Ortadoğu'nun mevcut siyasi ve sosyal çalkantılarının kökeni, büyük ölçüde 1916 yılındaki Sykes-Picot Gizli Anlaşması ve 1917 yılındaki Balfour Deklarasyonu gibi Batılı emperyalist politikalara dayanıyor.
Sykes-Picot anlaşması İngiltere ve Fransa'nın öncülüğünde, dönemin emperyal çıkarlarını gözeterek bölgenin yapay sınırlarla paylaşılmasını öngördü; Rusya'nın da dolaylı katılımıyla birlikte Batılı güçler, kendi çıkarlarına hizmet eden bir bölgesel düzen kurdu.
ABD, söz konusu paylaşımın yapıldığı devirdeki pazarlıklarda yer almamış olsa da Ortadoğu'da daha sonraki gelişmelerden kaynaklanan bir sorumluluk sahibidir.
Öyleki ABD, 20'nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ortadoğu'daki en etkili aktörlerden biri haline geldi.
Bu bağlamda, ABD'nin Ortadoğu politikaları, özellikle 1948'de İsrail'in kuruluş süreciyle su yüzüne çıktı.
ABD o tarihten itibaren bölgedeki birçok kritik gelişmede belirleyici güç oldu.
1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında İsrail'e verdiği destek, 1980-1988 İran-Irak Savaşı'nda Irak lehine tutumu, 1991 Körfez Savaşı'nda Irak'a karşı yürüttüğü askeri operasyon ve nihayetinde 2003'teki Irak işgali, ABD'nin bölgede süreklilik arz eden müdahaleci politikalarının göstergeleridir.
Bugün Gazze'de yaşanan çatışmalar karşısındaki tutumu da bu sürekliliğin bir parçası olarak okunmalı.
Bu çerçevede, ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack'ın, Sykes-Picot planını eleştiren ve bu planın bölgede kalıcı barış değil, uzun vadeli istikrarsızlık yarattığını ifade eden açıklamaları dikkat çekici.
İlk bakışta kınama ve özeleştiri niteliği taşıyan bu sözler, aslında daha derin jeopolitik hesapların ve daha kapsamlı kaotik planların habercisi olarak okunabilir.
Zira ABD'nin tarihsel pratikleri, söz konusu açıklamaların ardında yeni bir bölgesel yapılandırma planının olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Dolayısıyla bu söylem, yalnızca geçmişe dair bir eleştiri değil, aynı zamanda geleceğe dönük stratejik bir mesaj özelliği taşıyor olabilir.
Zira aynı temsilci, 10 Temmuz'da "SDG dediğiniz, YPG'dir. YPG, PKK'nın bir türevidir" diyen Tom Barrack, 30 Ağustos'ta "Ancak artık PKK ile ilişkili olmayan başka bir örgüt var: SDG ve YPG" diyerek, Suriye'de federatif yapıya benzer esnek bir yönetimin uygun olacağını ifade etti.
Temsilci Barrack, başlangıçta Türkiye'nin tezlerini ve argümanını destekleyen bir söylemde bulunup Suriye'de üniter yapının tek çare olduğunu söylerken, çok kısa bir süre içinde bir anda söylem değiştirip İsrail ve Netanyahu'nun söylemlerine dönüş yaparak bölgede ABD-İsrail tezlerinin savunucusu haline gelmiş, şahsının ve temsil ettiği düşünce sahiplerinin bölge için ne kadar güvenilmez ve gizli-saklı planları olduğunu bir kez daha gösterdi.
Diğer bir ifadeyle bu tür söylemler, ABD'nin bölgeye yönelik politikalarının değiştiğine ya da değişeceğine dair somut bir güvence sunmuyor.
Zira uluslararası ilişkilerde normatif söylemlerle uygulanan reelpolitik arasında çoğu zaman ciddi farklılıklar bulunuyor.
Ortadoğu coğrafyasında özellikle İsrail'e komşu ülkelerde ve Türkiye'de etnik grupların, mezheplerin, aşiretlerin ve emirlikler arasındaki mevcut ya da oluşturulacak sorunlardan birisinin ipliğinin çekilmesiyle çatışmaların hızla çorap söküğü gibi bir ülkeden diğerine yayılması ve böylelikle İsrail için bu ülkelerin (İran, Irak, Pakistan, Suriye ve Türkiye) güvenlik tehdidi olmaktan çıkmaları üzerine tasarlanmış, İsrail devletinin bekasını amaçlayan 1982 yılında ilk kez ortaya konulan Siyonist Oded Yinon planına sadık kalan bir İsrail ve ABD politikasının reel politik olarak söylemden bağımsız bir şekilde işlemeye ve işletilmeye devam ettiğini söylemek özellikle Tom Barrack'ın açıklamaları özelinde yanlış olmayacaktır.
Oded Yinon Planı ve Ortadoğu'nun etnik-medeniyet temelli bölünme stratejisi
Oded Yinon'un önerdiği strateji, Suriye'nin mevcut sınırları içinde etnik ve mezhepsel temelli yeni devletler kurulmasını öngörüyor: Kıyı kesiminde Şii-Alevi devleti, Halep bölgesinde Sünni devleti, Şam'da karşıt bir Sünni devleti ve Havran-Kuzey Ürdün-Golan bölgesinde Dürzi devleti.
Bu plan, bölgesel güç dengesi ve güvenlik politikaları perspektifinden değerlendirildiğinde, temel amacın bu devletlerin bağımsızlık veya demokratik yapı geliştirmesi değil; iç çatışma ve güçsüzlük mekanizmaları yoluyla İsrail için potansiyel tehdit oluşturmalarının önlenmesi olduğu görülüyor.
Uluslararası ilişkiler teorisi bağlamında bu strateji, bölgesel hegemonya ve güvenlik projeksiyonu olarak yorumlanabilir; etnik ve mezhepsel farklılıkların sistematik olarak güçlendirilmesi, İsrail'in güvenliğini garanti altına almak için bir araç olarak kullanılıyor.
Planın önündeki en önemli engel ise, bölgede Osmanlı döneminden miras kalan toplumsal hafıza ve adalet ile barış temelli kurumsal düzenin hala canlı olmasıdır, ki bu durum, potansiyel olarak bölgesel yeniden yapılanmayı ve planın uygulanabilirliğini sınırlayan bir faktör olarak öne çıkıyor.
Öte yandan, Barrack'ın ilk açıklamalarının hemen ardından Binyamin Netanyahu'nun "Osmanlı tekrar bölgeye dönmeyecek, bunu bekleyenler boşuna beklemesin" şeklindeki ifadesi, dikkat çekici bir eş zamanlılıkla gündeme geldi.
Bu açıklama, yalnızca tarihsel bir hesaplaşma değil, aynı zamanda mevcut bölgesel güç dengelerine ilişkin bir yönlendirme çabası olarak da değerlendirilebilir.
Netanyahu'nun bu sözleri, Tom Barrack'ın açıklamalarıyla doğrudan bir bağlantı içinde okunabileceği gibi, Filistin ve genel olarak Ortadoğu politikalarında İsrail'in merkezi rolünün vurgulanması şeklinde de yorumlanabilir.
Bu bağlamda, "artık bölge ülkeleri hangi rejimle yönetilirse yönetilsin, ABD'nin yanı sıra İsrail ile uyum içinde olmak zorundadır" mesajı veriliyor.
Oysa bölge halklarının beklentisi, Osmanlı'nın tarihsel varlığının tekrar ihyası değil; Osmanlı döneminde tesis edilmiş görece adalet, toplumsal uyum ve yönetsel istikrarın çağdaş düzlemde yeniden inşa edilmesidir.
Osmanlı barışı bağlamında Kudüs ve Filistin
1516 yılında Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusunun Mercidabık Muharebesi'nde kazandığı zafer neticesinde Suriye, Filistin ve Kudüs, Osmanlı Devleti'nin idaresine geçti.
Bunu takiben, 1517 yılında Memlük Sultanlığı'na son verilerek Mısır'ın Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte, Doğu Akdeniz bölgesi bütünüyle Osmanlı egemenliğine dâhil oldu.
Böylece Osmanlılar, İslam dünyasının en önemli stratejik ve dini merkezlerinden biri olan Filistin'i yönetme sorumluluğunu üstlendi.
Osmanlı yönetimi, Filistin topraklarında ve özellikle çok dinli ve çok kültürlü yapısıyla öne çıkan Kudüs'te adalet, istikrar ve toplumsal barışı önceleyen akılcı politikalar uyguladı.
Üç semavi din için kutsal olan Kudüs, tarih boyunca farklı güçlerin egemenliğine girmiş olmakla birlikte, barış ve huzurun en uzun soluklu olarak yaşandığı dönem Osmanlı idaresi oldu.
Bu bağlamda, Osmanlı'nın yaklaşık dört asır süren yönetimi (1517–1917), Kudüs'ün tarihsel sürecinde hoşgörü, dini çoğulculuk ve birlikte yaşam kültürünün kurumsal olarak tesis edildiği istisnai bir dönem olarak öne çıkıyor.
Tarihsel olarak bakıldığında, Türklerin Kudüs ve Filistin coğrafyasındaki varlığı yalnızca Osmanlı dönemine mahsus değil.
Türklerin bu bölgede etkin olduğu 2 uzun dönem dikkat çekiyor:
- İlki, 678-1098 yılları arasında Tolunoğulları, İhşidiler, Selçuklular dönemlerinde Türk komutan ve idarecilerin katkısıyla,
- İkincisi ise, 1187'de Selahaddin Eyyubî'nin Kudüs'ü Haçlılardan almasıyla başlayıp 1917'ye kadar devam eden süreçtir.
Bu tarihsel çerçeve dikkate alındığında, Türklerin Kudüs'teki etkinliği yaklaşık 11 asra yayılıyor; doğrudan Osmanlı dönemiyse sekiz asrı aşan bu sürecin 4 asrını oluşturuyor.
Kudüs ve Filistin'de adalet çağları
Hz. Ömer döneminden başlayarak Selahaddin-i Eyyubi ile devam eden süreçte, Kudüs'teki mukaddes mekânların fermanlarla sistematik olarak tespit edilmesi ve bölgede yaşayan gayrimüslim toplulukların sahip oldukları hak ve ayrıcalıkların belgelenmesi, siyasi otoritenin meşruiyet temeli olarak işlev gördü.
Bu gelenek, Osmanlı egemenliği süresince devam etti ve Osmanlı Devleti, bölgede farklı etnik ve dini unsurlara hukuki statü ve toplumsal özerklik sağlayan "millet sistemi"ni daha kapsamlı bir şekilde uyguladı.
Siyasi tarih perspektifinden bakıldığında, Osmanlı'nın Kudüs ve Filistin'deki varlığı yalnızca klasik bir egemenlik gösterisi değil; çok kültürlülük, dinî hoşgörü ve toplumsal barışa dayalı bir yönetim anlayışı olarak kurumsallaştırıldı.
Uluslararası ilişkiler bağlamında, Osmanlı'nın bu politikası, farklı toplulukların bir arada yaşadığı bir coğrafyada iç istikrarın sağlanması ve meşruiyet üretimi açısından önemli bir örnek teşkil ediyor.
Kudüs'ün yaklaşık 3 bin yıllık tarihi dikkate alındığında, Osmanlı dönemi, bölgenin uzun tarihsel süreçleri içinde kapsamlı bir siyasal ve idari düzen modeli sunması bakımından müstesna bir yer tutuyor.
Ortadoğu'da özellikle 1917 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun bölgeden çekilmesiyle başlayan parçalanma süreci ve ardından gelen istikrarsızlıklar, günümüzde hâlâ etkisini sürdürüyor.
Görünen o ki, bölgede çok taraflı bir paylaşım planından ziyade, ABD merkezli bir stratejik yönlendirme süreci söz konusu.
Bu durum, hem tarihsel süreklilik hem de güncel jeopolitik eğilimler bakımından dikkatle analiz edilmesi gereken bir gerçekliktir.
Osmanlı sonrası Ortadoğu'daki istikrarsızlıklar
Osmanlı Devleti'nin yaklaşık 4 asır boyunca Filistin ve Kudüs başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasında tesis ettiği yönetim düzeni, bölgenin tarihinde nadir rastlanan bir barış ve istikrar dönemine karşılık geliyor.
Söz konusu dönem, dini, etnik ve kültürel çeşitliliğin bir arada yaşadığı bu coğrafyada, toplumsal huzurun ve yönetsel düzenin sağlandığı; adaletin ve hoşgörünün kurumsallaştığı bir yapı sundu.
19'uncu yüzyılın ikinci yarısında her ne kadar Tanzimat devri ve Islahat Devri olarak adlandırılan reform süreçleri başlatılmış olsa da Osmanlı Devleti'nin hükümranlık otoritesinin zayıflamaya başladığı ve dış müdahalelere açık hâle geldiği bir dönem olarak öne çıkıyor.
Sanayi devriminin etkisiyle hammadde ve pazar arayışındaki Avrupalı güçleri daha da saldırgan yapmıştı.
İmparatorluğun geniş coğrafyası, stratejik ve jeopolitik açıdan Avrupalı güçlerin ilgi odağı haline gelmişti.
Bu durum ekonomik ve sosyal açıdan Babıali hükümetlerini zorlamak yanında Osmanlı'nın dış politika manevra alanını daralttı.
Bu dönemde, Avrupa'da bir Yahudi ulus-devletinin kurulmasına karşı çıkan güçler, Osmanlı'nın güç boşluğunu kullanarak siyasi fırsat yarattı.
Bu çerçevede, 1897'de İsviçre'nin Basel kentinde düzenlenen I. Siyonist Kongre ile başlayan süreç, uluslararası siyaset literatüründe uluslararası örgütlenme ve ulusal-dış politika stratejisi olarak değerlendirilebilir.
Kongrede öne çıkan "Halkı olmayan bir ülkeyi, ülkesi olmayan bir halka devredin!" sloganı, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması hedefini açıkça ortaya koydu ve Osmanlı Devleti'nin zayıf merkezi otoritesini fırsata çeviren dış aktörlerin girişimi olarak devreye sokuldu.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra ise Osmanlı yönetiminin sona ermesiyle birlikte, bölge halklarının karşı karşıya kaldığı ekonomik darboğazlar, siyasal istikrarsızlıklar, mezhepsel gerilimler ve uluslararası güç mücadelelerinin tetiklediği çatışmalar dikkat çekici bir biçimde artış gösterdi.
Bu durum, bazı araştırmacılar tarafından "Osmanlı sonrası boşluk" olarak tanımlanıyo ve bölgenin istikrarsızlaşmasının temel nedenlerinden biri olarak değerlendiriliyor.
Nitekim 20'nci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Batılı güçlerin çıkar merkezli müdahaleleri, yapay sınırlarla inşa edilen yeni devlet yapıları ve dışa bağımlı yönetimler, uzun vadeli bir barış ortamının oluşmasına engel oldu.
Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Osmanlı Devleti'nin bölgeden çekilmesinin, sadece siyasi bir dönüşüm değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik ve kültürel bir kırılma yarattığı anlaşılıyor.
Dolayısıyla, Osmanlı sonrası dönemde Ortadoğu'nun karşılaştığı krizlerin temelinde, imparatorluk sonrası boşluk ve bu boşluğun dış aktörlerce istismar edilmesi gibi dinamiklerin bulunduğu söylenebilir.
Bu tarihsel gerçeklik, Osmanlı idaresinin bölgeye sağladığı görece istikrarın ve düzenin önemini bir kez daha ortaya koyuyor.
Ortadoğu'da güvenlik zaafları ve siyasal kırılganlıklar
11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ABD tarafından dile getirilen "dünya artık eskisi gibi olmayacak" söylemi, adeta Ortadoğu ülkelerini hedef alan yeni politikaların habercisi idi.
O günden başlayarak bugüne uzanan gelişmelere bakıldığında yaklaşık 25 yıllık bir süreç Ortadoğu ülkeleri için yıkım oldu: Afganistan ve Irak işgalleri, Sudan'ın bölünmesi, 2011'de Arap Baharı'nın tetiklediği Suriye, Yemen ve Libya'daki iç savaşlar bölge halklarına kan ve göz yaşı döktürdü.
ABD tarafından iddia edildiği gibi demokrasi ve liberalizm gelmedi.
Bağımsızlıklarına, özgürlüklerine hasret kalan bölge devletlerinin dış müdahalelere ve vekâlet savaşlarına ne kadar açık olduğu görüldü.
Mısır, Fas ve Tunus bu süreci görece daha az yıpranarak atlatsa da genel tablo bölgesel kırılganlığı ortaya koydu.
7 Ekim 2023'teki Aksa Tufanı ise yeni bir süreç başlattı.
Gazze'de yaşanan yıkım, İran'ın bombalanması, İran'ın barışçıl olduğunu iddia ettiği nükleer çalışmalarının uluslararası baskılarla çevrelenmesi ve ABD güvencesine sahip Katar'ın dahi saldırıya uğraması, Körfez'in güvenlik mimarisindeki derin zaafları gözler önüne serdi.
ABD'nin garantörlüğünde yürütülen ateşkes müzakerelerinde Hamas heyetinin İsrail füzeleriyle hedef alınması, bölgedeki hiçbir aktörün gerçek anlamda güvence altında olmadığını ortaya koydu.
Katar'dan İsrail'e: "Haydut devlet"
Katar Başbakanı Şeyh Muhammed bin Abdurrahman el-Sani, İsrail'in saldırısını sert sözlerle kınayarak "haydut devlet" nitelemesi yaptı, Filistin direnişine destek verdiklerini vurguladı ve Beyaz Saray'ın "önceden bilgilendirme" iddiasını yalanladı.
Katar, Gazze'de adil çözüm rolünden vazgeçmeyeceğini, gerekirse ABD'nin askeri varlığını da sorgulayabileceğini açıkladı.
Körfez ülkeleri, ABD'ye milyarlarca dolarlık silah anlaşmaları yanında ekonomik ve siyasi tavizler vermelerine rağmen, İsrail'in füze saldırıları karşısında savunmasız kalacakları Doha saldırılarıyla görüldü.
Bu durum, İran tehdidine karşı konumlanan güvenlik stratejisinin İsrail kaynaklı tehditler karşısında işlevsiz kaldığını gösterdi.
İbrahim Anlaşmaları'yla İsrail'le yakınlaşma politikası ise beklendiği gibi güvenlik getirmedi; aksine Körfez ülkelerinde "ihanete uğrama" algısını güçlendirdi.
O yüzden Katar ilk kez bazıları tarafından yetersiz bulunsa da İsrail'e ağır bir tepki gösterdi.
İsrail'in bölgedeki komşularını doğrudan tehdit eden saldırıları, suikastları ve sürekli tırmanan söylemleri, ABD'nin mevcut politika çizgisini değiştirmediği sürece devam edecek gibi görünüyor.
ABD'nin Körfez ülkelerinden topladığı milyarlarca doların, dolaylı olarak İsrail'e aktarıldığı algısı ise, Ortadoğu siyasal düzeninin "dışa bağımlılık" ve "kendi güvenliğini sağlayamama" sorunlarının en çarpıcı örneği haline geldi.
Bölgesel siyaset açısından bakıldığında, Ortadoğu'daki devletlerin içinde bulunduğu güvensizlik ortamı, dış müdahalelerle şekillenen siyasal mimarilerin halk tabanında karşılık bulmamasından kaynaklanıyor.
Küresel güçlerin jeostratejik çıkarları doğrultusunda bölgeye müdahalesi, adalet temelli bir düzenin kurulmasını engelleyen en önemli faktörlerden biridir.
Bu noktada, halkların duyduğu adalet özlemi, yalnızca geçmişe dönük nostaljik bir eğilim değil; mevcut uluslararası düzenin dışlayıcı ve çıkar odaklı doğasına karşı gelişen bir tepkidir.
Sonuç olarak, Ortadoğu halklarının dile getirdiği "Osmanlı benzeri bir düzen" arayışı, herhangi bir imparatorluk idealinden çok, bölgenin tarihte tecrübe ettiği barış ve iş birliği ortamının günümüz koşullarına uygun şekilde yeniden kurgulanmasına duyulan ihtiyaçtır.
Bu bağlamda, hem bölgesel hem de küresel aktörlerin dikkatle analiz etmesi gereken temel mesele, güvenlik odaklı kısa vadeli stratejiler yerine, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir yönetişim modeline zemin hazırlamaktır.
Bunun da yolu Gazze'den başlayarak tüm bölgede kalıcı bir barış tesisinden başlar.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish