Dünyanın kapitalizm ve sosyalizm arasında kutuplaştığı 60'lı yıllarda, bu kutuplaşmayı ortalamaya ya da aşmaya çalışan üçüncü türdeki eğilimlerin en baskını Bağlantısızlar Hareketiydi.
Kapitalist ve sosyalist ittifakların dışında durmaya çalışan bu eğilimin üçüncü yol niteliğinden de söz edilmekteydi. Gerçi bu üçüncü yol tanımı, Maoculuk kadar sosyal demokrasi için de kullanılacaktır.
Türkiye'de de etkileri görülen bu eğilimlerin yanında, Millî Görüş hareketi etrafında toplanan muhafazakâr ve İslamî eğilimler de farklı bir üçüncü yol oluşturma iddiasındaydılar.
Sol-Kemalist CHP ve sağ-kapitalist DP, AP, ANAP çizgilerinin dışında kalan bu eğilim, Ak Parti ile birlikte sağcı eğilimleri Millî Görüş hareketiyle uzlaştırarak, bir üçüncü yol ya da Aliya'nın yaklaşımıyla orta yol fikrinden, yeniden geleneksel kutuplaşmacı siyasete geri dönmüştür.
Bu ise siyasetin belki kolaycı bir yöntemi olsa da, itidalden olduğu kadar sağduyudan da uzaklaşma anlamıyla olumsuz bir gelişmedir.
Aliya'ya göre sosyal-demokrasi hareketi Hıristiyanlarla sosyalistler arasındaki bir yakınlaşma çabası olarak üçüncü yol anlamına gelse de, bu, İngiltere'deki reformist anlayış gibi bir orta yol anlamına gelmemektedir.
Zira Anglikan Kilisesi, daha en başından itibaren Papalıkla Krallığa karşı bunları aşan bir biçimde, "iki aşırı uç arasında orta yolu takip etmekteydi". 1
Bertnard Russell'ın deyişiyle, başlangıç aşamasındaki sosyalistlerin gidişatı da "demokrasi ve dinî imanın bir bileşimi ve sarsılmaz politik–ahlaki hedefleriyle Cromwell'in püritenlerini" 2 andırmaktaydı.
Ki Aliya da Russell'a atıfla, orta yolun "Roma İmparatorluğunun sağlamlığıyla Augustin'in idealizminin birleşimi"3yle gerçekleşebileceği fikrini de zikretmekte.
Bu aynı zamanda İslam'ın ruhbanlıkla münzevilik arasında oluşturduğu bir itidal çizgisi anlamına da gelmektedir.
Beri yandan "samimi bir Katolik Mesih inancı ile ilerlemeye inanmak arasında aşılamaz bir uçurum olduğunu, samimi bir liberal ise ruhun üzerindeki ruhbanlık hâkimiyetinin demokrasi ve özgürlükle bağdaştırılamaz olduğunu hissediyordu". 4
Aliya, bahsi edilen kitabında İslam'ı, ruhçulukla maddecilik, Batı ile Doğu, Hıristiyanlık ile Yahudilik, seküler ütopizm ile Tanrı Krallığı arasında bir orta yol olarak da tanımlamaktadır.
Türkiye'deki Millî Görüş hareketi de başlangıçta böylesi bir eğilime sahipti. Hatta bu eğilim, solda benzeri bir iddiaya sahip olan Mehmet Ali Aybar öncülüğündeki TİP'in boşalttığı sosyopolitik kulvara da yerleşecek ve hatta belki de bu yönü nedeniyle İdris Küçükömer kadar İsmet Özel'ce de desteklenecektir.
Gerçi Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç gibi isimler ya da Hareket ve Diriliş camiası onda bu orta yol niteliğini görmüyor olacaklar ki ta en başından itibaren bu çizginin dışında kalacaklardır.
Nitekim süreç içerisinde bu eğilimin bünyesindeki güç metafiziği, yani devleti ele geçirerek toplumu tepeden doğru biçimlendirmeyi amaçlayan eğilim, kendilerini hak ve adalet çizgisinde görenlere galebe çalarak bu eğilimi sağa çekecek ve nihayetinde günümüzde geldiği noktadaki gibi milliyetçi-mukaddesatçı bir devletçiliğe teslim olacaktır.
Bu eğilime tepki gösteren Saadet Partisi, Deva Partisi ve Gelecek Partisi'nin de desteklediği Millet İttifakı'nı bir araya getiren ise temel olarak bir orta yol inşasından ziyade, ülkenin giderek içerisine gömüldüğü keşmekeşe ve Ak Parti'nin yönetim tarzındaki keyfiliklere ve hukuksuzluklara itiraza dayanmakta.
Kuşkusuz ki bu sorunlara itiraz ve bunların bir itidale getirilme çabası da önemlidir ama özellikle CHP ve İYİP içerisindeki ulusalcı güçlerin asli arzusu, bu tür bir itidalden ziyade, kendi cepheleri açısından devlet güçlerini ele geçirerek Kemalizm'de ifadesini bulan bir siyasete geri dönüştür.
Zira burada da Ak Parti'nin yarattığı gerilimin ivmelendirdiği bir tepki birikmekte ve hatta Cengiz Çandar gibi liberalleri bile daha düne kadar karşı çıktıkları sözleri sarf etme aşırılığına götürmektedir.
Zira Ak Parti, sadece düş kırıklığına uğranılmış umutların değil aynı zamanda geçtiğimiz o uzun yüzyıldaki rövanşist arzuların da bir hasılasıdır.
Sonuçta bu rövanşist heveslerin galebe çalmasını sağlayan da olumlulukların talebinden ziyade olumsuzlukların baskılarıdır ki bu tür baskıların giderilmesi ve olumluya doğru gidişatın önünün açılması hususunda "yetmez ama evet"çi olarak tanımlanan liberallerin ve sosyalistlerin de büyük desteği olmuştur.
Ne var ki Ak Parti'nin cari sistemi değiştirme çabasının tıkandığı o kerte (2013 krizi), tam da hak ve adaleti (olumluluğu) tesis eğilimiyle rövanşizm (güç metafiziği) yanlılarının burun buruna geldiği bir noktadır.
Ama o noktada CHP'nin Anayasa değişikliği ve Kürt sorununun çözümü gibi olumlu girişimler konusunda gösterdiği direnç de ortadadır.
Öte yandan Fetullahçılığın da el altından iktidarı ele geçirme çabası, beri yandan ganimetçi/rövanşist eğilimin iktidarın nimetlerinden yararlanma heveskârlığı ve Suriye'ye yönelik fütuhatçı emeller, gidişatı itidalinden/çığırından çıkaran etkenlerdir.
Dolayısıyla Ak Parti'nin yarım bıraktığı bu sorunların çözümüne dair eğilimler, umutlar ve niyetler, gelecekteki muhtemel iktidarlar açısından da benzeri riskleri sürdürmekte.
Ki bu tip kritik karşı(t)laşmaları yaşadığımız son yüzyıl içerisinde Cumhuriyetçi ulusalcılığın Osmanlı modernleşmesini kesintiye uğrattığı bir çoğulculuğun yitimi, ülkeyi baskıcı bir ulusalcılığa tabi tutarken, farklı eğilimleri ve kimlikleri siyasetin dışında bırakarak, toplumu bir mutabakattan olduğu kadar müzakerelerden de yoksunlaştırmıştır.
Beri yandan Abdülhamitçi, İttihatçı ve Kemalist otokrasilerin devlete yığdığı toplumsal sermayenin dağıtımı ya da paylaşımına dair inisiyatifi ele geçirme arzusu da toplumsal sermayeden pay almak isteyenlerin gözünü siyasete dikmelerine yol açmakta; bu ise siyasetin doğasını yozlaştırmakta, devleti ele geçirerek nimetlerinden yararlanmayı bizatihi bir amaca dönüştürmektedir.
Maddi olduğu kadar metafizik yönlerce de tahkim edilmiş bu tip bir devlet modeli, özünde toplumsal niteliklerin ve güçlerin yağmasına dayalı olan ve siyaseti olağanlığından, siyasileri de yoldan çıkaran şeytani bir etki olarak tüm etkinleşmesini toplumun zayıflatılmasında bulan temel bir sorundur.
Siyasal, iktisadi ve toplumsal güçleri elinin altında tutmayı devletin korunması olarak tanımlayan ve bunu topluma da dayatan bir zihniyet, sonuç olarak halkın siyasete katılımını ve etkinleşmesini engelleyen, elinde topladığı güç ve yetkileri toplumla paylaşmaya yanaşmayan, anti-demokratik bir bariyer işlevi de görmekte.
Siyaseti iktidarı elinde tutmak gibi bir biçimselliğe indirgeyen bu güç metafiziği, iktidarda kalmayı bir beka sorununa ve buna ilişkin bir savaşıma dönüştürerek, siyasetin demokratikleşmesini fiili olarak engellemektedir.
Temel eleştirilerini bu noktalarda yoğunlaştırması gereken Cengiz Çandar'ın ve benzeri aydınların geldiği nokta, tam da burası yani esas olarak sistemin özünü ıslaha değil de bu dışlamacı ve muarızlarını hınçlandırmaktan başka bir anlam taşımayan eğilimi farklı bir biçimde yenilemeye dayanmakta.
Her ne kadar belli bir tepkiyle söylenmiş olsa da, bir demokratın, sol-liberalin, dahası sorumlu bir aydının asla söylememesi gereken sorumsuzca sözler, sonuçta toplumun büyük çoğunluğunu siyasetin dışında tutmaya dair başlangıçtaki o Kemalist laisizme geriye dönüş çağrısından başka bir anlam taşımamaktadır:
…Benim açımdan hazin bir durum çünkü yıllarca İslam ile demokrasinin olabilirliği üzerine kafa yormuş, buna enerji harcamış biriyim. Olmadı, olmayacak ve olmamalı.
Bu aşırı tepki, bir sol-liberalden ziyade, Kemalist ulusalcılığa yakışan ve oradan ödünç alınmış bir jargon.
Zira kapatmak üzere olduğumuz bu yüzyıllık parantez, temelde muhtemel bir İslam ile demokrasi deneyiminin paranteze alındığı bir tür Jakobenliğe dayanmaktaydı.
Bu parantez ise sonuçta daraltılmış bir siyasal alanda toplumun çoğunluğunu bu alandan dışlayan veya ancak baskılanmış bir üslupla, sahte sözcükler ve ödünç kimliklerle kamusallığa dahil edilen kesimlerle sürdürülen bir tür iktidar oyunu olarak, ister istemez hınçlı arzulara ve siyasal güdüklüklere yol açacaktı.
Dolayısıyla CHP'nin heveslendiği sosyal demokratlığının oturmamışlığı kadar Kürt siyasetinin bir türlü terör ikliminden kopamayışı ve hatta AKP'nin (ve örtülü siyasal ortağı Fetullahçılığın) nefesinin kesildiği Cumhuriyeti demokratikleştirme çabasındaki bu yetersizlik, basiretsizlik, yozlaşma ve dahası siyasal fırsatçılık, bu uzun yüzyıl içerisindeki tarafların yoksun bırakıldığı siyasal deneyimsizliklerinin birer sonucu olarak görülebilir.
Ne var ki bu deneyimsizliklerin yol açtığı sorunların giderilmesi başka bahanelerle öne sürülen yasaklama veya uzak durulma önerileriyle değil, ancak ve ancak bu deneyimin ilerletilmesi için farklı etkileşimlerin ortaya konulması, özeleştiri fırsatlarının sağlanması ama her halükarda İslam kadar demokrasinin de deneyim alanında tutulmasıyla mümkündür.
Osmanlı modernleşmesinin acemiliklerinin önünü devleti tahkim etmek ve hatta kurtarmak gibi bahanelerle kesen Abdülhamitçi ve Kemalist otokrasiler, aslında Türkiye siyasetinin belli başlı her iki cephesini, Batıcı ve modernleşmeci eğilimler kadar muhafazakâr ve dindar kesimleri, bununla birlikte Cumhuriyet kadar demokrasiyi de güdükleştirmiştir.
Zira siyasal olduğu kadar düşünsel ve toplumsal gelişmeler de ancak etkileşimsel, müzakereci ve hatta uygun dozda tutulan çatışmalı süreçler içerisinde gerçekleşebilir.
Şimdilerde ise sahici bir kamusallığın dilinden, siyasetinden ve itidalinden uzak kaldığımız o uzun yüzyılı hiç yaşamamış gibi yeni bir yüzyılı da baskıcı, yasakçı ve dışlamacı bir iklimde tüketme şansımız hiç ama hiç yok ve de bu, söz konusu bile edilemez, edilmemeli de.
1. Aliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam, Ketebe Y. s. 379.
2. Michael Lowy, Franz Kafka: Boyun Eğmeyen Hayalperest, Versus Y. s. 13.
3. İzzetbegoviç, age, s. 385.
4. İzzetbegoviç, age, s. 385.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish