İTEF 2021'de Miras üzerine gerçekleştirdiğimiz sohbetten sonra Vigdis Hjorth ile yeniden buluşmak büyük bir mutluluk ve heyecan oldu.
Hjorth'un yazarlığında okurları en çok etkileyen şey, meseleleri kristal berraklığında ortaya koyabilme gücü.
Bir duyguyu, bir ikilemi ya da bir çıkmazı ele aldığında, yüzeyde bırakmıyor; dibine kadar inmeden, en çıplak ve en keskin hâline ulaştırmadan elinden bırakmıyor.
Bunu da uzun uzun sayfalarla değil, bir çırpıda, en vurucu ve çoğu zaman da kırbaç gibi çarpan bir dille yapıyor.
Vigdis Hjorth yazdıklarıyla bizi çok kişisel, hatta kimi zaman rahatsız edici yüzleşmelere davet ediyor.
Bu yüzleşmeler bizi yalnızca bir hikâyenin tanığı olmaktan çıkarıp kendi hayatına, kendi aile ilişkilerine, kendi kırılma noktalarına bakmaya zorluyor.
Hjorth annelik, aile, miras, sessizlik, dışlanma ve bireyin toplum içindeki yalnızlığı gibi konuları işlerken hiçbir kutsalı dokunulmaz saymıyor; tam tersine, en dokunulmaz bildiğimiz değerlerin çatlaklarını görünür kılıyor.
Türkiye'de pek çok anne de bu yüzleşmelerin izlerini kendi içinde uzun süre taşımıştır.
Çünkü biz de burada benzer bir kültürel mirasla büyüdük: anneler, babalar, aile kutsaldır; eleştirilmez, sorgulanmaz.
Bir sorun varsa, bu çoğunlukla çocuğun kusuru sayılır. Ama artık bu kutsiyet sorgulanabilir hâle geliyor.
Belki de özellikle bizim de parçası olduğumuz kuşak, kendi çocuklarıyla ebeveyn olduğunda, anne ve babalarıyla olan ilişkilerini bambaşka bir gözle değerlendirmeye başladı.
İşte bu nedenle Hjorth'un romanları yalnızca Norveç edebiyatının değil, evrensel edebiyatın güçlü ve dönüştürücü metinleri arasında yer alıyor.
Onun metinlerinde yalnızca bireysel bir hikâye değil, hepimizin yaralarına dokunan kolektif bir gerçeklik var.
Şimdi yeniden bir araya gelmişken hem bu duyguların bıraktığı izleri hem de "Annem Öldü mü"nün açtığı yeni soruları konuşabilmek çok kıymetli.
Hjorth'un bu röportajda verdiği yanıtlar da tıpkı romanları gibi…
Kısacık cümlelerde, az sözle kocaman şeyler söylüyor.
Umarız siz de bu söyleşiyi okurken, sözün ardına gizlenmiş o derinlikleri hisseder ve kendi sorularınızı çoğaltma imkânı bulursunuz.
 
Romanın adı aynı zamanda bir metafor: "Annem öldü mü?" sorusu belki de "Beni var eden kaynakla bağım koptu mu?" anlamını da içeriyor. Sizce insanın annesiyle bağı yalnızca biyolojik değil, varoluşsal bir bağ mıdır?
Soru aslında şudur: Anne ölebilir mi? (Ölmüş olsa bile çocuklarının zihninde bir tür yaşamaya devam edecektir.) İyi ya da kötü bir anne olması, varlığı ya da yokluğu fark etmez. Annenin herkesin hayatında bir tür mitolojik figür olduğuna inanıyorum.
Romanda annenin ağzından çıkan şu cümle çok çarpıcı: "Beşiği sallayan el dünyayı yönetir." Ama ya o el, bir gün kapıyı yüzümüze kapatıp bizi sürgüne gönderirse? Bizi var eden, büyüten ellerin aynı zamanda dışlayan, reddeden ellere dönüşmesi insanın varoluşunu nasıl sarsar? Bu çelişkiyle baş etmenin yolu nedir: Onu anlamak mı, affetmek mi, yoksa tamamen kopmak mı?
Anne güçlüdür, yalnızca anne olduğu için. Ve anneler toplumda yakın zamana kadar güçlü bir konuma sahip olmadıkları için, çocukları üzerindeki güçlerinin tadını çıkarmış, belki de bunu istismar etmiş olabilirler.
Anne ya da babası tarafından reddedildiğinde nasıl davranması gerektiği konusunda tavsiye veremem. Ben psikolog değilim, sadece bir sürü aptallık yapmış sıradan bir insanım…
 
İlk kez ebeveyn olduğumda, anne-babalığın huzur vermesi gerekirken aslında dikenli bir yatak gibi ürkütücü bir sorumluluk olduğunu fark ettim. Sizce annelik ve babalık da tıpkı çocukluk gibi kaçınılmaz biçimde "yaralı" bir deneyim midir?
Çocukluğu yara almadan atlatmış kimse tanımıyorum.
Romanda annenin sessizliği pasif bir boşluk değil, aktif bir şiddet olarak hissediliyor. Sessizlik sizce hangi durumlarda kelimelerden daha yıkıcı bir güç hâline gelir?
Çoğu zaman! Çok etkili bir silahtır!
Türkiye'de anne figürü çoğunlukla kutsal kabul edilir; annenin eleştirilmesi neredeyse toplumsal bir tabudur. Siz, annelikle ilgili bu çıplak ve sert hesaplaşmaları kaleme alırken kendi toplumunuzun tepkilerini nasıl deneyimlediniz?
Bazı okurların anneleri savunmak istediğini deneyimledim; "iyi bir anne olmak zor" diyerek. Ben de her seferinde tamamen katıldığımı söylüyorum.
 
Bence X kuşağı anne-baba olduğunda kendi ebeveynleriyle ilişkilerini de farklı bir gözle sorgulamaya başladı. Norveç'te kuşaklar arasında benzer bir kırılma gözlemliyor musunuz? Anne-babalık deneyimi, kendi anne-babanızı anlamanın yolunu açıyor mu, yoksa mesafeyi daha da mı derinleştiriyor?
Ebeveynlik deneyimi insanın kendi anne-babasını daha iyi anlamasının da, onlarla arasındaki mesafeyi derinleştirmesinin de yolu olabilir, hatta ikisi birden, aynı anda. Hayatın tüm yönlerinde çoklu bakış açılarıyla yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Asıl görev bu.
Bir röportajınızda, "Gençken çocukluğun ne kadar belirleyici olduğunu bilseydik, asla çocuk sahibi olmaya cesaret edemezdik" demiştiniz. Sizce insan gerçekten çocukluğunu aşabilir mi?
Hayır. Ama bununla yaşamayı öğrenebilir, hatta yolculuğu ilginç bulabilirsiniz!
 
"Annem Öldü mü"nün Türkçe edisyonunun arka kapağında çok çarpıcı bir soru var: "Yara açmayan bir annelik, öldürmeyen bir sevgi mümkün mü?" Hem Miras'ta hem Annem Öldü mü'de kahramana kızmak yerine ona şefkat duyuyoruz. Mantıksız her eylemin ardında öyle güçlü duygular var ki, kendimizi onunla aynı noktada buluyoruz. Siz, okuru bu kadar zor duygularda kahramanla buluşturmayı nasıl başarıyorsunuz?
Ben onları "sevimli" kılmayı düşünmüyorum. Hayır. Ama onların çaresizliğini anlamaya ve yargılamamaya çalışıyorum.
Türkiye'de kitaplarınız edebiyat okurları tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı; "Miras", "Postane Günlükleri" ve "Annem Öldü mü" üzerine heyecanla yazılar yazıldı, uzun tartışmalar yapıldı. Peki, Norveç'teki okurlar bu romanlarınızı nasıl karşıladı? Sizce iki kültür arasında, anne-çocuk ilişkilerinin algılanışında benzerlikler ve farklar neler?
Buna yanıt vermem zor, çünkü Türkiye'nin kültürünü maalesef çok iyi bilmiyorum. Daha fazla öğrenmeyi dört gözle bekliyorum, çok merak ediyorum!
 
İngilizce çevirmeniniz Charlotte Barslund için sık sık güzel sözler söylüyorsunuz. Türkçede ise eserleriniz uzun süredir Dilek Başak'ın özenli çevirileriyle okurlara ulaşıyor. "Miras", "Postane Günlükleri" ve "Annem Öldü mü", üçü de Siren Yayınları'ndan, üçü de Dilek Başak çevirisiyle Türkçede hayat buldu. Sizin keskin, çıplak ve çok katmanlı dilinizi Türkçede aynı berraklıkla hissettirmesi büyük bir başarı.
Türkçe bilmediğim için Dilek Başak'ın çalışmalarını okuyamıyorum! Ama onun çok iyi olduğunu duydum! Bana bunu söyleyen insanlara tamamen güveniyorum. Türkçe çevirmenim olduğu için çok minnettarım. Ona teşekkürler!
Bir röportajınızda şöyle demişsiniz: "Bir romana başladığımda olay örgüsünü veya yapısını asla bilmiyorum, yazım tarzım bir tür araştırma. Beni rahatsız eden ahlaki veya etik bir ikilemi araştırıyorum ve ne bulacağımı önceden asla bilemiyorum." Sizi okurken en çok etkileyen şeylerden biri de, belirsizlikle başlayıp meseleyi sonunda kristal berraklığında ortaya koyabilmeniz. Sizce bu kristalize etme gücü nereden geliyor?
Hiçbir fikrim yok! Ama çok çalışmak iyi bir başlangıç! :)
"Romanın sesi dediğim şeyi keşfetmeye epey zaman harcıyorum" diyorsunuz. Ses bulunduğunda neredeyse gece gündüz yazdığınızı söylüyorsunuz. Bu "ses" tam olarak neyi ifade ediyor? Karakterin mi, yazarın mı, yoksa hayatın kendisinin sesini mi?
Yazarın sesi.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish