultra faşist örgüt kurar, hiç de zorlanmaz bunu yapmakta. Bu çok riskli. Ya bizim söylediğimiz mesele siyasi tercihlerimizin bizim için özcü olmadığı meselesi. Biz doğuştan bir siyasi tercih edilmiyoruz, siyasi tercih yapıyoruz diye varsayılır. Dolayısıyla özcü bir yaklaşımla “Bu insan bunu tercih ettiyse kötüdür, şudur, budur, alçaktır, aşağılıktır, diğeri ötekisini tercih ettiyse harika, muhteşem harikadır” diye bir şey yok. Hepimiz insanız. Hepimizin ortak kaygıları var. Hepimiz aynı ülkede yaşıyoruz. Aynı gemide batıyoruz ya da yüzüyoruz. Dolayısıyla bu söylemi kullanmak kutuplaştırır.
Kutuplaşmada neye yol açıyor? İşte görüyorsunuz derdinizi öteki kampa anlatamıyorsunuz. Çünkü beş sene kutuplaşıyorlar. Beşinci senenin son otuz günde hadi kutuplaştırmayalım. Aşk kalp yapalım. Olmuyor ki. Yani kutuplaşmayı yıkmak o kadar kolay bir şey değil. Biz yıllardır hani bunu bir kafa yorarak söylemeye çalışıyoruz. Burada ayrı adalarda değiliz, aynı adadayız. Başka bir ada yok. Yani gidebilen gider ama ne kadar gider? Türkiye'de insanlar gitsin pasaportu olanların yüzde 10’u ya. Hani nereye gidiyorlar? Yurt dışına çıkmış olanların çıktığı birinci ülke Almanya, ikincisi Suudi Arabistan üçüncüsü Bulgaristan. Hani kim nereye gidiyor? Ülke mi boş oluyor? Hani böyle bir meseleye de karşıyız. Herkes burada kalacak. Herkes bir yerden sonra farklı siyasi görüşten kişinin kullandığı minibüse binecek. Taksiye binecek. Ondan ekmek alacak. İş yapacak, işe başvuracak. Ya birbirimize muhtaç olduğumuz bir ortamdayız. Birlikte yaşamak zorundayız. Yani deprem olduğu zaman kimseyi siyasi kimlik sormuyor. Pandemi geldiği zaman kimseye siyasi kimlik sormuyor. Yarın öbür gün maazallah bir doğal felaket geldiği zaman kimseye sormayacak. Bütün bunları tanımadan yapacak. Mezarlıklarda kimsenin siyasal kimliği yazmıyor. Bu gerçeği anlamak lazım. Yoksa bunu kötüye kullanacak siyasetçiler var.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ve bu siyasetçiler olacak bundan yararlanacaklar. Ya bu beyaz yaka öfkesi bereketli bir toprak. Ama şöyle bir şey var. Beyaz yaka adı üzerinde beyaz yaka. Çok güvenilecek bir siyasal sınıf değil. Bir de prekarya denen bir şey var ki o varılan sınıf hani atlanıldığı düşünen sınıf o kadar da atlanılmış olmayabilir. Yani belli şartlarda. Dolayısıyla o sağlıklı bir duygu değil. Kutuplaştırıcı bir duygu. Ve şöyle bir şey var. Biz yıllarca bunu söyledik ve gerçekten de çok zorlandığımız zamanlar oldu. Biz kutuplaşmada fail aramıyoruz. O kutuplaştırıldı, bu kutuplaştırdı değil. Kutuplaşan bir ortamın bize, insanlara verdiği zarardan bahsediyoruz. Şimdi bu çizgiye geri gelebilmek gerekiyor. O kutuplaştırdı, bu kutuplaştırdı. Ama önüme kutuplaşmanın sonucunda ne oldu? Buyurun bu oldu. Kimse kimseyi ikna edemez hale geldi. Dolayısıyla kutuplaşma daha da artabilir. Ama şöyle bir şey var. Hayatın bir gerçeği var. 2024 Mart'ta seçim olacak kısmetse. İnsanlar hala birilerinin oylarına muhtaç. Yani o kadar da rahat, atarlanıp küsüyorum atıyorum masayı deviriyorum demek hiç kimse için kolay değil. Cumhurbaşkanı dahil olmak üzere.
© The Independentturkish